28 Şubat 2006 Salı

Sanat dergilerinin altın çağı

Üç-beş yıl öncesine kadar ülkemizde dar bir kesime hitap eden resim ve plastik sanatların, bugün iki elin parmakları sayısınca da olsa yayını var.

Yakın zamana kadar, sergi katalogları dışında plastik sanatlara yer veren "Sanat Dünyamız" ile rahmetli Hamit Kınaytürk'ün tek başına çıkardığı ve magazin ağırlıklı bulunduğu için çok eleştirilen "Sanat Çevresi" dışında dergi yok gibiydi. Kınaytürk, 1978 Kasım'ında selofansız kuşe kağıda basılan, iç sayfaları üçüncü hamur olan ilk sayıyı çıkardığında "Bırak bu boş işleri..." diye çokça uyarılmış olsa da sanat meraklılarının şimdilerde elinden düşmüyor bu dergiler. İlk anda aklımıza geliveren Sanat Dünyamız, Artist, Art&life, P Dünya Sanatı Dergisi, Rh+sanat, Cey Sanat, Genç Sanat, Türkiye'de Sanat ve Plato gibi pek çok dergi süslüyor kitabevi raflarını. Edebiyat alanındaki 220'ye yakın (fanzin dergiler dâhil) derginin yanında bu sayı hiçbir şey ifade etmiyor gibi görünebilir; ancak gelişmenin kısacık bir süreye sığması ve yayınların kalitesi düşünüldüğünde, ortaya çıkan ürünler küçümsenecek gibi değil.

Üç yıl önce yeniden yayınlanmaya başlayan Artist Dergisi'nin Genel Yayın Yönetmeni Kaya Özsezgin, sanat dergilerindeki canlanmayı Türkiye'de son yıllarda çok aktif bir sanat ortamı olmasına bağlıyor ve şöyle diyor: "Olan biteni yansıtmaya, güncel olayları değerlendirmeye olan ihtiyaç, düzenli bir yayını beraberinde getirdi." Üç ayda bir yayınlanan P Dünya Sanatı Dergisi'nin Yayın Koordinatörü Ahsen Erdoğan, plastik sanatlar ve resim sanatçılarının yanı sıra izleyici ve koleksiyoner sayısındaki artışın, ayrıca Türkiye'nin dış dünya ile kültürel ilişkilerinin gelişmesi sonucu ortaya çıkan "Çağdaş sanatta neler oluyor?" sorusuna düzenli bir yayınla cevap bulma ihtiyacının, dergileri desteklediği görüşünde. Bu ay 25. sayısını çıkaran Rh+sanat'ın Genel Yayın Yönetmeni Tevfik İhtiyar ise plastik sanatlar konusunda hâlâ yeterli bilgi akışı olmadığı görüşünde. Genellikle sanat galerileri tarafından çıkarılan dergilerin maddî olarak zor şartlarda çalıştığına dikkat çeken İhtiyar, üç-beş günde tüketilemeyecek ve kaynak olarak saklanacak bu yayınlara gereken değerin verilmediğini öne sürüyor. Henüz 14. sayısı elimize ulaşan Art&life Dergisi Yazı İşleri Müdürü Beste Gürsu ise sanata ilgisi olanların güncel olayları takip etmesine imkan tanıyan dergilerin, genç sanatçıları desteklediğini de söyleyerek işlevlerine çekiyor dikkatimizi. Cey Sanat'ın sorumlusu Cavit Mukaddes, güncel sanatın izlenebilmesi bir yana, genç yeteneklerin, usta sanatçıların ve eleştiri alanında ürün veren kalemlerin aynı potada okuyucuya sunulmasının önemine değinirken, dergilerin eğitici yanını vurguluyor. Genç Sanat ve Türkiye'de Sanat'ın sorumlusu Doğan Paksoy ise sayıdaki artışın sanata verilen önemle paralellik gösterdiği görüşünde.

Sanat dergilerinin bir kısmı, yurtdışındaki okuyucularını da düşünüyor. Türkçe yayımlanan P Dünya Sanatı Dergisi, yılda üç kez "P Art and Culture Magazine" adıyla Avrupa'da İngilizce dağıtılıyor. Üçüncü sayısı baskıya hazırlanan kadronun en genç üyesi Plato, Avrupalı okuyucuları için Türkçe'nin yanında İngilizce metinler de içeriyor. 5. yılını geride bırakan Rh+sanat ise mayıs ayında Türkçe'nin yanı sıra İngilizce yayına geçerek plastik sanatların dünyadaki nabzını tutmayı hedefliyor.

Kaya Özsezgin - Artist Dergisi Genel Yayın Yönetmeni

Son yıllardaki sayı artışı, rekabetle birlikte kaliteyi de getirdi. Sıradan bir dergi piyasada tutunamaz zaten. Yayıncıların büyük kısmının galeri sahipleri olduğu gözden kaçmamalı. Galeriler sanata daha etkin bir katılım gerçekleştirmek istiyor; düzenli bir yayın bu açıdan çok gerekli. Dergi, sanata, genç sanatçılara ve alıcıların galerilere toplanmasına katkıda bulunuyor.

Ahsen Erdoğan - P Dünya Sanatı Dergisi Yayın Koordinatörü

P, sanat eleştirileri ve akademik dosyaları ile bir ders kitabı öğreticiliğinde. Sanat tarihçileri, öğrenciler ve koleksiyoncular sıkı takipçileri. Plastik sanatlara ilginin artması, koleksiyoncuların çoğalması dergilerin önünü açtı. Sanat çevresinin dış dünya ile ilişkilerinin artması ve bienal gibi uluslararası organizasyonlar da bu yayınlara olan ihtiyacı beraberinde getirdi.

Levent Çalıkoğlu - Plato Dergisi Yayın Kurulu Üyesi

Plastik sanatlar alanında bir sıkışma vardı. Bugünün sanatını görünür kılacak, yerel ve ululslararası ortamdaki üretimleri takip edip onları harekete geçirecek bir yayına ihtiyaç duyduk. Güncel üretimin kaydının tutulmasının gerekliliği de bizi böyle bir projeye itti. Bugünün üretimini gelecek kuşaklara aktaracak bir arşiv görevi görüyor bu dergiler.

Jülide Karahan

28 Şubat 2006/Zaman

26 Şubat 2006 Pazar

Deniz ve nergisin sırt sırta verdiği yer: Karaburun

Kaçıp kurtuluvermek. Kimsenin kimseye benzemediği kalabalık bir hayattan herkesin herkese benzediği tenha bir yere sığınmak...

İyot kokusu eşliğinde balık ağlarının arasından geçerken elleriniz cebinizde gözleriniz yerdeyse eğer birinin, “Hayrola evlat, bir derdin mi var? Gel otur hele” demesini beklemek... Kıyı kasabalarının kırçıl sakallı balıkçılarıyla, bu iyi yürekli güngörmüş ihtiyarlarla sohbete dalmak bir balık sofrasında... “Ensesinde derin kırışıklıklar olan sıska adam”ı, Hemingway’in ünlü romanı “İhtiyar Adam ve Deniz”e esin veren Kübalı balıkçı Gregorio Fuentes’i hatırlamak... 85 gün boyunca hiç balık tutamayan, büyük balığı bulmak ve şansını kırmak için okyanusa açılan, sonunda o güne kadar gördüğü en büyük balığı tutan; ancak küçük teknesine sığmayan bu devasa canlıyı köpekbalıklarına kaptıran; ama iskeletini köyüne kadar götüren adamı... Yakaladığı balığa, yani doğaya ve bereketine saygı duyan ve “Yenilmedim aslında, belki biraz fazla açıldım, o kadar...” diyen o bilge balıkçı ile karşılaşmak... Nerede mi? Türkiye’nin en ucunda kalmışlığını iyiden iyiye benimsemiş, bütün uçlar gibi ıssız bir balıkçı diyarı Karaburun’da.

Yazları gelen torunlar dışında pek gence rastlanmayan İzmir’e 100 km. uzaklıktaki Karaburun’un nüfusu 2.950, yaş ortalaması ise 70. İyiden iyiye unutturmuş virajlı yolları onu. İzmir Üçkuyular’dan çıkıp Çeşme tabelasına kanmayarak Urla istikametini seçtiğinizde ve Karaburun yol ayrımına döndüğünüzde ulaşıyorsunuz oraya. Yolun daha başında Narlıdere Güzelbahçe sahilindeki Altınoluk Mandırası’nda kahvaltı niyetine ballı yoğurt yedinizse fazlaca oyalanmayın zira yol sizi sınar, vazgeçmenizi bekler, karşınıza çıkan her koy aklınızı çeler. Mutluluğun dibine vuran basma perdeli evleri, bu evlerin alçak bahçe duvarlarından sarkan limon, portakal ve narları kıskanarak süren yolculuk, Kartal kayasını görünce sona erecek. Mavi bayraklı koyları birer birer geride bırakmayı ve mide bulantısına katlanmayı başardınızsa “iyi ki yol bu kadar virajlı” demenin vakti gelmiştir artık. ‘İnşallah hiçbir zaman düzeltip burayı da kirletmezler’ diye düşünmenin, bir an önce emekli olup yerleşme hayalleri kurmanın, hatta işi gücü bırakıp balıkçılık yapmalıyım diyerek kariyer planlarınızı değiştirmenin de vaktidir gelen. Yok, artık mı?

İşi gücü bırakanlar...

Değil, zira Saipaltı balıkçısı Ahmet Yörük, herkesin söyleyip de yapamadığını yapmış, bundan 18 yıl önce tüm kariyer planlarını değiştirip Karaburun’a yerleşmiş. Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi mezunu Yörük, çalıştığı şehri de, yaptığı işi de terk edivermiş bir çırpıda. Yaş otuz, gönül deli imiş o zamanlar... İçi kitap dolu bir balıkçı kulübesi, yosun kokulu bir tekne ve balık taşıyan motosiklet ise şimdi elde olanlar... “Pişman mısınız?” dediğimizde “Kıskanmayın, burada yaşamayı, yaşlanmayı kim istemez...” oluyor kırçıl sakallı balıkçının cevabı. Doğru ya, insan işte tam da böyle bir yerde ihtiyarlamak ister... Fakat her şey o kadar doğal ve temiz ki, ihtiyarlamaya da fırsat olmaz. Nagehan ve Adnan Adlı çifti de kervana katılanlardan. İzmir’deki işlerinden istifa edip Karaburun’a yerleştiklerinde tarih 1997’yi gösteriyormuş. Restoran ve kafe işletmeye yeltendilerse de esnaflığı bile becerememişler kendi deyişleriyle. Şeyh Bedrettin şenliklerini düzenleyen, Yerel Gündem 21’in kuruluşunda görev alan, Sualtı Araştırmaları Derneği’nin Akdeniz Foklarını Koruma projesinde çalışan çift; şimdilerde nergisin geliştirilmesi, gençlik merkezi kurulması ve küçük bir müze oluşturulması gibi projeler üretiyor Karaburun için.

Ağzınızın tadıyla yaşlanamazsınız da Karaburun’da ne mi yaparsınız? İskelesinden hükümet binasına doğru olan sağlam yokuşu çıkıp, yaşlanamıyorsunuz ya, meydandaki kahvehanede soluklanır, denize karşı çayınızı içersiniz. İskeledeki Albatros Restoran’da tahta masanın üzerinde duran bardağın içindeki nergislere, yanındaki tabaktaki zeytinyağlı enginara, marulun üstündeki kefale bakarsınız da emeklilik hayallerine dalmaktan bir türlü yiyemezsiniz. Köy kahvehanelerindeki yaşlı amcalarla tavla oynarsınız, hile yapmalarına da şaşırarak üstelik. Misafir olduğunuz yerlerdeki insanların ellerinize sinen sıcaklığını şehrinize döndüğünüzde de hisseder durursunuz. ‘’Güneş, deniz, eğlence’’ modu taşıyan tatil adamcıkları buralara pek uğramadığından koylardaki mürekkepbalığı kemiklerini rahatça toplar, eğer varsa muhabbetkuşlarınıza götürürsünüz. Akşamları inlerin ve cinlerin top attığı iskelede, mekân sahibiyle muhabbetin dibine vurup sabah da merkezdeki fırından tazecik ekmek alıp ömrünüze ömür katarsınız. Her gün öğle sonrası mesaisine başlayan imbat rüzgârına karşı kelle keçi peyniri ve kopanist peynirini tadar; denize arkanızı dönüp nergis ve adaçayı toplarsınız. Koylara konuşlanmış köyleri denizden dolaşmak isterseniz kent merkezine iki kilometre uzaklıktaki Saipaltı mevkiindeki balıkçılardan sizi gezdirivermesini rica edersiniz. Dönüşte de keçi peyniri, hurma zeytin ya da saf zeytinyağı almasanız da hiçbir yerde böylesi yetişmeyen bir demet nergisi çantanıza koymadan edemezsiniz.

Efsaneden nergis çiçeğine

İzmir’e bağlı 12 köylü Karaburun, 1415 yılında katılmış Osmanlı topraklarına. Eski adı Ahırlı olan Karaburun’un antikçağdaki adı ise Mimas. İlk yerleşimleri İonyalılar zamanına dayanan bu girintili çıkıntılı kıyılarda Sıcağıbükü, Kumburnu, Çatalkaya Körfezi, Mordoğan İskelesi, Ardıç, Kaynarpınar, Bağabağı, Akbük, Esendere, Olcabük, Bodrum, Karaburun İskelesi, Yeniliman, Kumbükü, Denizgiren, Eğriliman, Dikencik, Karareis, Kocadere ve Gerence adlı 21 koy var.

Yunan mitolojisinde sıkça yer alan Karaburun, Homeros’un ünlü eseri Odysseia’da Rüzgârlı Mimas olarak anılması bir tarafa Narsizm’in öyküsünün geçtiği yer olarak da biliniyor. Efsaneye göre, Irmaklar Tanrıçası Nana’nın oğlu Narcissus, Mimas eteğinde korularda dolaştığı bir gün bir gölcüğün kenarına gelir. Su birikintisine doğru eğilir ve suda kendi yüzünü görür. Yansıyan bu çehreye hemen oracıkta âşık olup kendisini bu seyirden bir türlü ayıramaz. Yemeden içmeden kesilip günlerce kendi aksine hayran hayran bakar. Giderek hissizleşir ve bulunduğu yerde kök salarak kendi ismini taşıyan çiçeğe (nergis) dönüşür, Mimas topraklarına karışır. Narcissus’un öldüğü bu yerlerde ölümsüz Narcissus’un benzeri güzellikte nergis çiçekleri bittiği rivayet edilir. Bugün o yerlerde Çingenelerin fulya diye sattığı dünya güzeli çiçek nergis yetişir gerçekten de.

Jülide Karahan

26 Şubat 2006/Zaman Pazar

16 Şubat 2006 Perşembe

'Ben hâlâ şairim, gizli şuaradan'

14 Şubat, Dünya Öykü Günü'ydü. Pen Yazarları'nca onaylanarak uluslararası kimlik kazanan öykü gününde sunulan "öykü bildirisi"ni, 50 yılını kahramanlarına adamış Tarık Dursun K. kaleme aldı.

"24 saat hikâye yaşıyoruz, yaşadıklarımızı karşımıza çıkanlara anlatıyoruz. Her şeyden bir hikâye çıkar, ama hikâyeci hikâye anlatan değil yazandır." diyordu Dursun K. 1931 yılında İzmir'de doğan, nereye giderse gitsin bir yanını hep kalbini çalan bu şehirde bırakan yazar, okurunun yolunu da illa ki düşürüyor İzmir'e. Edebiyat eleştirmeni Feridun Andaç'ın onun için "İzmir tarihinin belleğidir" demesi boşuna değil. Sait Faik nasıl İstanbul'un, Halikarnas Balıkçısı nasıl Bodrum'un yazarıysa Tarık Dursun K. da İzmir'in hikâyecisi...

75. yaşını geride bırakan yazar, görmüş geçirmişliğin birikimiyle kitapçı vitrinlerine, Aykırı Yayınları'ndan çıkan kitabı 'Hepsi Hikâye'yi hediye etti geçtiğimiz günlerde. Taze hikâyelerin yanı sıra eski tanıdık metinlerin de yer aldığı kitapta; İzmir'in sokakları, yokuşları ve iskeleleri çıkıyor yine karşımıza. Vakti zamanında yolunu şiirden geçiren yazarın şiirle harmanladığı hikâyelerde, pek çok romantik hal de bekliyor okuyucuyu. "Şiiri denemiş olmak kelime ekonomisini öğretti bana." diyen Tarık Dursun K. ile yeni kitabını ve öykülerini konuştuk, hem de kelime ekonomisi yapmadan...

75. yaşınızı "Hepsi Hikaye" adlı öykü kitabınızla kutluyorsunuz...

Bir yanlışı baştan düzelteyim, 'Hepsi Hikaye'nin yirmi beş kadar uzunlu kısalı, eski yeni hikayeleri bir arada toplamaktan öte bir art niyeti yoktu. Yayınlanır yayınlanmaz yayınevinin sorumlusu "Bu kitabınız 75. yaş yılı kutlaması olsa ne güzel olur değil mi?" dedi. Ben de ağzımın bir kenarıyla "Ya evet, çok güzel olur." dedim. İşin bu denli ciddiyetle harmanlanacağını bilseydim... Bir küçük itiraf size, 75 yaşında olmak marifet değil. Her şey olumlulukla olumsuzluk arası, (zaman kısalığı demelerine getiriyorum) insan kendini frenlemese, dayanılmaz bir hıza kaptırabilir. Avni Arbaş'ın Foça yıllarında "resim yapayım, resim yapmalıyım" diye bir elinde fırça, öbür elinde baston, ille de resim yapmaya çabalamasını şimdi daha iyi anlıyorum. 75 yaşmış, pöh!

"Hepsi hikaye" sözünden "geç bunları, hepsi hikaye zaten..." tarzında karamsar bir ruh hali duyumsuyorum...

Doğru; ama o 'karamsar ruh hali' yalnız bu kitaba girmiş hikayelere özgü değil. Benim hikâye geçmişimde var o sizin duyumsadıklarınız. Bu bir insan doğası olayı; herkesten kaçırıyoruz, iş hikâyeye gelince... 'Dürüst olmanın zamanını' söyler hikâye, önce kendinize, sonra okurlarınıza karşı; siz de boyun eğer, içinizdeki alacayı yaza yaza kağıda dökersiniz. Tıpkı ayrılık öncesi insanı basan kara hüzün gibi, pek karamsarlık değil, olmaması da gerek zaten.

Öykülerinizde hep aynı tanıklık, aynı romantik haller... Bir de bu halleri ikili konuşmalar şeklinde kâğıda döküyorsunuz. Niçin yapıyorsunuz bunu?

Şenlik olsun diye belki de. Az önce konuştuk, kişinin doğası yaptığı işe yansır. Siz bana şunu söyleyin; güzel mi, hoş mu, sizi alıp koluna takarak bir başka dünyaya, hikayenin o büyülü dünyasına götürdü mü? Karşılığınız 'evet' ise yazar da, hikaye de işlevini yerine getirmişler demektir. Hem bu ne ceberutluk, hikâyeden ne demelere başka başka işler istiyorsunuz?

'Hepsi Hikâye'de "Aktarılan her şey gerçek, insanlar, kentler, olaylar.. onları bu hikayelerde yaşatmak bir gönül borcu idi." diyerek baştan uyarıyorsunuz bizi. Sahiden bütün öyküler gerçek mi? Foça'yı hiç görmeden anlatan Rekin Teksoy gibi yapmıyorsunuz inşaallah.

Hayır, yapmadım, yapamıyorum. Çok azı öldü o 'kahramanlar'dan. Size bir şey diyeyim mi, biz gerçi "kısmeti kapalı bir gençlik"tik, ne var ki, kendi kısmetlerimizi kısmetsizliklerimizle birleştirdik ve ortaklaşa bir kısmet yapındırdık. Öykülerin sahici ya da kurmaca olmaları neyi değiştirir? Size okutturdular mı kendilerini, içiniz bir hoş oldu mu, bir anlığına bile olsa durup düşündünüz mü; hayatı, insanları, insanın birbirine ettiklerini, aşkları, kadınları ve erkekleri... Ve anılarınızın gayyasına inebildiniz mi? Siz ona bakın.

Her şeyi geçtik de ne demelere aynı öyküleri yeniden anlatıyorsunuz? Gerçi biz hiç bilmiyormuş gibi sonuna dek okuyoruz ya... Mesela yıldızlı bir cümle kurdunuz mu, arkasından Coya ve İsm'al dayınızın geleceğini biliyorum. İsm'al dayı öldü, peki Coya?..

Daha işin başında, ailesiyle birlikte gecenin sabahına karşı vapura doluştular. İzmir'den göçüp gittiler. Hiç haber çıkmadı. Çıksaydı çok şaşırırdım. Her şey gibi aşklar da geçicidir. Kalan hikayedir. Kadınlar unutkandırlar, bilirim.

Jülide Karahan

16 Şubat 2006/Zaman