31 Aralık 2005 Cumartesi

Woody Allen aslında çalamaz, onu dinlemeye değil, görmeye gelirler

"Dinlemeye değil, görmeye geldik..." Önceki akşam ünlü yönetmen Woody Allen'ın, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'ndaki "Woody Allen and his New Orleans Jazz Band" konserine gelenlerden en çok duyduğumuz cümle buydu.

"Woody Allen'ı merak ettik, görmeye geldik. İnşallah diğer müzisyenler iyi çalıyordur." diyen dinleyicilerin yanında, "Mahsus kötü çalıyor" yorumu yapanlar da vardı. En doğal ve en dürüst davranan da Doğan Hızlan'dı galiba, "Görüp gideceğim, sonuna kadar kalmaya niyetli değilim." diyordu çünkü. Grup arkadaşlarından Jerry Zigmont da söylenenlere katılıyor ve "Woody aslında çalamaz; onu dinlemeye değil, görmeye gelirler." diye konuşuyordu.

Biletleri ilk günden tükenen konserde, Woody Allen'a banjolarda Eddy Davis, kontrbasta Conal Fowkes, davulda Robert Garcia, piyanoda Cynthia Sayer, kornoda Simon Wettenhall ve trombonda Jerry Zigmont eşlik etti. 2000'i aşkın dinleyicinin katıldığı 1,5 saatlik konser sonunda, röportaj vermeyen Allen'a nispet, arkadaşlarıyla görüştük. 9 yıldır sanatçıyla çalışan Jerry Zigmont, "O aslında çok kolay biridir. Organizasyon şirketlerine yaptığı huysuzlukların hiçbirini bize yapmaz. Sadece çalamaz, o kadar... Ama zaten konsere gelenler onu dinlemeye değil, yakından görmeye geliyorlar." derken Eddy Davis, "Beceriksiz ve yeteneksiz olduğunu kendisi de söylüyor zaten. Çok çalışıyor; ama elinden bu kadar geliyor. Notaları bilmese ve öğrenmeye hiç niyetlenmese de bize ayak uydurabiliyor." diyor. "Ne olursa olsun, bütün konserlerimiz kapalı gişe." diyen Zigmont, elbirliğiyle Allen'ın hatalarını düzelttiklerini itiraf ediyor: "Hepimiz profesyoneliz. Woody şaşırsa ya da yanlış çalsa, sesi biraz alçaltır, biz de hemen durumu toparlarız." Madem çalamıyor ve sahnede bu kadar sıkılıyor; neden çok sık turneye çıkıyorlar? Cevabı Zigmont veriyor: "Çünkü Woody, filmlerin tanıtım kampanyalarından sıkılıyor. Biz de yeni film hazır olunca yollara düşüyoruz. Bu turne de son filmi Match Point'in tanıtımı vesilesiyle."

Zamanı geçen yüzyılın başlarına, mekanı New Orleans'a ayarlayan konserin ilk dakikaları, acemice atılan kulaçlar gibi bir hava verdiyse de son 15 dakikadaki bistte Woddy Allen dahil herkes havaya girdi. Gerçi bütün bunlara rağmen sinemanın depresif adamının her hareketi alkışların kopmasına engel değildi. Allen'ın zaman zaman dalıp gitmesi, tamamen geçmişti; ama bu kez de konser bitti ve dinleyiciler damaklarında kalmış yarım bir tatla ayrıldı salondan. Katrina felaketzedeleri için çalınan şarkıların da yer aldığı konser, Allen'ın "Harikasınız. İstanbul'a tekrar gelmek istiyoruz, teşekkürler." sözleriyle sona erdi.

Jülide Karahan

31 Aralık 2005/Zaman

24 Aralık 2005 Cumartesi

Tanpınar'ın 'Saatler'i Fransızca'ya ayarlı

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 'Saatleri Ayarlama Enstitüsü' adlı romanı, 2006'da Fransız okuruyla buluşacak.

INALCO (Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Ulusal Enstitüsü) Türk Dili bölümünde öğretim görevlisi Timur Muhiddin, Tanpınar'ın eserini Fransızca'ya çevirdi ve Publisud Yayınevi ile anlaştı. Melih Cevdet Anday, İlhan Berk, Enis Batur, Tahsin Yücel gibi birçok Türk yazarının şiir, öykü ve romanlarını Fransızca'ya çeviren Muhiddin, Tanpınar'ın 1961'de kaleme aldığı romanla ilgili, "Çok zor bir kitaptı. Metnin dili ince alaylarla doluydu." diyor. Yıllarca İngilizce öğretmenliği yapan Muhiddin, Londra'da bir kitapçıda tesadüfen gördüğü "Türk Şiirleri Antolojisi" sayesinde tanışmış Türk edebiyatıyla. Bu hoş tesadüfle karşısında bir denizin olduğunu fark eden Muhiddin, önce Türkçe öğrenmeye sonra da çeviri yapmaya karar vermiş. Fransızca'daki Türk yazarların Nazım Hikmet ve Yaşar Kemal'le sınırlı kaldığını gören Muhiddin, bu çabasının, Türk edebiyatını tanıtmanın yanı sıra okurlara edebi lezzetten ödün vermeyen çeviriler sunmak gibi bir amacı olduğunu da belirtiyor. Çevirmen, Ahmet Hamdi Tanpınar'ın pek sevdiği St. Michel ve Quartier Latin cafe'lerinde küçük hanımefendilerin ellerine ulaşmak için gün sayan romanın bahtının açık olacağından emin; "Kitap çok ilgi görecek. Tanpınar'ın eseri, hem kurgusu, hem ironisi, hem edebi dili ile bir başyapıt." diyor. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın 6 Nisan 1953'te Montparnasse Versailles Oteli'nde kaleme aldığı ve Adalet Cimcoz'a yolladığı mektupta, "Paris'teyim, anladın mı kardeşim? Paris'te. Ve pusulasız, direksiz bir gemi gibi dolaşıyorum... Paris beni daha keşfetmedi, ben de pek kendisini görmüş değilim." demesi boşuna değilmiş, Paris onu sonunda keşfediyor. Halit Ayarcı'nın istasyonları, saatleri durmuş hanımların ve beylerin saatlerinin ayarlarını düzeltmek için Paris kitapçılarında kurulacağı günleri bekleyedursun, biz Timur Muhiddin ile edebiyat, çeviri ve Türkçe üzerine söyleştik.

Önce isminizden başlayalım. İsminiz Türk, ama siz değilsiniz...

Babam Osmanlı asıllı, annem Fransızdı. Ben 1959'da Kuveyt'te, babamın gazetecilik yaptığı şehirde doğdum. 3 yaşımdayken babam ölünce annemle Fransa'ya yerleştik. Belçika sınırında tam bir kuzey adamı olarak yetiştim. Sormak istediğiniz Türkçe bilip bilmediğimse hayır, evde hiç Türkçe konuşulmadı.

Türkçe'ye ve Türk edebiyatına ilginiz nasıl başladı?

İngiliz dili ve edebiyatı okuduktan sonra yıllarca İngilizce öğretmenliği yaptım. Bir gün Londra'da tesadüfen keşfettim Türk edebiyatını. Öyle garip bir şekilde başladı. Anladım ki bu büyük bir alan. Antolojide en çok İlhan Berk ve Melih Cevdet Anday çekmişti ilgimi. INALCO'da 1985'te Türkçe öğrenmeye başladım, Nedim Gürsel hocamdı. Sonra bir yıl İstanbul'da kaldım. Araştırma yaptım, yazarlarla tanıştım.

Türkçe öğrenmek çok zor muydu?

Evet, çok zordu. En büyük zorluğu her şeyin ters yönde işlemesi. Bir de ben konuşmakla kalmıyor; okuyor, araştırıyor, çeviri yapıyorum. Türkçe'de bir yabancı için en büyük problem dilin değişmesi. Konuşma dili ile yazı dilinin farklılaşması bir yana, yazı dili de dönemden döneme çok değişmiş, değişmeye de devam ediyor. Ahmet Hâşim okurken çok zorlanıyorum mesela. Bilmediğim çok kelime çıkıyor karşıma. Genç nesil de zorlanıyor olmalı. Artık kullanılmayan çok kelime var, dili çok değiştirmişsiniz. Benim için tam bir çetrefilli yol oldu. İngilizce ve Almancada bu kadar zorlanmamıştım.

Çeviri maceranız nasıl gelişti?

1989'da bir arkadaşımla (Ayşegül Yaraman) başladım çeviriye. Fransızca bir Türk öykü antolojisi hazırlayalım diyerek çıktık yola. 1991'de Publisud Yayınevi'nden çıktı antoloji. O zamanlar sadece Yaşar Kemal ve Nazım Hikmet biliniyordu. Diğer isimler ilk kez Fransız okurunun karşısına çıktı böylece. Sait Faik, Demir Özlü, Sevim Burak, Necati Cumalı, Fakir Baykurt, Selim İleri, Nedim Gürsel, Tomris Uyar gibi birçok yeni isim vardı antolojide. Sonra Nedim Gürsel ile çalışmaya başladım. Öykülerini ve iki romanını çevirdim. Publisud ve UNESCO tarafından yayınlanan Melih Cevdet Anday'ın şiirlerini, şiirlerin Türkçe orijinallerinin de yer aldığı "Offrandes" adlı derleme için çevirdim. Tahsin Yücel'in Komşular'ını, Enis Batur'un Sanezer Günlüğü'nü, kısacası 'Bunu Fransız okuruyla tanıştırmalı' dediğim eserleri çevirdim. Yayınlatma aşaması zor değil şimdi. Her yayınevi bir Türk yazar istiyor. Bir furya var. Belki furya biraz abartılı; ama ciddi bir istek var.

Sırada hangi yazarlar var?

İkinci Yeni şairlerini çok beğeniyorum. İlhan Berk'in Galile Denizi'nden 10 şiir çevirdim. Tam bir kitabını çevirmeyi düşünüyorum. Mektuplaşıyoruz, haberleşiyoruz. Hilmi Yavuz ve Beşir Ayvazoğlu da düşündüğüm isimler arasında.

Türk edebiyatının son yıllardaki seyrini nasıl buluyorsunuz?

Son beş altı yılda çok yol kat etti. Dünya edebiyatı içerisinde kendini kabul ettirmeye, adını duyurmaya başladı. Sadece Fransızcada değil; İngilizce, Almanca, İtalyanca, İspanyolca, Sırpça, Boşnakça çeviriler başladı. Herkes yeni kuşak Türk yazarları çevirmek, okumak, tanımak, bilmek istiyor. Türkiye'nin olumsuz bir imajı da var; ama öte yandan çok olumlu, güçlü, dinamik, genç bir imajı da var. Edebiyat buna bir şeyler ekliyor, eklemeye devam edecek.

Jülide Karahan

24 Aralık 2005/Zaman

14 Aralık 2005 Çarşamba

Dinleyin, Bachmann konuşuyor!

"Bugün için sözcükleri taze tutmak istiyorum/ silahların başında işbırakımına gidileceği gün için/ sözcükler meçhul kalsın istiyorum, o işten kazanılan ekmeğin/ küfleneceği gün için, yeryüzünde büyük kapılardan/ dilsiz bir kalabalığın çıkacağı gün için./ O anarşist gün için vermek istiyorum kavgamı/ beyinlerde ve yüreklerde düzenin kurulacağı/ herkesin kötülüğe olan katkısından yakınacağı..."

Avusturyalı şair ve yazar Ingeborg Bachmann, 1973'te Roma'daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybettiğinde, geriye 2400 sayfalık yarım kalmış metin bırakmıştı. Avusturya Ulusal Kitaplığı'nda bulunan ve yüzlerce Alman filolog tarafından incelenen metinlerden biri de Bertha von Suttner'in savaş karşıtı romanı "Silahlar İnsin"in başlığını taşıyan bu şiirdi. Yaşamı boyunca savaş karşıtlığını savunan, insanın incinmişliğinden dem vuran Ingeborg Bachmann; ölümünden 32 yıl sonra ülkemize konuk oldu. "Bir Usta Bir Dünya" konsepti ve "Savaşa Karşı Yazmak / Ingeborg Bahchmann 1926-1973" başlığıyla Yapı Kredi Kültür Merkezi Sermet Çifter Salonu'nda açılan sergi, yukarıdaki şiir gibi yayınlanmamış metinlerin yanı sıra, şairin annesi Olga Bachmann'ın muhafaza ettiği günceden parçaları ve aile albümünden fotoğrafları içeriyor. 2003'ten bu yana birçok Avrupa başkentini dolaşan sergi, hem şairi yeniden edebiyatın gündemine taşıyor hem de Bachmann'ın hatırasından yola çıkarak savaş karşıtlığı; yok edilen, incitilen insanlık onuru üzerine düşünmemizi sağlıyor. Yazarın politik angajmanı ile savaşa ve yıkıma karşı yılmak bilmez yazma eylemi üzerinde odaklanan proje, onun dünyasına ve yapıtlarına geniş bir pencere açıyor.

Savaş, 1926'da Avusturya'nın Klagenfurt kentinde doğan Bachmann'ın hayatına ve sanatına çok erken girmiş. Şair, "Bütün çocukluğumu yıkmış olan çok belli bir an var. Hitler'in birliklerinin Klafenfurt'a girişi. O denli korkunç bir olaydı ki bu, anılarım o günle birlikte başladı: Belki daha sonra asla yaşamadığım şiddette, çok erken gelmiş bir acıyla... Duyumsanabilen o korkunç vahşilik, haykırmalar, marşlar ve yürüyüşler -ölüm karşısında duyduğum ilk korku- o zaman uyandı." diyor Gerda Bödefeld ile yaptığı bir söyleşide (24 Aralık 1971). Serginin küratörü Helga Pocheim'in vurguladığı gibi Bachmann, savaşın kurbanı olmadığı, kendi etinde bir savaş yaşamadığı halde empati kurarak yazıyor yıkımı. "Savaş ilan edilmiyor artık / sürdürülüyor. İnanılmaz olan / Sıradanlığa dönüştü...." derken, günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası olan ve insanların iç dünyalarını yıkan bir savaştan bahsediyor. Bu olumsuz vurgulara rağmen Rilke'nin "İnsan dilemeyi elden bırakmamalı" öğüdünü tutarak umuda sarılıyor. "Gerçekte inandığım bir şey var ve ben buna 'bir gün gelecek' diyorum. Ve özlemini çektiğim şey, bir gün gelecek. Evet, belki de gelmeyecek, çünkü onu hep yıktılar, binlerce yıldır yıktılar. Gelmeyecek ama, ben yine de inanıyorum geleceğine. Çünkü eğer inanmazsam yazamam." diyor, ölümünden birkaç ay önce, 1973 haziranında, kendisiyle ilgili bir film yapan Gerda Haller'e. Savaş karşıtlığı, bir tema değil Bachmann'da, bütün yaşamının anlamı adeta. Bu yüzden, kendi sesi ve görüntüsüyle izleme imkanı bulduğumuz 24 dakikalık belgeselde onun, "Faşizm, atılan ilk bombalarla başlamaz, terörle de başlamaz. Faşizm, insanlar arasındaki ilişkide başlar, iki insan arasındaki ilişkide...ve ben hep anlatmak istedim ki savaş ve barış yoktur, hep savaş vardır." demesine şaşırmamak gerek.

Bir sergi, bütün bu yorumları nasıl iletebilir? Yazarın daktilosu ya da bir tutam saçı gibi otantik objelere gerek duymuyor; ama yoğunluk ve duygusallıktan da feragat etmiyor sergi. Yedi kronolojik grup; biyografi, zamansal arkaplan ve eserleri somut olarak algılanabilir biçimde birbirine bağlarken bunu sadece fotoğraflar ve metinlerle başarmış. Ziyaretçilere durmak, okumak, izlemek ve Bachmann'ın sesine kulak vermek düşüyor sadece. Bunun için, 9 Ocak'a kadar vakit var.

'Bachmann güçlü bir kadın'

Serginin küratörü Alman dilbilimci Helga Pocheim, Bachmann'ı şöyle anlatıyor: "Bachmann'ın bazı ifadelerinden, içindeki diğer kişiyle savaş halinde olduğu çıkarılabilir. Savaş sonrası yıkıntıların sürdüğü bir ülkede insanlar savaş kelimesini bile duymak istemezken, Bachmann'ın savaş sözcükleri içsel savaşa yorulmaya çalışılmış. O, savaşı teorik ya da literal yazmıyor sadece. Siyasal olarak aktif, siyasi angajmanın içinde, yok ediciliğe karşı. Kırılmış, mahvolmuş biri değil. Ortalama olmayan ve huzuru seçmeyen bir insan o. Akıl, kalp ve kadın birleşince zor ve çelişkili olmaktan başka çaresi olmuyor insanın."
Ingeborg Bachmann'ın Türkçe'deki eserleri

Toplu Şiirler, YKY
Otuzuncu Yaş, YKY
Malina, YKY
Radyo Oyunları, YKY
Frankfurt Dersleri, Bağlam Yayınları

Rengin Ege

14 Aralık 2005/Zaman

10 Aralık 2005 Cumartesi

'Bizi yalnız mizah ayakta tutar!'

"Hey, biraz buraya bakar mısınız; durup beni dinler misiniz? Söyleyecek şeylerim var.

Ben çok önemli bir şeyin görgü tanığıyım, hayatın!" diye sesleniyor dünyanın yaşayan en önemli ressamları arasında gösterilen Antonio Segui. 1934'te Arjantin Córdoba'da doğan ve 1963'ten beri Paris'te yaşayan Segui, 11 Aralık'a kadar sürecek Artİstanbul'un en dikkat çekici isimlerinden biri. Sanatçı, 6 eseriyle fuarda, 13 eseriyle de Nişantaşı Dirimart'ta karşılıyor sanatseverleri. Hayatta kalmanın tek yolunun mizah duygusundan ve kendi kendini alaya almaktan geçtiğini fark eden ressama göre bu, yaşamda ve sanatta "... bizi kurtaracak tek şey". Antonio Segui'nin eserlerine bir bütün olarak baktığınızda kim bilir neler bulacaksınız? Birbirine benzeyen köşeli ve ifadesiz yüzlü insancıklar, acele içinde koşturadursun, farklı görüntülerin bir şartla, samimi olmak şartıyla, çekici olduğunu hatırlayacaksınız bu üretim karmaşası içinde. Pop-art'ın üst sıralarında yerini almış olan Segui, genel geçer kuralları kabullenmeyerek hayal gücünü ve kendisi için resim yapma keyfi anlamına gelen 'özgürlüğü' seçmiş. Tuvalin dört kenarının sınırları içinde oluşturduğu dünyada, hareketler asılı ve donuk olsa da insan figürleri, hapsedilmiş balıklar misali amaçsızca telaşlı ve kıpırtılı. İlk başta gülümseten, insanı neşelendiren eserler, aslında tuzaklarla ve tehlikelerle dolu. Dikkatli bakıldığında bir kâbusu andırdığı bile söylenebilir. Antonio Segui ile yolda, bir yere geç kalmış koşuştururken değil; ama galeride karşılaştık, söyleştik...

İstanbul'a ilk gelişiniz mi?

Evet, ve sadece iki günüm var. Yaşıyor olursam ikinci bir şansım daha olur bakarsın.

Resim ve plastik sanatlar açısından çok hareketli bir zamanda geldiniz İstanbul'a. Picasso (Sakıp Sabancı Müzesi), Jean Dubuffet (Pera Müzesi) hatta Louise Bourgeois'u (İstanbul Modern) görebilirsiniz.

Yok, sergileri değil, İstanbul'u görmek istiyorum. Picasso'yu da, eserlerini de görmüştüm zaten. Jean Dubuffet arkadaşımdı. Aynı galerilerde çalışmıştık Paris'te. Uzun zamandır tanıyorum ve bütün eserlerini biliyorum. O çok iyidir, sen görmediysen gidip gör. Bana gelince nereye gitmemi önerirsin. Boğaz'dan başka, orayı dün gece gördüm.

Eserlerinize, figürlerinize, insancıklarınıza gelelim... Çizgi film izliyormuş gibi bir hisse kapılıyor insan ilk anda, eğlenceli; ama bakmayı sürdürünce kafamız karışıyor...

Her zaman demişimdir, benim çalışmalarım çocukluğumun yansıması; imajlar çocukluğumdan geliyor. Bazen numaralar koyarım hatta. İnsan yaşlandıkça çocuklaşır ya... Bu figürler, çevresiyle anlaşmazlık halinde, uyumsuz; fakat modern şehir yaşamına esir olmuş insanlar olarak yorumlanabilir. Eğlenceye gelince, oyunu seviyorum. Oyun oynayan; ama oyunu ciddiye alan biriyim. Önce kendimi sonra başkalarını neşelendireyim, diyorum. Umutsuzca kaçan karakterler, tüketim toplumu ve anlamsızca süren günlük hayat... Ne yapıyoruz, kalabalıktayız, amaçsızca gidip geliyoruz.

Eserlerinizde bir karmaşa, bir telaş, bir korku var. Neden insanlar sanki hep geç kalmış bir yerlere?

Çünkü yaşam böyle. Benim, senin yaşamın böyle. İletişim kurmuyoruz. Akıp geçiyoruz her şeyin yanından öylece. Bakmıyoruz. Makine gibi, robot gibi yaşıyoruz. Ben yolcuyum. Yoldan geçenleri izlerim. Güzel bir film izler gibi, Vittorio de Sica'nın Miracle a Milan'ını izler gibi.

Neden figürlerden çok azı kadın?

Dedim ya, çocukluk yıllarımdan esinleniyorum, benim çocukluğumda kadınlar fazla dışarı çıkmazdı. Şehirler, sokaklar erkeklerden oluşurdu. Resimlerde gördüğün tek tük kadın figürleri de risk almayı sevenler, gizlice kaçıp çıkanlar.

Jülide Karahan

10 Aralık 2005/Zaman

24 Kasım 2005 Perşembe

'Picasso, dünyaya bakışımı değiştirdi'

Yağmurlu bir İstanbul sabahında, bu saatlerde dışarı çıkmaya alışık olmayan pek çok insan, Picasso'nun eserlerini görecek olmanın heyecanıyla düşmüştü yollara.

"Picasso İstanbul'da" sergisi, kapılarını bugün halka açıyor olsa da, dün gün boyu önemli konukları ağırladı. Aralarında iş, sanat, basın, spor ve siyaset dünyasından pek çok kimsenin bulunduğu tanınmış isimler, Picasso'nun eserlerini ilk günden görmenin ayrıcalığına ermek için yağmur çamur demeden çıkıp gelmişti. Konukları 'bir düğün sahibi telaşı ve mutluluğu içindeki' Güler Sabancı ve Müze Müdürü Nazan Ölçer karşıladı. Sakıp Sabancı Müzesi'nin giriş salonunda sergiyi gezmeyi bekleyen mahmur gözler, birbirini selamlayadururken biz, Picasso'nun fotoğrafını çekmiş Ara Güler Usta'nın gelmesini bekledik iki kat heyecanla. Çünkü sergiyi onunla gezmeyi planlamıştık. Usta gelip de sergiyi gezmeye başladığımızda duvardaki bibliyografiden çok daha fazlasını öğrendik. "Ben pek anlayamadım bu işleri." diyen dostlarına, "Ben de anlamıyorum, zararı yok. Anlamadığımız için mühim zaten. Herkes anlasa bu kadar mühim olmazdı." diyen Ara Güler; "anlamadıklarını" anlattı bize. "Picasso'ya klasik bir soru sorulmaz; 'Sanat hakkında ne düşünüyorsunuz?' gibi büyük bir laf edilmez." diye söze başlayan Güler'e, 4 gün şatosunda kaldığı, iltifatına mazhar olduğu ve pek çok unutulmaz fotoğrafını çektiği Picasso'yu sorduk. Üstelik oldukça klasik bir soruyla başlayarak...

Picasso kimdir sizin için?

Ben, bir sürü önemli adamın fotoğrafını çektim. Konuştuğum en mühim insan, yaşadığım en ayrıcalıklı 4 gündü onunla geçen zamanım. Beni aydınlattı. Birçok şeyin farkında değildim. Ya da farkındaydım; ama bir insanın bu kadar rahat olması olacak şey değil. Kati surette hiçbir şey umurunda değil adamın. Beğenilsin beğenilmesin, bakılsın bakılmasın, umurunda değil. Ben çizerim, diyor; isteyen bakar istemeyen bakmaz diyor. Böyle bir adamdı, aşmıştı her şeyi. Hiçbir titre dayanmadan meşhur olmuş bir adamdır Picasso; bir köylü çocuğudur. Bir dünyayı yıkıp yerine yeni bir perspektif getirdi. Sadece resim çizmeyle sınırlayamayız onun insanlığa katkılarını. Yeni bir felsefe; görsel olarak insanlığa yeni bir bakış kazandırdı. Bir fotoğraf makinesiyle ne yapsanız bunlar kopyadır. Tabiatı, ağacı, vapuru çizmek de röprodüksiyon sayılır. Hayatın röprodüksiyonudur bunlar. Hayatı tuvale geçirmeyi yıktı o, kafasının içindeki dünyayı aktardı. İnsan beynini yıktı. Bilinen, alışılan her şeyi sıfırladı.

1971 yılında, Picasso'nun evinde, dört günlük bir fotoğraf çalışması yaptınız. İlk karşılaşmanız nasıl oldu?

Arkadaşı Albert Skira götürdü beni Picasso'ya. Cenevre'de Skira yayınevi patronu. Picasso kabul etti dedi. 90 yaşındaydı. Tarih 20 Nisan 1971 Salı. Onda 90 yıllık bir birikim bende bir Leica. Bir dünya kapandı, bir dünya açlıdı. Cannes'ın 9 km. kuzeyinde tepelerin arasına sıkışmış bir şatosu vardı. Şatosunda, kapıda karşılaştık. "Şimdi en çok korktuğum yere, dişçiye gidiyorum, birazdan geleceğim sen burada otur bekle." dedi. Biz misafire diyebilir miyiz böyle. Beni takacağı yoktu tabii.

Dünyasının kapılarını araladı mı size?

Sevdi galiba beni. "Niye bu kadar çok çekiyorsun resmimi? Ben de senin bir resmini yapayım bari." dedi. Dünyanın en büyük ressamı, beni çizecek, düşünebiliyor musunuz? 90 yaşındaydı. Unutur şimdi, dedim. Hemen kağıt bulmak lazımdı. Kocaman odada boş bir kağıt arıyorum, bulamıyorum. Kağıt bulamazsam çizemeyecek, belki de sonra unutacak. Baktım, köşede yığınla kitap var. Dedim, kitapların birinci sayfası boş olur. Çizdireyim, orayı keserim... Kitaplardan birini aldım ve verdim eline. Başladı çizmeye. Sen Cezanne'e benziyorsun dedi, beni çizeceğine kafasındaki Cezanne'i çizdi. Altına da "Ara Güller'e..." deyip imzaladı.

Nerede şimdi o resim?

Evde, evimde. İmzaladı, tarih attı. Kitaba baktım. Kitap da antika. Kitaptan sadece 50 tane basılmış. Norman Grantz diye bir koleksiyoncunun Picasso'dan satın aldığı resimleri içeren bir kitap. Kitaba bir şey olmasın diye kesemedim de. Kaldı mı resim içerde! Felaket bir olay... Ne yaptım? Reprodüksiyon yaptırdım. Duvarda asılan reprodüksiyondur. Çalmak isteyen onu çalar. Orijinali kitabın içinde. Kitap da sarılı sarmalı evde.

İlk ne zaman 'Ben Picasso'yu çekmeliyim' dediniz?

Ben herkesi çekmek istiyordum. Bir gün jeton düştü. 'Lüzumsuz politikacıları çekeceğime mühim adamları çekeyim.' dedim. Peşlerine düştüm. Bazılarını çektim, bazılarını çekemedim.

O dört günden sonra kendisiyle başka diyoloğunuz oldu mu?

Çektiğim resimleri götürdüm. Bir kez daha görüştük.

Yıllar sonra Picasso ile İstanbul'da yeniden karşılaşmak nasıl bir duygu?

Hiçbir şey hissetmedim. Sen ne diyorsun? Biz, bunlar gibi yüzlerce tabloyu, onun şatosunda kitap için resim çekerken elden geçirdik. Bu fenadır, bunu çekmeyelim dediği şey, 400 bin dolardır.

Yani buradakiler, denizde bir damla mı?

Ben, bütün Picasso'ları görmüşümdür. 1956'da, Louvre'da açılan retrospektif sergiyi gezdim. Ama ondan sonra da yaptı bir sürü. Hiç temposu düşmedi Picasso'nun; her zaman aynı kalitede eserler verdi. O kadar çok resim yapmış ki, retrospektif sergisini yapmak için şehir kurmak lazım. Mesela 'Ütü yapan kadın'; siyah beyazdır, karakalemdir. Sonradan onun renklisini yapmış. Eskiz yapardı çok fazla. Bir desen çizer, değiştirir, değiştirir... Eşek çiziyorum diye başlar, bir kule çizer. Sanat tarihçilerinin de pek aklı ermez bu modern sanata.

Sizin kafanızdaki kalıpları kıran bir etkisi oldu mu Picasso'nun?

Ben yeniden forme oldum onu tanıdıktan sonra. Hiçbir şeyi takmaz oldum. Eskiden ben de normal, klasik düşünen biriydim. Adamın rahatlığı beni mahvetti. Kimseye aldırmıyor. On tane tablosunu satsa Beyoğlu'nun yarısı eder.

Jülide Karahan

24 Kasım 2005/Zaman

23 Kasım 2005 Çarşamba

Atlı Köşk'te Picasso heyecanı

Gelecek, geldi, geliyor... derken, 'Picasso İstanbul'da' sergisini nihayet dünya gözüyle gördük. Emirgan'daki Sakıp Sabancı Müzesi, diğer adıyla Atlı Köşk, yarından itibaren ziyaretçilerini ağırlamaya başlayacak.

Dün, Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı, müzenin müdürü Dr. Nazan Ölçer, küratörler Picasso'nun torunu Bernard Ruiz-Picasso ve eşi Almine Ruiz Picasso ile Images Modernes temsilcisi Marta-Volga Guezala, yerli ve yabancı basın mensuplarına sergiyi gezdirdi. Picasso sergisini bir dönüm noktası olarak gören Güler Sabancı, "Türkiye Avrupa'nın bir parçasıdır. Bu kapasitede bir müzemiz vardır. İlk 6 haftanın çocuk programlarının dolmuş olması, öğrenmek isteyen genç kitlenin olduğuna da işaret ediyor." dedi. Türkiye'nin bu sergi ile dünya sanat takvimine girdiğini belirten Nazan Ölçer ise; "Bu, sizi bir anda o dünyanın parçası haline getirir. Fransa'da şu var, Barselona'da bu var, İstanbul'da da artık Picasso sergisi var." sözleriyle anlattı heyecanını. Türkiye'de bir ilk olarak değerlendirilen sergi; Picasso'nun (1881-1973) 51 yağlıboya, 47 çizim, 13 seramik, 12 heykel, 8 gravür, 2 taşbaskı ve 2 duvar halısından oluşan ve sanatçının tüm dönemlerini kapsayan 135 parçalık bir koleksiyon sunuyor. Picasso'nun bir avuç cümleyle özetlenemeyecek yoğunluktaki 92 yıllık yaşamından kesitler içeren sergide, 'La Vie'yi, 'Guernica'yı, 'Avignon'lu Kadınlar'ı görmek mümkün olmasa da ustanın sanatının bütün dönemlerinin gözlerimizin önünden geçecek olması ve içlerinden 10 tanesinin ilk kez kamuoyuyla paylaşılması söz konusu. Girişte Picasso'nun çocuk, genç ve orta yaşlı halinden fotoğraf kareleri ve fotoğraflara eşlik eden yaşam öyküsü karşılıyor sanatseverleri. Ferit Edgü'nün yazdığı metni Müşfik Kenter'in sesinden dinleyerek 1899 tarihli kurşunkalem otoportre ile başlayan yolculuk, ressamın ilk aşkı Fernande'nin başı ile devam ediyor. "Benim arayışlarımdan söz ediyorlar, ben aramam ki... Bulurum." diyor usta. Aramak ve bulmak için 26 Mart'a kadar vaktiniz var. Bu ayrıcalığa ermek için yetişkinler 10 YTL, öğrenciler 3 YTL'yi gözden çıkaracak.

'Dedemin eserleri İstanbul'a gelerek değer kazandı'

Dedenizin eserlerini İstanbul'a getirmek için nasıl ikna oldunuz?

Dedemin eserlerinin sergilere katılması için çalışmalar yapıyordum. İlk başta zorlandım. Sanatı anlamam adım adım gerçekleşen bir süreçti. Bu sergide iyi bir ekiple çalıştık. Beni ilk başta şüpheye düşüren birçok şey vardı; ama serginin değerini anladığımda, eğitime katkısını fark ettiğimde bütün tereddütlerim silindi. Eserler de İstanbul'a bu müzeye gelerek değer kazandı aslında. Eğitim programlarını da devreye sokarak modern sanata katkı yapılacağı için beni çok heyecanlandırdı. Dedem daha iyi anlaşılacak. Koleksiyonumu sunmaktan mutluyum. Bir risk yoktu. Teknik ve güvenlik altyapısı sağlandı. Türk medeniyet ve kültürünün ne kadar gelişmiş ve köklü olduğunu biliyoruz. İstanbul'a gelince de buna yakından şahit olduk. Kültür seviyesi olarak Avrupa'nın herhangi bir şehrinden farkı yok İstanbul'un.

Sergi, Tokyo ya da New York'taki bir Picasso hayranını buraya çekebilir mi?

Buraya bu sergiyi görmeye gelecek ve bütün dünyada konuşacak pek çok insan olacak. Bu sergi Picasso'nun yaratıcılık gücünü kronolojik olarak keşfetmemizi sağlayacak. Karşılaştırma imkanı sunan çalışmalar var. Picasso'nun hiç görülmemiş eserlerinin sergileniyor olması; dünya basını, dünya sanat çevresi açısından çok önemli. Yaratıcılığı ve üretimde izlediği yol görülebilir. Birçok alanda ürün vermiş olması ayrıca önemli ve bu sergide bunun örnekleriyle karşılaşmak mümkün.

Diğer Picasso sergilerinden farkı ne?

Her sergi başka bir yalınlık sunuyor. Ama bu kez Türk toplumu için farklı bir şeyler sunmasına, bütün dönemleri kapsamasına özen gösterdik. Bir bütünlük olsun, üretim aşamalarına tanıklık etsin diye. Eserleri seçerken bir konsept belirledik. Amacımız, dedemin sanat yaşamının, üretim sürecinin aşamalarını sunmaktı. Kronolojik bir yaklaşımla tarihsel gelişimi ve değişik malzemeler kullanmasını göstermek istedik. Picasso ilk kez İstanbul'da sergileniyor. Biz genel bir perspektif vermenin, bütün dönemlerinden örnekler sunmanın daha iyi olacağını düşündük. Sadece resim değil, heykel, gravür, seramik gibi eserler de var sergide. 14 yaşında çizdiği bir kadın portresini de 80 yaşındaki portresini de görmek mümkün. Bütün yaşamı boyunca çalışmış ve üretmiş bir adamın eserlerinin gelişimi ve değişimi var sergide.

'Bu sergiyi gezenler, farklı bir Picasso tanıyacak'

Biz burada Picasso'yu bütün yönleriyle görebilecek miyiz?

Bütün önemli periyotlarından eserler var diyebilirim kabaca. Picasso'nun gelişimini görebiliriz. Ama o kadar uzun yaşadı, o kadar çok eser üretti ve o kadar farklı teknikler kullandı ki, hepsini birden sunabilmek için bunun 10 katı büyüklükte bir sergi lazım. Her şeyi kapsaması gerçekten çok zor. Ama genel anlamda ve genel konularda bütün dönemler var denebilir. Karşılaştırma imkanı sunan çalışmalar var.

Sergide çok fazla eskiz var. Bu, eserlerin aile koleksiyonundan gelmesinden mi yoksa mali sebeplerden mi?

Sergi, Bernard'ın koleksiyonuna dayanıyor daha çok. O, Picasso'nun tek resmi varisi. Bernard çok geniş bir koleksiyona sahip. Türkiye, ilk kez Picasso'ya ev sahibi oluyor. Dolayısıyla sanatçının çalışma şekline, gelişmesine şahitlik eden eserler olması sanatseverler için büyük bir şans. Sergide başyapıtlar yok, ilk başta hayal kırıklığı yaratabilir bu. Ama Picasso'yu keşfetme imkanına sahip izleyiciler. Farklı bir Picasso'yla tanışacak, ezbere örneklerin dışına çıkacaklar. Serginin en güzel tarafı, çok bilinmeyenlerin de burada olması. Herkesçe bilinen, koleksiyoncu koleksiyoncu dolaşan, milyon dolarlık eserler metalaştı artık. Bu serginin güzelliği, aileden gelmesi ve taze, yeni çalışmalardan oluşması. Yeni tartışmalara, değerlendirmelere kapı açacaklar. Diğer yandan sigortalarken tabii ki eskizler daha az maliyetlidir.

İlk kez gün yüzüne çıkacak eserlerden söz ediliyor, sizin de görmedikleriniz var mı?

Benim de görmediğim parçalar var. Ölümünden önce sergilemiş de olabilir. O kadar çok eseri var ki, sayılamaz. Bir yerlerde gizlenmiş olanlar, hediye edilmiş olanlar vardır. Üretmek için yaşayan biriydi o.

Sizce bu sergiyi farklı kılan ne?

Kimse birçok kez gördüğü eserleri görmeye gelmez; ama bunları görmek için herkesin geleceğine eminim. Kitaplarda da yer almayan birçok çalışma var burada. Klasik tarza da rastlıyoruz. Burada Picasso'nun farklı araç ve malzemelerle ürettiği yapıtları sergileniyor. İzleyiciler kitaplarda bulamadıkları bir Picasso ile karşılaşma şansı bulacaklar.

Jülide Karahan

23 Kasım 2005/Zaman

10 Ekim 2005 Pazartesi

'Romanlarım şekerli tarih kitapları gibi'

Maceracı okurların yolunu sıkça kesen ve onları çöllere, balta girmemiş ormanlara ve uçsuz bucaksız okyanuslara sürükleyen Wilbur Smith, "TÜYAP Kitap Fuarı'nda en uzun imza kuyruğu kimindi?" sorusunun cevabıydı ilk iki gün boyunca.

72 yaşındaki yazar için, Altın Kitaplar standı önünde bekleşen ve 29 kitapla dolu çuvallarına 30'uncusu "Güneşin Zaferi"ni de dahil etmenin sevincini yaşayan okurlar, bir edebiyat kardeşliği örneği sergiledi. Türkiye'nin değişik kentlerinden gelen kitap kurtları, sanki yıllardır tanışıyormuşçasına sohbetlere daldı. İçlerinde Afrika'ya gidip kitaplarda anlatılan yerleri görenler tabii ki en popüler simalardı. Hayranlarının kıskanç bakışları altında bir köşede sohbet imkanı bulduğumuz Wilbur Smith, bu kez bize kahramanlarının hikayeleri yerine kendi serüvenini anlattı.

1933'te Zambiya'da doğan Smith, İngiliz asıllı olmasına rağmen anne sütü ile birlikte "Zambezi Suyu" içtiğinden kopamamış bu topraklardan. 26 dile çevrilmiş ve tüm dünyada 100 milyondan fazla satış rakamına ulaşmış ulaşmasına; ama ilk kitabını yayınlatıncaya kadar 15 kez reddedilmiş. Babasının gazeteci olma hevesini kursağında bırakması ve ilk gençlik yıllarını muhasebecilik yaparak geçirmesine rağmen kalem, peşini bırakmamış. "Yazmasam kaşınıyordum ve bu kaşıntı ancak kalemle geçiyordu." diyen Smith, otuz bir yaşında yazdığı "Bencil" ile iki hafta içinde hayatını değiştirmiş.

"Ben omlet pişiren bir aşçıyım"

Daha çok Courtney ve Ballantyne serileriyle tanınan yazar, bu karakter isimleri için "Büyükbabamın ismi James Courtney Smith'ti. Ballantyne ise ilk âşık olduğum kız, yani Sally Ballantyne'den geliyor." diyor. Bir kitaptaki ana karakterleri bir önceki kitaptaki çocuk ve bebeklerden seçen yazar, zaman zaman başa dönüp baktığını itiraf ediyor. Afrika'yı ve Zambezi Irmağı'nı okuruna tarihî gerçekler ışığında anlatan Smith, tarihin insanlığı biçimlendiren olgu, kurgunun ise tatlandırıcı olduğu görüşünde. Romanlarını "üzerine şeker serpilmiş tarih kitapları" diye tanımlıyor yazar. 'Kurgu nerede başlıyor, gerçek nerede bitiyor?'
dediğimizde "Gerçekler yumurtanın sarısı, kurgu ise akı. Ben omlet pişiren bir aşçıyım. Pişirdiğimde karışıyor ve gerçekle kurgu ayrılmıyor birbirinden. Ortaya çıkan yemek nasıl, önemli olan bu." diyor.

30 kitap babası olan Smith, bir kitabın 9 aylık doğum sürecini şöyle anlatıyor: "Beynimdeki çipi bilgisayara takmadan birkaç ay önce hikâyeler filizleniyor. Dünyayı unutmaya başlıyorum. Yazmaya geçince ağır bir yükü santim santim itiyorum. Eşik geçilince karakterler beni sürüklüyor ki, en zevkli tarafı burası. Artık disiplin gerekiyor, sosyal hayatım duruyor. Sabah gün doğarken yazmaya oturuyorum ve eşimin tüm şikayetlerini duymazdan gelerek yazıyorum. Sonra birden kesilip 'kitabı bitiremeyeceğim' sanıyorum. Aklım kelimelerle dolmuş oluyor, bırakıp gidiyorum. Geri döndüğümde taşlar yerine oturuyor. Çok şükür, Afrika insana sabretmeyi öğretiyor."

Okurun beklentileri onu hiç endişelendirmiyor. "Bir yazarın yapabileceği en tehlikeli hata, okurlarının ondan ne beklediğini düşünmesidir." diyen Smith, milyonlarca insanın ne istediğini, ne beklediğini bilmeden ve bilmeye çalışmadan, içinden geldiği gibi yazıyor. Serüveninin en tatlı anını sorduğumuzda ise bize şu hikayeyi anlatıyor: "İlk yıllarda İngiltere'deki büyük kitapevlerine gidiyor, kitaplarımı arka raflardan alıp en çok satanların önüne diziyordum. Bir gün yakalandım. Yayınevime beni şikayet ettiler. Daha sonraki yıllarda yakalandığım kitapçının vitrininde ismimi ışıklar içinde gördüğüm an benim için dönüm noktasıydı."

'Afrika'yı köle ticaretinden Mandela'nın sonuna kadar yazdınız, Courtney kronolojisi tamamlandı herhalde.' dediğimizde "Olur mu daha kuzenler, torunlar var. Onlarla ömrümün sonuna kadar meşgul olacağım." diye paylıyor bizi. Bir sonraki kitap, yine Mısır üzerine mi olacak?' diye ipucu almaya çalışıyoruz; ama nafile, ser verip sır vermiyor. "Yazacaklarım bitecek sanıyorsanız yanılıyorsunuz. 'The End' ancak tabutumda yazacak." sözleriyle de okurlarının gönlüne su serpiyor.

Jülide Karahan

10 Ekim 2005/Zaman

30 Eylül 2005 Cuma

Müziği görün, mekânı dinleyin!

"Artık dinleyici, edilgin bir konumda 'izleyen' kişi değil, müziği anlamlandıran etkin bir aktör..." İstiklal Caddesi'nde, akıp giden kalabalıklar içinde siyah bir vitrin camı üzerindeki bu cümle, bir dakikanızı rica ediyor.

Kapıdan geçtiğinizde, 10 ayrı kulaklık, 10 ayrı video görüntüsü ve 10 ayrı hikâye karşılıyor sizi. Olayın "Sesmekân: Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" isimli bir müzik sergisi olduğunu anladığınızda, kulaklıkları çoktan takmış oluyorsunuz başınıza. Artık bildiğiniz doğrular doğru olmaktan, duyduğunuz müzikse müzik olmaktan çok uzak kalıyor. Yani bunca yıl muhatap olduğunuz müziğin bir boyutu hep eksik kalmış, o büyülendiğiniz sesler meğer çokça indirgenmiş örneklerden ibaretmiş. Sözü geçen mekân, Garanti Galeri. Duyulan sesler ise 20. yüzyılın önde gelen bestecilerinden Varèse, Xenakis, Stockhausen, Boulez, Nono, Cage, Brümmer, Schaeffer ve Arel'in besteleri.

Küratörlüğünü Aykut Köksal'ın yaptığı "Sesmekân: Çağdaş Müzikte Mekânsal Çalışmalar" sergisinde, 1950 sonrası mekânsal müzik üretiminden seçilen besteler; çizim, metin ve video kayıtları eşliğinde sunuluyor. Biz Türklerin aslında basit anlamıyla köy düğünlerinden ve Ramazan ayında sahur vakti sokakları gümbürdeten davulculardan aşina olduğu 'mekan ile müziğin iç içeliği', bu sergide akademik bir yüzle karşımıza çıkıyor. Türkiye'de ilk kez izleyicinin karşısına çıkan bu bilgi birikiminin bütün meselesi, müziğin mekânsallık özelliğini kullanan ve bunun üzerine giden müzik yapıtları. Aykut Köksal, 20. yüzyıl müziğinin temel sorunsallarından birinin dinleyici ile ilişkiyi yitirmesi olduğu görüşünden yola çıkıyor. Bu sorunun nedenini ise gelişen kayıt teknolojilerinin dinleti imkânlarını dinleyicinin kendi yerine taşıması, yüzyıllar boyu bir sahnenin içine kapanan müziğin bu kez de plaklarda tutsak kalması olarak açıklıyor.

1950 sonrası mekânsal müzik üretiminin en önemli özelliği, dinleyiciyle doğrudan ilişkinin yeniden kurulması olmuş. Yani müziğin olmazsa olmaz iki öğesi müzisyen ve dinleyici yeniden aynı yerde -müziğin üretildiği yerde- bir araya gelmiş. Müziğin hem zamansal hem de mekânsal oluşunu, "Aynı anda iki kelimeyi okuyamayız; ama aynı anda iki sesi duyabiliriz." diyerek örnekleyen Köksal, sesin mekan içindeki yerinin keşfedilmemiş önemine vurgu yapıyor.

Serginin hikâyesi aslında biraz da verilmek istenen algı ile mekânsal yerleşimin bu algı üzerindeki etkisiyle ilintili. "Bunlar biçim oyunları değil, müziğin anlatmak istediğiyle alakalı." diyerek bu yalın hikâyeyi destekleyen küratör, "Bestecinin müzikten umduğu özel algıyı, CD'den dinlerken asla fark edemeyiz." diyor. Paul Valery'nin "Eupalinos ve Öteki Söyleşimler" kitabında Sokrates'in sorduğu "Görkemli bir şölene katıldığında, bir şölende yerini aldığında, orkestranın salonu sesler ve hayaletlerle doldurduğunu saptamadın mı? Önceki mekânın yerini anlaşılır ve değişken bir mekânın aldığını, daha doğrusu zamanın kendisinin seni her yandan çevrelediğini fark etmedin mi?" sorularına da cevap arıyor bu sergi.

Tasarımını Bülent Erkmen'in, koordinatörlüğünü Pelin Derviş'in gerçekleştirdiği sergiye, önümüzdeki günlerde bir konser ve atölye çalışması da eşlik edecek. Türk bestecilerin mekânsal müzik üretimine yer vereceği konser 26 Ekim'de İstanbul Teknik Üniversitesi Maçka G Anfisi'nde. 4 besteci ve 8 mimarın katılacağı workshop ise 14-15 Ekim'de Osmanlı Bankası Müzesi'nde gerçekleşecek. Sergi, 28 Ekim'e kadar gezilebilir.

Müzikte farklı denemeler

Garanti Galeri'de dinlenebilecek mekansal müzik örnekleri arasında John Cage'in 103 çalgının orkestra şefi olmadan seslendirdiği 90 dakikalık yapıtı, Karlheinz Stockhausen'in 108 çalgıcıdan oluşan büyük bir orkestrayı üç topluluğa bölüp her topluluğu da ayrı bir şefin yönetimine verdiği ve sesin dinleyicilerin çevresinde, farklı yönlerde hareket ettiği yapıtı ilgi çekenler arasında. Centre Georges Pompidou'nun açılışı dolayısıyla gerçekleştirilen Xenakis'in kendi tasarladığı strüktürün içinde, ışık ve müziği birleştiren kapsamlı çalışması "Diatope" ve Pierre Boulez'in canlı elektronik sisteminin kullanıldığı "Répons"u da dinlemeye, dinlemenin ötesinde algılanmaya değer.

Jülide Karahan

30 Eylül 2005/Zaman

19 Eylül 2005 Pazartesi

Ben bir küçük zeytin ağacıyım

Zeytin renkli ve zeytin kokulu küçük bir müze, 'Filistin Doğal Tarih ve İnsanlık Müzesi', misafir oldu 9. Uluslararası İstanbul Bienali'ne.

Filistinli sanatçı Halil Rabah, diğer ulus-devletler gibi geçmişini belgeleyen bir doğal tarih müzesine sahip olmayan ülkesinin özlemine çare oluyor bu projesiyle. Çeşitli şehirlerde koleksiyonlarını sergileyen sürgündeki kurgu müze, politik çatışmaların ve savaşın dışında var olan Filistin'e dikkat çekiyor. Zeytin ağacı kökenli fosiller, kemikler ve taş örnekleri Şişhane'deki Deniz Palas Apartmanı'nda 30 Ekim'e kadar görülebilecek. Yok olmuş zeytin ağacı fosilleri ve tehlike altındaki zeytin ağacı türleri; yarısı yok olmuş ve diğer yarısı da tehlike altındaki Filistin halkını simgeliyor. Kökleriyle birlikte sergilenen küçük zeytin ağaçları belki de bu yüzden cam fanus içinde saklı. Müzenin küçük mağazasında ise zeytin tanesinden mumlar, zeytinyağı ve zeytin ağacı fidanları bulmak mümkün. Çağdaş sanatı, zeytin ağaçlarını ve müzeyi Halil Rabah'tan dinliyoruz şimdi.

Çağdaş sanat, söyleyecek sözü olan sanatçıların özgürce ifade bulduğu bir alan. Bu projenizde hangi cümleler gizli?

Sanat hayatı anlatır, değiştirir, değiştirmeli. Vangh Gogh, Picasso, Michalengelo yaşama nasıl bir şeyler kattıysa ben de öyle bir şeyler katmak istiyorum. Sanat, insanlara yeni ve daha güzel bir yolun kapılarını açabilir. 'Kimiz, ne yapıyoruz, ne yapmak istiyoruz?' sorularının cevabını arıyorum.

İşleriniz hep zeytin ağacı merkezli. Ağacın klasik bir barış simgesi olmasıyla mı ilintili bu? Yoksa zeytin ağacının başka anlamları, temsilleri var mı sizin için?

Zeytin ağacı yaşayan bir araç, bir malzeme, daha ötesi hayatın simgesi. Ağacı alıp başka bir yere götürüyorsunuz ve orada yaşamaya devam edebiliyor. Kendilerine ait zamanları, doğal süreçleri var. Zeytin ağacını bir sembol olarak görmüyorum, ona yeni anlamlar yüklüyorum. O, hayatımızın bir parçası. Zeytiniyle, yağıyla, sabunuyla, tahtasıyla, rengiyle, kokusuyla dünya üzerinde bir yeri var. Dünya tarihinde bir yeri var. Derin bir anlamı var, barışın sembolü deyip kestirip atamayız.

Bizi gerçekle kurgu arasına sıkıştıran müzenin, 1905'te kurulduğunu varsayıyorsunuz. Bu yılı seçmenizin özel bir sebebi var mı?

Müzenin 100. yılını kutlamak için diyebilirim basit olarak. Geçen yıl Filistin'de 75. yılını kutladık, ondan önce Roma'daydık. Müzenin kendine ait bir takvimi var ve zaman çok hızlı ilerliyor. Ama 1905 ayrıca önemli. Filistin'de Osmanlı hakimiyeti olan zamana denk geliyor, daha da önemlisi Türkiye arşivlerinde 1905 yılında
çekilmiş Filistin fotoğrafları yer alıyor. Bugün o dönemki Filistin'den eser yok. 420 köy ortadan kaldırıldı.

Bu fotoğraflardan bahseder misiniz? Onlar da müzeye kazandırılabilecek mi?

Sultan II. Abdülhamit, Filistin'i görmeyi çok istemiş; ama gitmesi mümkün olmamış. Bunun üzerine Filistin fotoğraflarından oluşan bir albüm yaptırmış. Bu fotoğraflar zamanla dağılmış ve şimdi bazıları özel koleksiyoncularda bazıları ise İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi'nin arşivinde. Bunlar, tarihi yeniden yazacak fotoğraflar olabilir. Filistin'den gelen müze ve arşiv çalışanları bienal süresince araştıracak ve belki bu fotoğrafların kopyaları müzeye dahil olabilecek.

Filistinli bir sanatçı olmak politik mesajlar vermemek gibi bir kaygıya, bir baskıya sebep oluyor mu? Ülkenizin temsilcisi, sözcüsü olmanız bekleniyor mu sizden?

Üzerimde sanat yapmanın, güzel işler tasarlamanın, onları bitirmenin baskısını hissediyorum. Filistinli olduğum için kamuoyuna bazı gerçekleri anlatmak gibi bir dertten çok içinde yaşadığım şartlar kendimi böyle ifade etmeme sebep oluyor. Politik kurgular sezebilirsiniz, ama ben bir politikacı değil, bir sanatçı, daha da önemlisi bir aktivistim. Farkındalık yaratmaya çalışıyorum. Ama ne yaparsam politik bir şey aranıyor altında. Çalışmalarımda özellikle politik mesaj vereyim diye uğraşmıyorum. Yani sanat; estetik güzellik ve yaşam için var benim için.

Ulusal kimliğiniz sanatçı kimliğinizin önüne geçsin istemiyorsunuz yani?..
Yaşadığınız coğrafyanın sizi diğer sanatçılardan ayıran etkisini göz ardı edebiliyor musunuz?


Tabii ki hayır. Ama doktorlar, berberler, çiftçiler de etkileniyor aynı şeylerden. Evet sevmiyorum işgali, patlamaları, savaşı. Bir sanatçıyım, tepkimi yansıtsam sesim daha çok duyulur diye mi üzerime geliyorsunuz? Ama bir formülü yok, yani savaş var, sanatım onun için böyle diyemem.

BM binası önüne zeytin ağacı dikti

Halil Rabah için; yerlerinden sökülen ağaçlar Filistin halkıyla özdeş. Sanatçı, Filistin'den Cenova'ya götürdüğü zeytin ağaçlarını Birleşmiş Milletler (BM) binasının önüne dikerken ağaçların orada yaşayıp yaşayamayacaklarını görmek istemiş. Kore'de zeytinyağı sergileyen Rabah, Kudüs'te zeytinyağının dikenli tellerle çevrili bir bidonun içine döküldüğü bir iş tasarlamış. Kahire'de ise bir hastanenin yoğun bakım ünitesindeki yatağa zeytin ağacını yatırmış.

Jülide Karahan

19 Eylül 2005/Zaman

8 Eylül 2005 Perşembe

'İstanbul bir çekim merkezi, dünyanın gözü burada olacak'

İstanbul Modern, 9. İstanbul Bienali'ne paralel bir sergiyle modern sanatın günümüzdeki en ünlü isimlerini bir araya getiriyor. 17 Eylül'de açılacak 'Çekim Merkezi' adlı sergi, müzenin ilk uluslararası sanat etkinliği olacak.

Bu yılki Venedik Bienali'nin yöneticisi Roza Martinez'in küratörlüğünde gerçekleştirilecek sergiye, aralarında Türkiye'nin de bulunduğu 10 ülkeden 16 sanatçı katılıyor. Karmaşık dünyanın estetik, sosyal ve politik meselelerini göz önüne seren sanatçıların çalışmalarının yer aldığı "Çekim Merkezi", İstanbul Modern'in, daha geniş bir bakışla İstanbul'un, önemli bir sanat merkezi haline geldiği düşüncesini de pekiştirir nitelikte. Sergi, dünyanın en önemli modern sanat ustalarının işleriyle birbirinden farklı ulusal arkaplanları, kuşakları ve sanatsal mecraları bir araya getiriyor. 'Çekim Merkezi'nde işleri olan sanatçılar şöyle: Haluk Akakçe (Türkiye), Pilar Albarracin (İspanya), Anish Kapoor (İngiltere), Sierra Santiago (İspanya), Ghada Amer (Mısır/ABD), Janine Antoni (Bahamalar/ABD), Christian Boltanski (Fransa), Rem Koolhaas (Hollanda), Monica Bonvicini (İtalya), Louise Bourgeois (Fransa/ABD), Kemal Önsoy (Türkiye), Gülsün Karamustafa (Türkiye), Jeff Koons (ABD), Juan Munoz (İspanya), Richard Wentworth (İngiltere), Maaria Wirkkala (Finlandiya).

1997'de 5. Uluslararası İstanbul Bienali'nin, 2005'te Venedik Bienali'nin küratörlüğünü yapan, aynı zamanda İstanbul Modern'in de baş küratörü olan Roza Martinez, şüphesiz on parmağında on marifet olan bir isim. Martinez ile 'Çekim Merkezi' sergisini, İstanbul Modern'i, modern sanatı ve bienalleri konuştuk.

Sergiye bu enerjik ismi nasıl verdiniz? İstanbul'un ve bu müzenin modern sanatın merkezine oturma çabasını mı vurgulamak istediniz?

Aslında ilk başta, müzenin ilk uluslararası sergisi olması sebebiyle "Bu sadece bir başlangıç"tı serginin ismi. Sonra hazırlıklar sırasında dünyanın durumundaki istikrarsızlık öne çıktı, hayatla daha iç içe bir konsept aradım. Güvensizlik, yabancılaşma ve istikrarsızlık nedeniyle "Sürekli İstikrarsızlık" koydum. Ama fark ettim ki Balkanlar'da Erdem Kosova da aynı başlığı kullanmış sergisinde. Aynı başlığı aynı zamanlı ve yakın coğrafyalarda kullanamazdım. Bir de Türkiye istikrarsızlık kelimesinden bıkmış bir ülke zaten. Bu ismi de değiştirdim. Bu kez denge kavramına doğru sürüklendim. Dünyada siyasi, sosyal ve ekonomik bir denge arayışının varlığı yadsınamazdı. Bu arayış, sanatı da çok etkiliyordu. Bu, aslında herkesin bir çekim merkezine ulaşmayı istemesiydi. Sosyal, bilimsel, psikolojik olarak dengeyi yakalamak çok zor, her şey kavgalı birbiriyle. Benim isteğimi, sancılı bir süreçten sonra "çekim merkezi" karşıladı.

Sanatçıları ve işleri nasıl belirlediniz?

'Denge' ve 'çekim merkezi' üzerinde durdum eserleri seçerken. Serginin bir bütünlük içermesi gerekliydi. Sanatçılar arasında denge gözettim. Önemli olan, konsepte uyan bir bütünü, kaliteyi yakalamak. Sergilenen her eser tek tek birer 'çekim merkezi' aslında. Hepsi önemli mesajlar içeriyor. Bir de video, resim, heykel, fotoğraf, enstalasyon arasında, yani teknik olarak da denge gözettim. İşlerin hepsi İstanbul'da ilk kez görülecek. Önemli çağdaş sanat merkezlerinden gelen eserler, çok aranan isimler var aralarında.

İstanbul, sanatın merkezine yerleşmeyi başarabilecek ve bunda istikrarlı olabilecek mi sizce?

İstanbul, jeopolitik açıdan çekim merkezinde bir defa. İki kültürü birleştiren ve kendine çeken bir şehir. Onun ötesinde, dünyada yeni bir olgu var. Paris ve Londra, eski hegemon merkezlerini kaybediyorlar. İstanbul tek başına hareketin ve çekimin merkezi. Paris, Londra, New York gibi bir ekol aslında. Yaratıcılığı çekiyor ve üretiyor. Hem müze, hem şehir hem de sanatçılar aksiyon merkezi olacak. İstanbul, artık sanat ve sanatçılar arasında köprü oluyor. Benim için bu açıdan da değerli. Değişim sürecine de tanık oluyorum. Kökenlerini inkar etmeden çağdaşlaşıyor İstanbul. Dinamik yapısıyla beni çok mutlu ediyor. Köprüye bir taş da ben koymak istiyorum. İstanbul Modern'de sabit bir görevi bu nedenle kabul ettim.

Sergi, bienalle eşzamanlı ve bienal mekanlarından birine komşu. Bienalin rüzgarından istifade etmeyi mi düşündünüz?

Biz bienalle aynı ailedeniz ve kardeşiz. Rekabet söz konusu değil. Ben hazirana kadar Venedik Bienali ile meşguldüm. Ancak sonra sergiye ağırlık verebildim. Ama haklısınız, her şey bir araya geldi. Bienalin misyonu yeni yetenekleri keşfetmek, tanıtmak ve gelecekle bağlantı kurmak. Müzenin misyonu ise artık rüştünü ispatlamış çağdaş sanatçıları ağırlamak, çağdaş sanat belleğinin kurumsallaşmasını sağlamak. Bu anlamda geçmiş ve şimdiki zamanı içeriyor. Birbirini tamamlıyor, dengeliyor bienal ve sergi. Bienal üretimin merkezi, yeni işler sergilenir. Küratörler Charles ve Vasıf özellikle yeni işler istediler. Müzede ise paradigma değeri olan yapıtlar sergilenir.

Çağdaş sanat açısından geçmiş, günümüz ve gelecek bir araya geliyor diyebilir miyiz?

Evet, tam da öyle oluyor. İstanbul çekimin gerçekten merkezi olacak. Dünyanın gözü bu şehirde olacak. Bu iki olay birbirine güç verecek. Bienalle geleceğin sanatçılarına kapılar açılırken, müzedeki sergide, adını kabullendirmiş işler izlenebilecek.

'Venedik Bienali uyuyan güzel, İstanbul Bienali dinamik'

"Venedik Bienali uyuyan bir güzel gibi. Değişime kapalı ve çok ağır çalışıyor. Eski ve köklü, ama dinamik değil. Bir durağanlık var. İstanbul ise dinamik, yaşıyor, açık. Ben çok bienalde küratörlük yaptım. En zengini hangisi ve yeniden hangisini yapmak istersiniz derseniz, İstanbul derim. İstanbul'da enerji, olasılıklar çok güçlü ve İstanbul üretimi teşvik eden bir şehir. İstanbul zengin bir içerik sunuyor. Sanatçıların İstanbul'u tercih etmelerini anlayabiliyorum. Venedik ise uyuyan bir güzel gibi. Ama Venedik bir sanatçı için, kariyeri için hâlâ çok önemli. Bunu yadsıyamayız. Ben İstanbul'un tadını hiçbirinde alamadım. Bir küratöre tanınan imkanlar için de İstanbul farklıydı. En önemlisi sürekliliktir. İstanbul bunu başardı. Ve artık dünyanın en iyi bienallerinden biri oldu. Uluslararası arenada da çok saygın bir yer edindi. Sanatçılar açısından da katılmak istenilen, gözetilen bir olay oldu. Küratörler, işler, sanatçılar açısından çok ilerledi. Bir bienalde diyaloglar oluşması da çok gerekli ve İstanbul bunu başarıyor. Bir de bu sefer tarihi binalar yerine şehrin içinde olan binalarda gerçekleşecek olması beni daha çok heyecanlandıran bir olgu. Daha hareketli, daha canlı olacak gibi. Yıllardır değişik küratörlerin yaklaşımlarıyla zenginleşti. Her küratör yeni bir şey kattı."

Jülide Karahan

08 Eylül 2005/Zaman

5 Eylül 2005 Pazartesi

Bienal'den sonra tarih yeniden yazılabilir!

Safiye Behar, 1890'da Galatasaray Hamalbaşı Caddesi'ndeki 18 numaralı apartmanın birinci katında doğar.

Marx'ı, Proudhon'u, Lenin'i tanıyan ve sosyalist yazarlardan çok etkilenen Behar, gençliğinde Mustafa Kemal'le tanışarak onunla uzun süreli bir aşk yaşar. Cumhuriyet'in kurulduğu yıllarda Şikago'ya taşınmasına rağmen İstanbul ile bağlarını koparmayan genç kadın, Atatürk'le mektuplaşmaya devam eder. Paşanın ölümünden sonra İstanbul'daki evini kapatarak Türkiye ile olan tüm ilişkisini kesen Behar, 1965'te Şikago'da ölür.

Bu hikâye, Avusturyalı sanatçı Michael Blum'un 9. Uluslararası İstanbul Bienali için hazırladığı "The House of Safiye Behar/Safiye Behar'ın Evi"nin bir parçası, hatta kendisi. Tarihin tozlu sayfaları arasında yakalanan boşluklar üzerine kurulan, birinci elden; ama yine kurgu bir kaynaktan beslenen anlatı; İstanbullu sanatseverleri ezberlerinin dışına çıkmaya davet ediyor. Troçki'nin Meksika'daki, Freud'un Viyana'daki ya da Marx'ın Trier'deki, "dönemine şahitlik etmiş olandan turistiğe dönüşmüş" evleriyle benzerlikler taşıyacak müze ev, 16 Eylül'den itibaren bienal mekânlarından biri olan Deniz Palas Apartmanı'nda gezilebilecek.

'Araştırmalara kapı açmak istedim'

Blum'un bienal için tasarladığı işi, Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş dönemine farklı bir açıdan bakılmasını amaçlıyor. Sanatçı, tarihin "kesin, doğru ve değişmeyen olduğu" görüşüne sorularla yaklaşırken izleyiciyi de sorgulamaya davet ediyor. Tarih ile kültür üretimini mizahi ve eleştirel bir dille irdeleyen Blum, "Atatürk'ün hayatı kesin çizgilerle defalarca yazılmıştı. Bu beni rahatsız etti. 'Tarih nasıl yazıldı, kim yazdı, bilinenler yeterli mi?' sorularına cevap ararken yeni araştırmaların yolunu açacağımı da düşündüm." diye söze başlıyor. "Cumhuriyet dönemi reformlarında etkisi olmuş bu kadının varlığına inanmayanlar olabilir, çünkü doğru kabul edilenler sadece yazılanlar." diyen sanatçı, çelişkide kalanları araştırmaya davet ediyor. "Doğru ya da değil, neye göre karar veriyoruz? Tarih, mutlak doğru gibi anlatılır; ama aynı zamanda üzerinde oynanan, ekleme ve çıkarma yapılan bir şeydir. Safiye, hiç tanınmadı çünkü Atatürk ve çevresindekiler yaşananları gizlemeyi bildiler." diyerek kurgusunu sonuna kadar sahiplenen sanatçı, sergideki mektuplardan birine atıf yaparak İsmet İnönü'nün bile bu ilişkiden haberi olmadığını söylüyor.

Böyle bir müze ev oluşturma fikri, kurgunun bir parçası olarak, Behar'ın mimar torunu Melih Tütüncü ile geçtiğimiz yıl Şikago'da tanışan Blum'un Türkiye tarihini araştırmaya başlamasıyla şekillenmiş. 2005'in Mart ayında İstanbul'a gelen sanatçı, Behar'ın terk edilmiş ve kullanılamayacak durumda olan evini bulmuş; ama Galatasaray'daki dairede bunu gerçekleştirmek mümkün olmayınca mekân olarak orayı andıran Deniz Palas Apartmanı'nda karar kılınmış. İstanbul ve Şikago'daki dairelerden toplanan eşyaların yanında torundan alınan belge, fotoğraf ve günlüklerden oluşacak müze, Melih Tütüncü ile yapılan ve anneannesini anlattığı söyleşinin videosunu da içeriyor. Belgelerin içinde Atatürk'ün Behar'a 1911, 1923 ve 1932'de yazdığı mektupların yanı sıra çevirisi yapılmış bir Nazım Hikmet kitabı da var. (Memleketimden insan manzaraları). İnsan Michael Blum'u dinleyip projesinin ayrıntılarına vakıf olunca olup bitenin gerçekliğine inanmaya başlıyor. Bakalım bienal başlayıp sergi gezildiğinde izleyiciler, tarihçiler ve eleştirmenler bu işe ne diyecek?

Fotoğrafçılık ve tarih okudu

1966 Kudüs doğumlu Michael Blum, Fransa'da Ecole Nationale de la Photographie okulunda aldığı fotoğrafçılık eğitimine Paris Üniversitesi'ndeki tarih bölümünde devam etti. Fransa, Hollanda, İngiltere, Kanada ve Brezilya başta olmak üzere çok sayıda ülkede çeşitli kişisel ve karma sergiler açan; 'Homo Oeconomicus' ve 'potlatch.doc' adlı kitapları bulunan Blum'un, çeşitli çağdaş sanat müzelerinde de eserleri bulunuyor. Sanatçı 9. Uluslararası İstanbul Bienali'nin davetlisi olarak Türkiye'ye geldi.

Jülide Karahan

05 Eylül 2005/Zaman

13 Ağustos 2005 Cumartesi

'Artık bir sahnemiz bile yok!'

"Türkiye'ye gelmemize birkaç gün kala, 30 Temmuz'da Bağdat'ta tiyatro binamızın yakınında bir bomba patladı. 'Güle Güle Godot'nun son provasını yeni bitirmiştik. Artık bir sahnemiz yok; ama devam edeceğiz tiyatro yapmaya. Varlığımızın başka bir sebebi yok çünkü..."

Bu sözler, Irak Devlet Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Abdul Hafez Abdullah'a ait. II. Uluslararası Mekan Tiyatro Festivali için İstanbul'a otobüsle ancak üç günde gelebilen topluluk, 15 Ağustos Pazartesi günü Tarihi Galata Köprüsü'nde sahneleyeceği "Güle Güle Godot" isimli oyunla ülkelerinde yaşanan insanlık dramını ve umudun kısık sesini duyurmaya çalışacak. 1968 yılında kurulan ve bugüne kadar 209 oyun sergileyen topluluğun 5 ayrı sahnesinden sadece biri günümüze kadar gelebilmiş. Ülkenin yaşadığı iki savaş, onların dört sahnesini yerle bir etmiş. Son kaleleri de geçtiğimiz günlerde bir bombalı saldırı sonucu büyük hasar görmüş. Topluluk, bütün bu olanlara rağmen, oyunlarını sergileyebilmek için davet edildikleri hiçbir festivali kaçırmıyor. Çünkü, kendilerine verilen her fırsat, paha biçilmez değerde onlar için. Irak Devlet Tiyatrosu Genel Sanat Yönetmeni Abdul Hafez Abdullah ve oyunun yönetmeni Hatem Oda Shalash ile sürekli savaş oyunları oynanan bir ülkede tiyatroyu, yaşamı ve umutları konuştuk.

Hemen her gün bombaların patladığı, onlarca insanın öldüğü bir ülkede tiyatro yapıyorsunuz. Güvenlik gibi bir temel ihtiyaç eksikken; nasıl sanata böyle canla başla sarılabiliyorsunuz?

Tiyatro bizim var olma savaşımızın bir parçası. Saddam devrildikten sonra birbirimize daha çok yakınlaştık. Kendi yağımızla kavrularak bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Güvenlik problemlerini önemsemiyoruz. Amacımız tiyatro yapmayı sürdürmek. Biz oyunu oynadığımız sırada bir bomba patlayabilir; ama bunu düşünerek ve bekleyerek de yaşayamayız.

Halkın tiyatroya yaklaşımı nasıl? Seyirci de sizin kadar cesur mu, izlemeye geliyorlar mı?

Halk dışarı çıkmaya çekiniyor zorunlu olmadıkça. Bazen hiç seyircimiz olmuyor. Ama yazarlar, şairler, tiyatroyla ilgilenenler, entelektüel birikimlerini ülkenin geleceği için seferber etmeye hazır olanlar var. Bazen, nadir de olsa 100 kişiyi buluyor izleyici sayısı. Çok mutlu oluyoruz.

Tiyatronuz Saddam rejimine, 1991 Körfez Savaşı'na ve 2003 Irak Savaşı'na tanıklık etti. Bu süreçler sanatınızı ve oyunlarınızı nasıl etkiledi?

Yaşadıklarımız sanata yansıyor, bu kaçınılmaz. Sanatı icra etmek için politik ortamın da uygun olması gerekiyor. Ama önemli olan vazgeçmememiz. Seyircisiz, sahnesiz, parasız kaldık. Evimizden çıkamadığımız, provalara gidemediğimiz çok oldu. Bunlara aldırmadık hiç.

Beckett'in "Godot'u Beklerken" isimli oyununun ismini değiştirmiş, "Güle Güle Godot" demişsiniz. "Godot"yu, yani simgelediği "umut"u beklemekten vaz mı geçtiniz?

Hayır, umudumuzu dışarıdan gelecek bir güçte aramaktan vazgeçtik sadece. Umudun kendisi yaşamamızın da sebebi zaten. Irak halkı; küçük de olsa bir umut taşımaya devam ediyor, vazgeçmedik bekleyişten. Aslında anlatmaya çalıştığımız tam da Irak halkının bu umuda dair düşleri. Zaten karakter isimleri dışında oyunu yeniden yazdık, Irak'ın savaş sonrası toplumsal yapısına göre yeniden uyarladık.

"Godot", dışarıdan ülkeye yön veren ABD ve siz de ona "Güle güle" mi demek istiyorsunuz?

Biz, temel hak ve özgürlükleri istiyorduk, demokratik koşullarda yaşamanın özlemi içindeydik. Baskılar kolumuzu, kanadımızı kırmıştı. Değişimler, ABD'nin zorlamasıyla ve onun çıkarları doğrultusunda yapılıyor. Bundan rahatsızlık duyuyoruz, sömürülmek istemiyoruz. Keşke dış müdahaleler olmadan kendi içimizde geçirebilsek demokratikleşme sürecini. Irak'taki ABD varlığından rahatsızız. Başta söyledikleri gibi, gitmelerini bekliyoruz.

Oyunlarınızda vermeye çalıştığınız mesajın, sanatın önüne geçtiğini düşünüyor musunuz?

Sanatı politikaya alet ettiğimizi düşünüyorsanız, tam anlamıyla öyle değil. Çoğumuz güzel sanatlar fakültelerinde eğitim aldık. Şartlarımız farklı olsaydı başka konuları da taşırdık sahneye. Oynadığımız oyunlarda yoğunluklu olarak Irak toplumunun sorunlarını işliyoruz, yaşadıklarımızı bir kenara bırakamayız. Uluslararası kamuoyunda sesimizi duyurabileceğimiz umudunu da yüklüyoruz sanatın sırtına. Sivil halkın durumu, bizim dikkat çekmek istediğimiz. İnsanların duygularını, savrulmuşluklarını duyurmak niyetimiz. İnsanlara doğrudan anlatalım olanı biteni istiyoruz. Şanssız bir ülkeyiz biz. Varlıklı ve zenginiz. Ama Abbasi döneminden itibaren zulüm bitmedi hiç.

'Şimdi özgürüz; ama güvende değiliz'

"Körfez Savaşına kadar tiyatro çok iyi gidiyordu. Savaşla ve Saddam'ın başa geçmesiyle birlikte tiyatro Saddam için çalışmak zorunda kaldı. Onu pohpohlayan oyunlara izin vardı sadece. İstediğimiz oyunları oynamamız, düşündüklerimizi söylememiz söz konusu bile değildi. Çok ciddi özgürlük sorunu vardı. Hele demokrasiden söz etme olanağı kesinlikle yoktu. Tam bir astım kestim dönemiydi. Kendimizi güvende hissediyorduk, tek iyi şey buydu. Şu aşamada ekonomi daha iyiye gidiyor, düşündüklerimizi söyleyebiliyoruz. Demokratik kıpırdanmalar oluyor. Şimdi sorun ensemizdeki ölüm korkusu. Yani güvende değiliz. Özgürüz; ama provalara gelip giderken hep tedirginiz. Tercih yapmamız gerekse şimdiki dönemi yani özgürlüğü seçeriz. Bir sanatçı olarak düşündüğünü, hissettiğini anlatabilme nefes almak gibi bir şey çünkü."

Jülide Karahan

13 Ağustos 2005/Zaman

24 Temmuz 2005 Pazar

Deep Purple, İstanbul'dan esti geçti

Dün akşam İstanbul Parkorman'dan oldukça 'derin' ve 'mor' bir grup geçti. Efsane rock grubu Deep Purple, 'Bananas' adlı son albümlerinin dünya turnesi kapsamında, Rockistanbul organizasyonunun düzenlediği konserle iki saatlik bir enerji dalgasını 5 binin üzerinde dinleyiciyle paylaştı.

Grup, yeni şarkılarının yanı sıra 'Perfect Strangers', 'Smoke on the Water', 'Women from Tokyo' gibi klasikleşen şarkılarını da seslendirdi.

40'ına merdiven dayayan ve albümleri 100 milyonun üzerinde satan Deep Purple, konser öncesi basın mensuplarının sorularını cevapladı. Vokalde Ian Gillan, basta Roger Glover, davulda Ian Paice, gitarda Steve Morse ve klavyede Don Airey ile yoluna devam grup, 7 yıl aradan sonra ikinci kez geldi İstanbul'a. Dağılıp dağılıp toplanan üyeler, basın toplantısına gelen hayranlarının, 'Yine bir tehlike var mı?' yollu bakışlarını fark edince, "Korkmayın artık kavgalara, gürültülere, akıl sorunlarına, boşanmalara son verdik." diyerek endişeleri giderdi. 2 yıllık planlarının hazır olduğunu söyleyen grup üyeleri, yakında yeni albümlerinin çalışmasına başlayacak. Deep Purple ruhunu, bunca badireler atlatmasına rağmen kaybetmeyen topluluk, son 10 yıldır sakin sulara demir atmış görünüyor.

Deep Purple, Türk seyircisini nasıl buldukları yolundaki soruya "tahminimizin üzerinde coşkulu ve gürültülü" cevabını verdi. Dünyadaki en heyecanlı ve enerji dolu konserlerini Türkiye'de verdiklerini ve bunu sık sık andıklarını dile getiren Steve Morse, Türklerden sonra en çok İtalyan, Brezilyalı ve Bulgar müzikseverlerin ilgisinden etkilendiklerini söyledi. Deep Purple üyelerinin müziğin gidişatıyla ilgili yorumları ise teknik sorunlara odaklandı. Grubun klavyecisi Don Airey, bugün müzikte fazla yeteneği bulunmadığı halde, biraz teknik bilgisi olan herkesin albüm çıkarmak istemesinden yakındı. Yeni kuşak müzisyenlerden "System of a Down" ve "Queen" gibi beğendikleri gruplar olduğunu anlatan Airey, "Günümüzde görsellik çok ön plana çıktı. Özellikle müzik kanallarında, kliplerde müzikten önce görselliğe önem veriliyor. Ama olumlu bir şey de var ki müzikte 'bağırma' dönemi sona erdi ve gerçek müzik yeniden ortaya çıkmaya başladı.'' şeklinde konuştu. Basın toplantısından sonra, gruba 1994'te katılan gitarist Steve Morse ile konuşma fırsatımız oldu. Konserin atmosferini izleyicinin coşkusunun belirlediğini söyleyen Morse, özel bir şova gerek duymadıklarını vurgulayarak, "Bizim şova, görsel zenginliğe ihtiyacımız yok, müziğimiz hem kulağa, hem göze, hem bedene yetiyor, önce müzik gelir." dedi.

Deep Purple, bitmek tükenmek bilmeyen kadro değişimlerini atlattı ve her şeye rağmen 21. yüzyılda da hâlâ ayakta; hâlâ eskisi kadar derin ve mor... Dün akşam da dedeli torunlu hayran kitlesine İstanbul Parkorman'da sert bir nostalji rüzgârı eşliğinde seslendi ve gitti.

Ayrıldılar barıştılar, sonra istikrar geldi

Eleman sirkülasyonuyla Brezilya dizisini andıran Deep Purple, müzik tarzını sık sık değiştirmiş olsa da genel ruhunu hiçbir zaman kaybetmedi. Progresif rock'tan kulakları rahatsız eden heavy metal tarzına kadar değişen, hatta bir ara Guinness Rekorlar Kitabı'na 'Dünyanın en gürültülü müzik topluluğu' olarak giren grup, gitarist Ritchie Blackmore, vokalde Rod Evans, basçı Nick Simper, klavyeci Jon Lord ve davulcu Ian Paice tarafından 1968 yılında İngiltere'nin Hertford kentinde kuruldu. İlk albümleri 'Shades of Deep Purple' dan "Hush" single'ı Amerikan Top 5 listesine girdiyse de, İngiltere'de pek fark edilmemiş. 1970'ler, Deep Purple'ın en verimli ve ticari açıdan en başarılı devri oldu. 1973 tarihli "Who Do We Think We Are" (Kim olduğumuzu sanıyoruz?) ve bu albümden çıkan "Woman from Tokyo", grubun başarısını iyice perçinledi. Arada geçen yıllar, ayrılıklar ve birleşmelerle dolu olsa ve üyeler sık sık değişse de Deep Purple adıyla çıkan albümler, dağılmasına rağmen grubun her zaman popüler kalmasını ve marka değerini korumasını sağladı. 1994'te Steve Morse'un katılımıyla grup tekrar stüdyoya döndü ve 1996'da "Purpendicular" ve 1998'de "Abandon" albümlerini yaptı. Grubun son albümü 'Bananas' ise 2003'te yayınlandı.

Jülide Karahan

24 Temmuz 2005/Zaman

9 Temmuz 2005 Cumartesi

'Bu şehri Mimar Sinan'ın torunları inşa etmiş olamaz'

Mimarlık denince akla ilk gelen isimdir Sinan. İstanbul'daki 22. Uluslararası Mimarlık Kongresi'ne de damgasını vuran büyük usta, dimdik ayakta duran eserleriyle adından sıkça söz ettirdi. Ona hayran olan isimlerin başında ise Uluslararası Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner geliyor. Kongrenin ardından Zaman'la birlikte İstanbul'u havadan inceleyen Lerner, şehrin iki yüzü arasındaki farkı ortaya koyarken Sinan'a atıf yapıyor.

Yenikapı'dan kalkan helikopter, Sultanahmet ve Ayasofya üzerine geldiğinde iki elini birden kaldırarak şu sözleri söylüyor: "Muhteşem Sultanahmet. Elimi uzatsam minarelerine değecek neredeyse... Ben İstanbul'un sembolü olarak Ayasofya'yı göstermiştim, yanılmışım." Tarihî yarımada ve Boğaz'dan sonra İstanbul' un arka semtlerine yol alırken ünlü mimarı bir suskunluk kaplıyor. "Bu binaları, Sinan'ın torunlarının yaptığına beni kimse inandıramaz." derken, pilottan rica ediyor: "Lütfen beni Taksim, Ortaköy ve Sarıyer civarına götür."

Uluslararası Mimarlar Birliği (UIA) Başkanı Jaime Lerner, İstanbul'a hayran kaldı. Önceki gün sona eren 22. Uluslararası Mimarlık Kongresi için İstanbul'a gelen Jaime Lerner ile dün İstanbul'u havadan gezdik. Yenikapı'dan kalkan helikopterimiz Sultanahmet üzerine geldiğinde ünlü mimar, gördüğü manzara karşısında adeta büyülenmişti. Pür dikkat Sultanahmet Camii'ni ve Ayasofya'yı inceleyen Lerner, iki elini birden kaldırarak "Muhteşem Sultanahmet. Kubbeleri, görkemi, mimarisi olağanüstü. Elimi uzatsam minarelerine değecek nerdeyse..." diyerek hayranlığını ifade etti. Ayasofya, Topkapı Sarayı, Yeni Cami, Galata Kulesi üzerinde uçarken de, Lerner benzer sözler söylüyordu. Dolmabahçe Sarayı üzerine geldiğimizde ise Boğaz'ın manzarası karşısında adeta büyülenmişti: "Bu gördüğüm manzara gerçek olamaz. Rüyadayım galiba. Bu rüya hiç bitmese keşke..."

Tarihî yarımada ve Boğaz'dan sonra Lerner ile İstanbul'un arka semtleri Bayrampaşa, Gaziosman-paşa, Esenler ve Bağcılar üzerine geldik. Ünlü mimarın rüyasından uyanma vakti gelmişti. Biraz önce gördüğü hayal şehir ile bu çarpık yapılaşmanın aynı kent olup olmadığını ironik bir biçimde sorarak, "Bu binaları, Sinan'ın torunlarının yaptığına beni kimse inandıramaz." dedi. Biraz önce sevincinden kabına sığmayan, hayranlıkla etrafına bakan mimar gitmiş; yerine, kafasını önüne eğip konuşmayan, yorum yapmayan bir başkası gelmişti. Bu manzaraya daha fazla dayanamamış olacak ki pilottan tekrar Taksim, Ortaköy ve Sarıyer'e götürmesini rica etti. Belki gördüğü kötü manzarayı unutmak istiyordu...

Aslında Lerner'e "Helikopterle İstanbul turu yapmak ister misiniz?" şeklinde sorduğumuzda, arabayla gezmeyi tercih edeceğini belirtmişti. Nedense helikopter fikri ona pek cazip gelmemişti. Ama ısrarımızı kıramadığı için bir saatlik bir İstanbul turuna 'evet' dedi. Tarihi eserleriyle göz kamaştırıcı, doğal manzarasıyla büyüleyici bir kent üzerindeki turumuz bittikten sonra, dünya mimarlarının üstadı kabul edilen Lerner'e, İstanbul'u nasıl bulduğunu sorduk. Tek kelimeyle cevap verdi: 'Büyüleyici'. Kendisini en çok neyin etkilediği sorusunu ise şöyle cevapladı: "Tabii ki Sultanahmet Camii. Daha önce Kadir Topbaş'a İstanbul'un sembolü Ayasofya olmalı demiştim. Ama yanılmışım. Başkana buradan çağrıda bulunuyorum: İstanbul'un simgesi kesinlikle Sultanahmet Camii olmalı. İstanbul ile ilgili başına 'en' gelen bütün kelimeler Sultanahmet olmalı. Ben daha önce bu kadar etkileyici bir yapı görmedim. Minareleri, bu minarelerden okunan ezan sesi... Hepsi, çok güzel bir armoni oluşturuyor. Niye hâlâ sembol aranıyor bu kente? Hem de bulutlara değen minareler, bu minarelerden yükselen ezan sesi varken!"

Dünyanın en güzel kenti: İstanbul

İstanbul gökyüzünden nasıl görünüyor?

Kendimi rüyada zannettim. Yeryüzündeyken de bu kent çok etkileyiciydi. Ama şimdi söyleyecek şey bulamıyorum. İstanbul fantastik, çok etkileyici ve renkli. Zengin bir tarihi, kültürü var ve hepsi uyum içinde. Camiler tarihi, yüksek binalar ise şehrin modern tarafını temsil ediyor.

Tarihi yarımadayı, Boğaz'ı gezdik. Bayrampaşa ve Gaziosmanpaşa'yı gördük. Aynı kentte bu kadar derin uçurumun olması sizi şaşırttı mı?

Sultanahmet'i, Süleymaniye'yi, Ayasofya'yı, Boğaz'daki yalıları yapan insanlar mı yaptı bu yapıları. Bunların Mimar Sinan'ın torunları olduklarını düşünmek istemiyorum. Kent ile ilgili çok hata yapılmış. Bütün bunlara rağmen kentin tarihi kimliği korunmuş.

Helikopterden bakınca, İstanbul'un eski ve yeni semtleri hemen fark ediliyor.

Evet; tarihî, modern ve fakir yerler diye üçe ayırabilirim şehri. Fakir bölgelere de mimarinin girmesi lazım. İyi mimari için her zaman çok para gerekmez. Kötü binalar çok; ama işin sevindirici tarafı, tarihi doku korunmuş. İstanbul, Avrupa'daki birçok şehirden daha iyi durumda.

Bir Mimar Sinan daha gerekli herhalde bu şehre...

Mimar Sinan, çok büyük bir sanatçı. Bir besteci gibi, bir ressam gibi böyle mimarlar, birkaç yüzyılda bir gelir dünyaya.

Tarihi yarımadadaki yapılaşma sizce bir tehdit oluşturuyor mu?

Bir şehirde dokunulmaması gereken şeyler vardır ve bunlardan birincisi tarihtir. Başka uygarlıklar, sizi sizden uzaklaştırmak istediklerinde, özellikle işgaller sırasında bozar şehrin dokusunu. Modernleşmek güzel; ama geleneksel olanla uyum içinde olmalı yeni yapılar. Hemen dokunulmazlık ilan edilmeli. Tarihinize sahip çıkın.

İstanbul'un en büyük sorunu sizce ne?

Trafik.

Bir çözüm öneriniz var mı?

Toplu taşıma. Tramvay, metro, otobüs, hepsi uygulanabilir; ama tramvay daha iyi. Çünkü, tramvay yapmak metro kadar uzun sürmüyor ve daha ucuz.

Tramvay hattı kurmak için geç kalınmadı mı?

Bir defa İstanbul'da taşıtlar aynı alanda rekabet ediyor. Farklı alanlarda ve hatlarda çalıştırılmalı. Aynı hatta hem otobüs, hem tramvay, hem minibüs, hem vapur kullanmak yerine, çeşitli taşıtlar, farklı güzergâhlarda yoğunlaştırılmalı. Trafik her şeyin aynı noktaya yoğunlaşmasından oluyor. Kadir Topbaş'ın bu problemin üstesinden geleceğine inanıyorum.

İstanbul için bir öneriniz var mı?

İyi bir kent istiyorsak, çocukları eğitmekle işe başlamalıyız. Ben bütün projelerimi çocuklar üzerine kuruyorum. Çocuklar okulda kendi şehirlerini çizmeli, yarışmalar yapılmalı. Çünkü çizerlerse daha iyi anlar ve saygı gösterirler. Büyük yapılanmalardan önce küçük sorunlar çözülsün. İnsanlara kendi şehirlerine saygı duymak öğretilmeli. Sadece trafik ışıklarını öğretmek okulda çok yetersiz. Şehri öğretmeliyiz. Böylece şehir geleceğe kalabilir.

Hegel, mimariyi klasik ve romantik diye ikiye ayırıyor. Sizce İstanbul'un en klasik ve en romantik mimarisi hangisi?

Benim 'en'le başlayan bütün sorulara vereceğim cevap bundan böyle Sultanahmet Camii'dir.

İstanbul'a mimari açıdan yaklaştığımızda diğer şehirlerden farkı?

Şehir 25 yüzyıllık bir mimariyi barındırıyor. 7 tepeli bu şehirde neler yapıldı üst üste. Bu şehir mimari açıdan en iyisi diyemem. New York çok iyi. Oradaki kaosu seviyorum. Paris hazırlanmış, gösteriye çıkarılmış. Uğraş verilmiş düğüne hazırlanmış bir gelin gibi. Güzel bir elbise giymiş, saçları, makyajı yapılmış. Rio natürel bir güzelliğe sahip. Doğası var. Londra daha ayrı. Roma'da her köşede tarih var. Yaşlı, yüzü kırışmış; ama güzel bir kadın. İstanbul'un güzelliği ise göz kamaştırıyor. Ama bu güzelliği tanımlayamıyorum. Masallardaki prensesler gibi güzel ve gizemli. Ama sesini duyuramamış.

Abdullah Kılıç - Jülide Karahan

09 Temmuz 2005/Zaman

6 Temmuz 2005 Çarşamba

Istanbul'un sembolü Sultanahmet'tir

Dünyaca ünlü mimarları bir araya getiren Uluslararası Mimarlık Kongresi'nde İstanbul'un sembolü gündeme geldi. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Dünya Mimarlar Birliği Başkanı Jaime Lerner ve ABD'li ünlü mimar Peter Eisenman; bu konuyu tartıştı.

İstanbul'un bütün olarak eşi ve benzeri olmayan eser olduğunu ifade eden Lerner, bu tarihin tek bir yapıya hapsedilemeyeceğini belirtti. Geçen yıl Venedik Bienali'nde 'Yaşam Boyu Başarı Ödülü' alan Eisenman ise, "Ayasofya dememi bekliyorsunuz; ama bence Sultanahmet." diye konuştu. Başkan Topbaş, eski düşüncesinde ısrar ederek yeni bir sembole ihtiyaç olduğunu belirtti. Kongreye katılan diğer mimarların tercihi ise Ayasofya oldu. Geçtiğimiz aylarda da semazen ve Fatih heykeli önerileri kamuoyunda yankı bulmuştu.

İstanbul'un bir bütün olarak eşi benzeri olmayan bir eser olduğunu, bir tek yapıyla bu kentin anlatılamayacağını belirten Lerner, "Buraya gelmek için birçok mimari sebep var, tek bir yapı aramaya gerek yok. İstanbul, kimliğiyle öne çıkmalı, kültürel mirasını göstermeli. Biz bu toplantıyla gözümüzü size çevirdik ve Kadir Bey'e güveniyoruz. Şehre hakkını verin." dedi.
Ayasofya'nın ve Sultanahmet Camii'nin şehrin sembolü olabileceğini söyleyen Eisenman, "Sultanahmet aklın sınırlarını zorluyor. İstanbul dünyaya açılmalı, kendini göstermeli; ama bunun için yeni bir yapıya ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. Eksiklik sosyal ve ekonomik konularda öne çıkıyor. İstanbul'un yeniden, modern yüzüyle keşfedilmesi için geçmişten gelen birikimini sunmalı önce." şeklinde konuştu.

'İstanbul'un bir sembole ihtiyacı var mı, İstanbul denilince aklınıza hangi yapı geliyor?' sorusunu kongreye katılan ünlü mimarlara da sorduk.

Fransız mimar Odile Decq: İstanbul'un karışıklığı, gezerken nerelere gidileceğinin bir anda kestirilememesi heyecan verici. Sakın dışarıdan alacağınız projeler ile Mimar Sinan'ın şehrine, İstanbul'un ruhuna zarar vermeyin.

2004 Pritzker Mimarlık Ödülü sahibi Zaha Hadid: Ayasofya ve Sultanahmet geliyor aklıma İstanbul'u düşününce. İstanbul fantastik, sembolü olsun olmasın değişmez bu. Bütün minareler sesleriyle birlikte İstanbul'un simgesi aslında. Başka bir yapıya ihtiyacı yok bu şehrin.

Kongre Başkanı Suha Özkan: Sultanahmet Camii ve Galata Kulesi simgeliyor bu şehri, İstanbul'u diyebiliriz. Ne yapabiliriz, Paris'te Eiffel'in üstüne kule yapmaya kalkamayacağımıza göre.
İngiliz Mimarlar Enstitüsü Başkanı George Ferguson: İstanbul'u düşündüğümde gürültü, taksi şoförleri dışında Ayasofya ve Topkapı Sarayı geliyor aklıma.

Japonya Mimarlar Enstitüsü Başkanı Yoshiaki Ogura: Kültürlerin harmonisi gibi yeni ve eskiyi birleştiren bir yapı düşünülebilir. Tarihî yapılara sözüm yok ama daha fonksiyonel tasarımlar da yapılabilir.

Parsons Bvinkerhoff Avrasya Direktörü Dr. Çetin Gümüşoğlu: İstanbul deyince Boğaz köprülerini düşünüyorum. Popülist politikalarla yaklaşıp Mevlânâ ya da Fatih Sultan Mehmet diyemeyiz.

Bu arada Hindistanlı mimar Charles Korea, Singapurlu mimar Chandra Abeyasinghe, İtalyan mimar Elio Trusiani, İranlı mimar Bahram Shirdel, ABD'li mimar Michael Sorkin de şehrin yeni bir yapıya ihtiyacı olmadığı ve Ayasofya'nın tek başına yeterli olduğu fikrinde birleşti.

Jülide Karahan

06 Temmuz 2005/Zaman

13 Haziran 2005 Pazartesi

Jahide Wehbe: Doğu'da yalnız savaş değil, sanat da var

İran, Suriye, Irak, Lübnan, Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn, Suudi Arabistan ve Mısır gibi ülkelerden 25 kadın sanatçıyı Türkiye'de bir araya getiren 'Doğu'nun Kadınları / İştarlar Kapımızda' festivali, önceki gün Lübnanlı sanatçı Jahide Wehbe'nin konseriyle başladı.

Repertuvarı Um Kulsum (Ümmü Gülsüm) ve Fairouz (Feyruz) gibi divaların şarkılarından oluşan Wehbe'nin, İbn-i Arabi ve Ömer Hayyam'dan yaptığı klasik şiir uyarlamaları büyük beğeni topladı. Birkaç ay önce Beyrut'un Hariri Meydanı'nda on binlerce kişiye verdiği konser ile dünya basınında büyük ses getiren Wehbe, 9 kişilik orkestrasıyla çıktı İstanbulluların karşısına. Sanatçı, kendi bestelerinin de yer aldığı 15 şarkıdan oluşan konserini, "Ada Sahillerinde Bekliyorum" şarkısıyla bitirdi. Wehbe ile konser öncesi ve sonrasında kendisini, müziğini ve yaşadığı coğrafyanın kültürünü konuştuk.

'Erkek egemen' bir coğrafya kabul edilen Ortadoğu'da klasik Arap müziği denince akla kadın sanatçılar geliyor daha çok. Kadınlar müzik konusunda durdurulamadı mı?

Arap dünyasında kadının bir sürü şeyi yapmasını, mesela düşündüğünü yazmasını engelleyebilirsiniz; ama şarkı söylemesinin önüne geçemezsiniz. Tunus'ta, Lübnan'da, Mısır'da çok kadın var müzikle ilgilenen, şarkı söyleyen. Aralarında beste yapanlar da var. Festivallerde, düğünlerde hep kadınlar şarkı söylüyor. Arap kadınlarının sesleri özel, 3 oktavdan fazla, bulunması zor.

Doğu kadınının sesini dünyaya duyurma süreci için ne diyebiliriz? Mesela Ümmü Gülsüm Arap müziğini başka coğrafyalarda da dinlenir kıldı.

Ümmü Gülsüm, çok güçlü bir ses. Onun döneminde politik ortam çok uygundu. Arap dünyasında bir şeyin başarılı olması yetmiyor; politik ortamın da uygun olması gerekiyor. Sanatın öne çıkmasında koşullar çok önemli. Mesela Mısır'da Nasr döneminde sanatçılar desteklendi ve dünyaya mâl olan kişiler çıktı.

İç savaş geride kalalı 15 yıl oldu, şimdi Lübnan'da şartlar nasıl sanat ve sanatçılar açısından?

Şimdi ortam nispeten daha iyi. Kültürümüze sahip çıkmayı, iyi müzik yapmayı yeniden deniyoruz. Savaş sırasında sanatımız zarar gördü, gelişemedi, geri plana itildi. Sadece müzikte değil, bütün sanat dallarında kesinti oldu. Böyle olunca başka kültürlerle beslenir, başka müzikler dinler olduk. Dünya, aslında küçük bir köy. Sürekli bir kültür akışkanlığı yaşanıyor. Kendi müzikal kültürümüzü oluşturmaz, sahip çıkmazsak yabancılaşıyoruz. Kendi müziğimizi unutmayalım, unutturmayalım diye çalışıyoruz.

Hariri'nin ölümünden sonra verdiğiniz konserde sosyal bir sorumluluk yüklendiniz. Sanatı politikadan ayırmak mümkün olacak mı?

Hâlâ çalkantılı politik süreçlerden geçiyoruz. Bu durum şarkıları, sözleri etkiliyor. Politik şarkılar söylemekten sıyrılamıyoruz. Ölen devlet büyüklerimiz için besteler yapıyoruz. Lübnan'da hâlâ vatan millet şarkıları söyleniyor, söylenmeye de devam edecek galiba...

Yaptığınız müzikten bahsedelim; neleri söylemekten zevk alıyorsunuz?

Müziği Müslüman, Hıristiyan diye ayırmak istemiyorum. Müziğimiz 'Oriental Arabic'. Türkiye'den, Endülüs'ten etkilendik. Müzik etkileniyor. Şimdi Hint akımı var. Sufi müziğini çok seviyorum. Ruhumu dinlendiriyor. Örneğin İbn-i Arabi'den çok etkileniyorum. Sufi müziğini karıştırmayı seviyorum, diğer müziklerle. Klasik müziği de diğer müziklerle karıştırmayı deniyorum.

Pop müziğe yöneliş için ne diyeceksiniz? Sizi rahatsız ediyor mu?

Pop müzik hakkında konuşuyoruz, kendi müziğimizi konuşmuyoruz diye üzüldüğüm oluyor. Güçlü ülkeler değiliz. İktisadi yönden, politik yönden güçlü olmadığımız için kendi müziğimize sahip çıkmakta zorlanıyoruz. Dışarıdan başka bir kültür, başka bir müzik geliyor. Kriterler değişti ne yazık ki. Şimdi önemli olan müziğin, sesin kalitesinden çok, görünüş. Kitle iletişim araçlarının öne çıkardığı kişiler tutuluyor. Moda dergilerinden çıkan kadınlar şarkı söylüyor, dünyada bir yer sahibi oluyor ve medya onların peşinden koşuyor. Eskiden yeteneğe, sese bakılırdı. Şimdi her şey görünüşe endekslendi. Bu bir çılgınlık. Doğru sesleri, yetenekleri koruma dürtüsünü kaybediyoruz.

Batı'da Doğu kültürlerine bir ilgi, bir yöneliş var son yıllarda; bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Şimdi tanınıyoruz. Birçok ülkede konsere, festivale davet ediliyoruz. Son yıllarda Batı medyası sadece Arap müziğiyle değil, bütün olarak Arap dünyasıyla ilgileniyor. Görüyorsunuz yine politikaya geldik. Politik olaylar sanata yardım etmeye başladı aslında. Afganistan ve Irak savaşları, gündemi çok meşgul etti. Yabancılar Arap kültürünü bilmek, tanımak istiyor. Araplar terörist sanılıyor, sanattan anlamaz deniliyor. Biz de kendimizi tanıtmaya, insan olduğumuzu göstermeye çalışıyoruz. 'Biz terörist değiliz' diyoruz.

Problemli ve hareketli bir coğrafyanın kadınısınız, politik karmaşadan yüzünün akıyla çıkabilecek mi sanat?

Sanatın halklar arasında barış sağlamada çok önemli bir yeri var. Dili, ırkı gözetmeksizin yüreklere ulaşıyor. Biz terörist değiliz. Kültürümüzle, sanatımızla insan olduğumuzu dünyaya duyurmak istiyoruz. Sanatçılar olarak böyle bir misyonumuz var.

Doğu'nun Kadınları festivali için neler söyleyeceksiniz? İstanbul'da, böyle bir organizasyonda bulunmak sizin için ne ifade ediyor?

İstanbul'a ikinci gelişim. Yakın hissediyorum bu şehre kendimi. Organizasyona gelirsek; kusursuz işliyor. Dediğim gibi, biz kültürümüzü anlatma, terörist olmadığımızı dünyaya duyurma telaşındayız. Şimdi İstanbul'da bir kez daha anlatmaya çalışacağız bunu. Doğu'da da kadınlar var, sanatçı kadınlar...

Jülide Karahan

13 Haziran 2005 / Zaman

10 Mayıs 2005 Salı

Galata Mevlevihânesi'nden ıssız kumsallara...

Bir zamanlar sandal olan, şimdilerin paslı çivili kütükleri, ıssız ve insansız bir sahilde lodos sonrası görülebilir, bir de Ender Güzey'in "Hava, Su, Ateş ve Toprakla Geçen 35 Yıl" isimli sergisinde.

Hava, su, ateş, toprak... Tabiatın bu dört ana unsurunu bütünlük içinde kullanmak, sanatçının tutkusu. "Ağaç kütüğü, işlenmiş tekne olmuş, tekne batmış, parçası kalmış denizde... Ben o parçayı aldım, boğa yaptım, boğayı yaktım, toprağa karıştı, yeniden ağaç olacak..." diye anlatıyor yaptıklarını Ender Güzey. 'Bütünsel sanat' kavramının Türkiye'deki temsilcisi olan sanatçı, resim ve heykel çalışmalarının yanı sıra, performans ve projelerini İş Bankası Kibele Sanat Galerisi'nde sergiliyor.

1951 yılında İstanbul'da, Galata Mevlevihânesi'nde doğan Güzey, bu özel mekanda geçen çocukluğunun ardından 1969 yılında Münih Güzel Sanatlar Akademisi'ne girmiş. Akademide Prof. Mac Zimmermann'ın asistanlığını yapmış. 1983'ten beri yaşamını Münih ve İstanbul'da sürdüren sanatçı, iki kentin farklı dokusundan besleniyor. Sergisine, fotoğraflar eşliğinde hayatını da dahil eden Güzey, geçmişe olan düşkünlüğünü burada da hissettiriyor. Sanatçı resim yapmaya 10 yaşındayken, Galata Mevlevihânesi'nde başlamış. "Bahçedeki çiçekleri-böcekleri çizerek mi atıldınız bu serüvene?" sorusuna verdiği cevap şaşırtıcı: "Mevlevîleri ve semazenleri çizerdim, hayalimde canlandırıp. Babam Topkapı Müzesi'nde görevliydi. Mevlevihâne dervişlerinin, semazenlerinin huzurlu havasını teneffüs ederek büyüdüm. Bu huzur bütün yaşamıma yansıdı." 30 yıl yurtdışında yaşamasına rağmen İstanbul'dan vazgeçemeyen Güzey, insanların tarihe bu kadar uzak durmasını yadırgıyor ve "Kimse araştırmıyor geçmişi." diye sitem ediyor.

İlhamını denizden alıyor.

Galeriye girişte "boğa adam" figürlü halı karşılıyor ziyaretçileri. Sanatçının bu laciverte boyanmış çöpten adamı, tarih öncesi dönemlerdeki kaya resimlerine benziyor. Güzey, eserlerinde sıkça kullandığı motif için "bilinçaltımın bana bir oyunu" diyor. Serginin bütününde yoğunlukla deniz imgesi var. Kütükler, taşlar, urganlar, paslanmış çiviler, samanlar, sazlar ve kum... Gitgide daha doğal malzemelere yönelen sanatçı, "toprağa dönüş'' diye adlandırıyor bu yönelişi. "Fosil ve Zeus Serisi" adını verdiği kum resimlerinde, yaprak figürleri ve boğalar var. Aquarell tablolarında, kadının doğayla bütünleşen yalnızlığı öne çıkmış. Mavi rengin ve tonlarının ağırlıkta olduğu resimlerinde, denize inen merdivenlere, iskelelere ve kumsallara rastlıyoruz. Gerilimi artıran bu buğulu mekanlarda, nereye gittiği belli olmayan ürpertici duygularla yüz yüze geliyoruz. Yağlıboya tablolarında da yine dalgalar, maviler, basamaklar ve yalnız kadınlar... Sanatçının kalabalıklardaki yalnızlığı anlattığı tuvallerde, zaman ve mekan sınırı, yerini sonsuzluk duygusuna ve belirsizliğe bırakıyor.

Bodrum ve Antalya'daki ıssız koylardan lodos sonrası toplanan ağaç kütükleri, süslerini doğadan almış. Kuş tüyleri, taşlar ve at kıllarıyla süslü kütüklere eski balıkçı ipleri eşlik ediyor. Üzerlerine kâh çalışan eller, kâh boynuzlar, kâh boğalar resmedilmiş. Bir yandan da Ortadoğu, Akdeniz, Çin, Hint, Maya, Aztek, Afrika kültlerinin mistik havası sergiye davet edilmiş. Serginin bir parçası olan "Suyun Nefesi" isimli performansını ise "İçim sızlıyor bu güzelliklerin başına gelenlere..." diye anlatıyor Güzey: "Çocukluğumda Boğaz'da yunuslarla yüzerdim ben. Babam foklarla yüzermiş delikanlılığında. Bu zenginlik bir zamanlar hemen elimizin altındayken şimdi yok oluyor." Performans, elde özenle dolaştıktan sonra yere bırakılan müzik aletine yukarıdan kum yağmaya başlamasıyla sona eriyor. İnsanın doğayla macerasını, alışılmışın dışında bir tarzda görmek isteyenler ve deniz kokusunu özleyenler, Ender Güzey'in sergisini 10 Haziran'a kadar gezebilir.

Jülide Karahan

10 Mayıs 2005/Zaman