29 Kasım 2007 Perşembe

Performansı nasıl satın alabilirim?

Bu yıl ikincisi düzenlenen Contemporary İstanbul fuarı yarın başlıyor. Fuarın direktörü Orhan Taner geçen yıl 'İddiamız 10 yıl sonra dünyadaki ilk 10 sanatsal etkinlik arasında yer almak' diyordu. Taner bu yıl daha da iddialı: 10 mu, çok demişiz. Çekingenlik etmişiz. Beş yıl. 2010'da en önemli 10 sanat fuarı arasına gireceğiz. Hatta beş ya da altı...

Adını ilk kez geçen yıl bu zamanlarda duyduğumuz uluslararası çağdaş sanat fuarı Contemporary İstanbul'un ikincisi bugün başlıyor. İlk basın toplantısında, Levent Çalıkoğlu ve Mahmut Hamsici ile işbirliği yaparak hazırladığımız sivri uçlu soruları Contemporary İstanbul direktörü Orhan Taner'e özellikle toplantı sırasında sormuştuk ki iyice köşeye sıkışsın.

Ama vakit gelip de fuarın kapısından içeri girdiğimizde köşeye sıkışan biz olduk. Mekânın kurgusu, yenilenen ışıklandırma ve yeşil elmalar bir tarafa, pek çok eseri izlemenin cazibesine kapılarak epey zaman harcadık içeride. Ön izlemeyle birlikte Lütfi Kırdar'da geçirilen beş günün ertesinde herkes fuarın başarısını anlattı birbirine. Contemporary İstanbul, nasıl olmuş da, Türkiye çağdaş sanat ortamını ortak bir beğenide toplayabilmişti? Bu kayıtsız şartsız başarının sırrı neydi? Geçen yıl bizi "Bu daha başlangıç" diye uyaran Orhan Taner, bu yıl en çok 'uluslararası' kelimesini kullandı konuşmasında. Gerisini varın siz düşünün...

İlk basın toplantısında danışma kurulunun koleksiyonerlerden ve işadamlarından oluşmasını eleştirmiş; sanatçı ve küratörlerin nerede olduğunu sormuştuk. Sonra fuara gidip, tabir yerindeyse, ağzımızın payını aldık.

Gazeteciler bir tarafa, hiçbir zaman birbiriyle aynı fikirde olmayan Türkiye çağdaş sanat ortamından tam not almayı nasıl başardınız?

O basın toplantısını hatırlıyorum. Levent Çalıkoğlu ilk başta bize tepkisel yaklaşan isimlerden biriydi. Ama bu sene küratörlüğünü yaptığı bir sergiyle fuarımızda yer alıyor. Birkaç istisna dışında herkesi aynı çatı altında topladık. Başarımızın ardında onca eleştiriye rağmen değiştirmediğimiz vizyonumuz yatıyor. Berlin'in doğusu ile Şanghay'ın batısındaki coğrafyanın bir sanatsal başkente ihtiyacı var. Atina, Viyana, Abu Dabi gibi merkez olmaya soyunanların İstanbul'un yanında hiç şansı yok. Bunu idrak etmek ve kendimizin farkına varıp hedefi büyütmek çok önemli. Yabancılara gösteriş olsun, turizm ve ekonomi güçlensin diye değil, kendimizi bu bölgenin merkezinde hissetmek için yapmalıyız bunu. O zaman başarı kaçınılmaz oluyor.

Geçen yılki iddianız 10 yıl sonra dünyadaki ilk 10 sanatsal etkinlik arasında yer almaktı...

10 mu, çok demişiz. Çekingenlik etmişiz. beş yıl. 2010'da dünyanın en önemli 10 sanat fuarı arasına gireceğiz. Hatta ilk beş ya da altıya...

Contemporary İstanbul'da bu yıla özgü beklentileriniz neler?

Bu yıl iki yeni hedef belirledik. Biri eserle izleyiciyi barıştırmak. Yani hem mevcut izleyiciyle çağdaş sanat eserini barıştırmak, hem de daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmak. Yani yeni koleksiyonerler kazanmak. İkinci hedefse fuarı uluslararasılaştırmak. 76 galerinin 35'inin yurtdışından olduğunu düşününce o da oldu sayılır.

Geçen yıl galerilerin yüzde 15'i yabancıydı. Bu yıl yüzde 50'si. Yurtdışı galerileri artacak, bir zaman gelecek ve hiç Türk galeri olmayacak mı?

Uluslararası galeriden kastım onun başka bir ülkede olması değil. Türkiye'de olmak uluslararası olmaya engel teşkil etmez. Bir galerinin uluslararası sanatçılarla çalışması, uluslararası fuarlara katılması, uluslararası koleksiyoner ağı oluşturması yani uluslararası düşünmesi gerek.

Yabancı koleksiyonerlere Türk çağdaş sanatını tanıtıp pazarlamak birinci, Türk koleksiyonerlere yabancı sanatçıları tanıtmak ikinci ayak. Bu ikisi atbaşı mı gidecek?

Sizin tabirinizle atbaşı gidecek. Türkiye'de çağdaş sanatın öne çıkmasını istiyorsak eserleri yabancı koleksiyonerlere de satmamız lazım. Bu bir. Yerli koleksiyonerler yabancı galerilerdeki eserleri görüp Türk sanatçıların eserleriyle karşılaştıracak. Bu iki. Ayrıca Türkiye'deki sanatçı ve galericinin üzerinde uluslararası standartları yakalama, uluslararası temaları işleme, uluslararası teknikleri kullanma gibi bir baskı, bir yönelme de olacak. Türk çağdaş sanatı da tüm bu faktörlerden beslenecek.

Türk çağdaş/güncel sanatı galerilerde ne kadar temsil ediliyor?

Türkiye'deki galericiler biz çağdaş sanatı destekliyoruz diyor ama aslında çağdaş sanatla uğraşan çoğu sanatçımız temsil edilmiyor. Galericilerimizin çoğu modern ile çağdaş sanat arasındaki ince uzun ipte cambazlık yapan sanatçıları destekliyor aslında. Bunu anlayışla karşılamak lazım, çünkü ticari olarak daha eminler. Bizim en büyük arzularımızdan biri Türk koleksiyonerlerin güncel sanata ilgi göstermesi. Resmin ötesinde heykel, video, yerleştirme ve fotoğraf satın almaları ve hatta performans sanatı nasıl alınır diye sormaları.

Beral Madra, geçen yıl yazdığı 'Türkiye kendini sorgulayamıyor' başlıklı bir yazısında Berlin'de irkilerek gezdiği birkaç sergiyi anlatmış ve Türkiye'deki sanat fuarlarının tecimsel sanatı göstermeye devam ettiğinden yakınmıştı. Contemporary İstanbul bu eleştiriye cevap verecek kadar cesaretli davranabilecek, yeni denemelere açık olabilecek mi?

Beral hanım eleştirisinde çok haklı ama bunu bir gecede yapamazsınız. Bizim yapmaya çalıştığımız modern sanat koleksiyonerini kapıdan sokup sonra onun karşısına sorgulayıcı sanatın örneklerini koymak. Beklediğimiz 50 bin ziyaretçinin hepsi dünya çağdaş sanat piyasasını çok yakından takip eden insanlar değil ki. Modern Türk sanatının koleksiyonerleri de var. Onlar içeride sorgulayıcı sanatı gördüklerinde kendi galerilerini de sorgulamaya başlayacaklar.

Türkiye'nin içsel dinamiklerinden kaynaklanan eleştirilere göğüs gerebilecek misiniz? Ne kadar cesursunuz?

Geçen sene de cesurduk. Basın toplantısında eleştiri yağmuruna tutulduk ama yılmadık. Bu sene yaptığımız pek çok şey için de geçerli bu. Bazı kesimler 35 yabancı galerinin Türkiye'de aynı anda bir araya gelmesinden hiç memnun değil. Çünkü buradaki bir çok koleksiyonerin yepyeni eserler göreceğinin farkındalar. Bizde senelerdir içe kapalı bir sanat ticareti vardı. Türkiye'deki galeriler bu güne kadar hep emin ticareti yeğlediği için açılım yapamadı. Artık yapacak.

Contemporary İstanbul'un ikincisi 5-9 Eylül'de, bienalle eşzamanlı açılmayı planlamıştı. Neden vazgeçildi?

Birincisi, bienalle karşılıklı gölgeleşmek istemedik. İstanbul bienali'nin açılış haftası çok yoğundu. Kimse bienalin şovunu çalamaz ama pek çok yan etkinlik gerçekleşti. İkincisi, biz geçen sene bu tarihi ilan ettiğimizde İstanbul'daki bir çağdaş sanat fuarının ancak bienal gibi çok önemli uluslararası bir etkinlikle aynı zamanda yapılırsa büyüyebileceği yönündeki telkinlerin etkisindeydik. Fakat fuarın sonunda gördük ki aslında tahminimizden de hızlı ilerliyoruz.

Deutsche Bank sadece maddi anlamda değil, çağdaş sanat koleksiyonu referansıyla da arkanızdaydı ve arkanızda kalması öngörülüyordu. Neden bu sene çekildi?

Onların genel politikasından kaynaklandı bu. Bölgede şube bankacılığına girmeme kararı aldı ve Türkiye'deki sosyal sorumluluk programlarında da değişiklik yaptı. İşbirliğimizi karşılıklı anlaşarak bitirdik.

Ama banka birkaç ay önce Türkiye'deki sponsorluk ilişkilerine devam ediyordu. Sakıp Sabancı Müzesi ile ortak bir sergi yaptılar...

Evet, çok da güzel bir sergi oldu. Bankanın Türkiye'deki diğer sponsorlukları devam edebilir. Bizim fuarımız için belki ileride ve başka formatlarda işbirliğine de gidilir. Ama bu yıl biz Akbank Private Banking ile çalışıyoruz.

Geçen yıl eserlerin yüzde 74'ü satıldı ve 5 milyon avro civarında bir para döndü. Bu miktar sizi tatmin etti mi? Bu yılki hedef nedir?

Basel'de 2 milyar dolarlık aktivite oluyor. 5 milyon avro dünya standartlarının altında. Ama merdiveni hızlıca ve nefesimiz kesilmeden tırmanıp o rakamlara ulaşacağız. Bu yıl iki, belki de üçe katlamayı düşünüyoruz.

Jülide Karahan

29 Kasım 2007/Radikal

13 Kasım 2007 Salı

'Hayat birçok oyunu bozar'

Murat Morova, Galeri Nev'deki sergisinde annesinin küçük bir çocukken 'bakarak yapmaya çalış' diye önüne koyduğu Matrakçı Nasuh'un minyatürlerine dönüyor.

Aslında hacca gitmektir genç adamın niyeti. Yol üstündeki bir ağaç gönlüne hoş gelince, nihai amacı erteler ve orada kalır. Hacca giden bir ihtiyara anlatır ağacın altındaki huzurunu. İhtiyar ibadetini etmiş dönerken, genç hâlâ oradadır. Ertesi sene de bir başka ağacın dibinde. Ferahlığı yolda bularak caymıştır kendine bir son tayin etmekten. Sanatçı Murat Morova da İbn-i Arabî'nin kıssasındaki genç gibi. "Yolda olma duygusunu seviyorum. Tamamlamakla, sona ulaşmakla ilgili bir derdim yok. Son şimdi; kendimi bulduğum yer." diyen 53 yaşındaki sanatçının bu günlerdeki gölgeliği Galeri Nev. Vesilesi de 'Unutulmuş Manzaralar/Menâzir-i Mersiyye' isimli kişisel sergisi. Annesine, minyatür ustası Matrakçı Nasuh'a ve ikisinin içinde olduğu bir çocukluk anına adanmış bir sergi bu. Annesinin Matrakçı Nasuh'a ait küçük bir albümü eline tutuşturup "bakarak yapmaya çalış bakalım" dediği o çocukluk anına...

Haliç manzaralı binanın son iki katına yerleşen 'Unutulmuş Manzaralar', eski bir minyatür kitabının dağılan sayfalarını bir araya getirmiş sanki. Peygamber ile dört halifeyi simgeleyen gülleri taşıyan deve; şehir meydanları, bahar dalları ve bismillah kuşları arasından geçip pencereden görünen İstanbul manzarasına karışıyor. Sembollerin her birini özenle seçen sanatçı, "Sergi, izleyicinin bakışındaki görme samimiyetine bağlı olarak kendini katman katman açacak." diyor ve ekliyor: "Hikâyeler, bakan gözün bilgi ve duyarlığına bağlı. Şimdiki zamanın ağaçları, köprüleri, bina ve anıtları kendi kimlik ve iktidarlarından soyunup eski bir Doğu zamanına gitti. Bir zamanların ilhamlı; günümüzünse yanmış, yıkılmış ve işgal edilmiş coğrafyasına... Yani unutulmuş manzaralara."

Resim tarihine yolculuk

Yolculuk, Doğu coğrafyasıyla sınırlı kalmayarak resmin tarihine sapıyor. Minyatür, hat, fotoğraf, desen, kolaj ve bilmediğimiz nice tekniği bir araya getiren Morova, Batı resminin perspektife dayanan peyzajını Doğu estetiğinin perspektifi reddeden tavrıyla ele aldığını söylüyor. "Suret yasağı vardı, o yüzden resim geri kaldı" ya da "Rönesans yaşanmadığı için sanat gelişemedi" gibi iddiaları reddeden sanatçı, bunun tersini kanıtlamak için çıkmış yola. "Bu kadar köklü bir medeniyet bazı şeyleri yapmıyorsa bir nedeni vardır. Bu, bilmemek değil, tercih etmemektir. Kırmızı giymiyorsam kırmızıyı bilmediğimden değil. Tercih etmediğimden, iç terbiyeme yakıştırmadığımdan..." diyen Morova, perspektifin Doğu'da Batı'dan çok önce bilindiğine emin.

Araştırmaları sırasında Arap bilgini İbn-i Heysem'in 'Kitab-ül Menâzir' isimli kitabına rastlayan sanatçı, bu kitabın Kepler ve Newton'un teorilerine kaynaklık ettiğini söylüyor ve ekliyor: "1000'li yıllarda bakma ve görme üzerine bu kadar yoğunlaşmış bir kültürün bunu sanata aktarıp aktarmamasında bir tercih söz konusu. Tercih etmedik diye sanatımız geri kalmış değildir. Bilelim ya da bilmeyelim yığınla insana vefa borcumuz var."

Kendi kültürümüzden utanır olduğumuzu ve mış gibi yaparak yaşadığımızı söyleyen sanatçı, toplumun bir samimiyet sorunu yaşadığını hatırlatarak "Her şey sonradan monte edildi, tepeden indi. Cumhuriyet'in dayatmaları, elit kadroların inatları... Yarım bir modernizm, yarım bir demokrasi içinde savruluyoruz. Güncel sanat tanımları yapılıyor. Kimin içeride, kimin dışarıda olduğuna birtakım dukalar karar veriyor. Hayat böyle bir şey değil ki. Hayat birçok oyunu bir zaman sonra kendiliğinden bozar." diyor.

Bu kırılmalardan bir nebze uzak kalmasını çocuklukta aldığı içselleştirilmiş değerlere, yani mayasının sağlam olmasına bağlayan Morova; okuyarak, belli izlekleri takip ederek kendine ait bir yolculuk yapıyor. Yolculuğundan mesul bu sergiyi Kaz Dağları'nda, resmi nüfusu 17 olan bir köyde hazırlamış. Çözümler ve cevaplar yerine yeni sorularla örülü sergi, 1 Aralık'a kadar sanatseveri, özellikle de kabı geniş olanları bekliyor.

Jülide Karahan

13 Kasım 2007/Radikal

10 Kasım 2007 Cumartesi

Sinema değil, sergi salonu

İstiklal Caddesi'ndeki yeni sinema salonu 'Sineması'ndaki filmler ay sonuna dek ücretsiz. Kırmızı halılar, koltuklar ve kadife perdelere sahip 'Sineması'nı sanatçı Gülsün Karamustafa açtı.

İstiklal Caddesi'nde yeni bir sinema açıldı. Eskiden sergi salonu olarak kullanılan Yapı Kredi Kâzım Taşkent Galerisi'nin olduğu yerde. Geniş fuayeli, iki katlı sevimli bir yer. Kasım ayı programında iki yerli film ve eski İstanbul görüntülerinden oluşan bir belgesel yer alıyor. Kurucusu Gülsün Karamustafa, sinemanın ismini sadece 'Sineması' koyarak tamlayanı belirsiz bırakmış.

Kırmızı halılar, kırmızılı yeşilli koltuklar, kadife perdelerle renkli terzi atölyelerini hatırlatan bir kokuya sahip 'Sineması'. Karamustafa, "Çok hayal kuran küçük bir kızken ve annemin elbise provaları yaptırdığı terzide ikram edilen likörden bir yudum içip yaldız kâğıtlı çikolatalardan yerken görüyorum kendimi burada..." cümlesiyle onaylıyor durumu.

Ziyaretçilerin ayağı alışsın mantığıyla tüm filmler ay sonuna dek ücretsiz. Kapıdaki bekçi sizi -bilete gerek olmadığını, çünkü bunun sadece bir sergi olduğunu, hatta küratörünün de Rene Block olduğunu söyleyerek- işletmeye kalkabilir. Dikkatli olun. Bu yanılgıya düşmek işten bile değil, zira Gülsün Karamustafa akademi çıkışlı bir ressam.

Bize filmleri anlatması ve kafa karışıklığına bir son vermesi için Karamustafa'yla görüşmek istedik. Çok meşguldü. Aralık ayında Japonya'nın Kyoto kentinde Tatsuo Miyajima'nın düzenlediği bir sanatçı zirvesine davetliymiş. Toplantıya Ryuici Sakamoto ve Krzsztof Wodiczko gibi isimler katılıyormuş. Bunu Kunstverein Salsbourg'da bir kişisel sergi ve Salzbourg Yaz Akademisi'nde üç haftalık bir eğitim görevi izleyecekmiş. Bu kadar yeterli diyerek mail'e razı olduk. 'İnsanlara, kadınlara -en azından sizin filminizdekilere- sadece kendileri olmak neden yetmiyor? Neden başka biri olmak istiyorlar?' şeklindeki sorumuza şöyle cevap verdi Karamustafa: "Son zamanlarda özellikle seçimler sırasında dış görünüş, şekilcilik ve bunun kadın bedenine ilişkin tartışması çok yükselmişti. Her yönden öneriler geliyordu kadınlar açılsın mı, kapansın mı; kapanırsa bunu modacılar eşliğinde mi yapsın ya da açılmalarının limiti ne olsun diye. Öte yandan bayraklı tişörtler vs. Konu devamlı kadın bedeni etrafında dönüp dolaşıyordu. Bu durum sadece bizim yakın çevremizde değil, dünyada da politik bir tartışma olarak sunuluyordu. İşte bu noktada ben kadınların da üzerlerinde oynanan bu çeşit spekülasyonlara karşı onların da bir savunma noktaları olabileceği fantezisini geliştirdim ve film böyle doğdu..."

Alt salonda 1962-73 yıllarına ait İstanbul görüntülerinden oluşan 'Beklediğimiz Günler' isimli film gösteriliyor. Yapı Kredi arşivinden alınmış görüntüler arasında 9. genel nüfus sayımı, İngiltere Kraliçesi'nin İstanbul ziyareti ve Boğaziçi Köprüsü'nün açılışı gibi önemli olaylar var. Belgesel, Reşat Ekrem Koçu'nun İstanbul Ansiklopedisi'ni okurkenki tebessümü yerleştiriyor yüzünüze.

Üst salondaki yapım hayli iddialı. 'Şehirde Gizli Panter Modası' isimli filmde her gün buluşarak panter desenleriyle süslü bir eve gidip, yine panter desenli giysiler giyen kadınlar anlatılıyor. Saat beşi gösterdiğinde sıra dışı şeyler yapma özentilerini bırakarak gerçek hayatlarına dönen kadınların nasıl birden mutsuzlaştığı fark ediliyor. 'Gerçek hayat neden bu kadar mutsuz edici olsun ki?' diye sormaktan alamıyorsunuz kendinizi. Filmin görüntü yönetmeni Paxton Winters, müzigi ise Selim Atakan'a ait.

Üçüncü film 'İşaretleri Okumak', fuayedeki küçük televizyon ekranında. El kamerasıyla ve karşılıklı güvene dayanarak çekilmiş. Şehirdeki punk gruplarının son üç ay içinde verdiği konserler ve punk hayat felsefesine dair ayrıntılardan oluşuyor.

Jülide Karahan

10 Kasım 2007/Radikal

1 Kasım 2007 Perşembe

Zamanın Donduğu Müzeler

Kayıp sanat eserlerinin bir araya toplandığı bir müze düşünün. Küratörlüğü kazaen yapılmış dünya çapında bir müze... Raffaello, Tiziano, da Vinci, Rubens, Caravaggio ve Rembrandt’lar bir arada. Her biri trajik anılarla yüklü Corot, Manet, Van Gogh ve Picasso’lar da...

Geniş sırtlı, açık yeşil bir sandalye. Karşısındaki duvarda altın renkli, ahşap oymalı boş bir çerçeve asılı. Yıllarca Vermeer’in ‘Konser’ tablosunu kuşatan bu çerçeve, 1990 yılının soğuk bir kış gecesinden beri bir başına. Duvardan indirilemiyor çünkü Isabellla Stewart Gardner, 1924’te öldüğünde müzesinin bıraktığı haliyle, donmuş gibi kalmasını vasiyet etmiş. Müzede zaman gerçekten donmuş ama 1924’te değil 18 Mart 1990’da… “Dünyanın her yerinde koleksiyonlarından eser çalınan müzeler için zaman durur, aileden biri geride hiçbir iz bırakmadan ortadan kaybolmuştur.” diyor ‘Kayıp Eserler Müzesi’ isimli kitabı YKY için hazırlayan Simon Houpt.

Dünyanın dört bir yanında pek çok müze için akmıyor zaman. Boston’daki Isabellla Stewart Gardner Müzesi’nde her gün, iki hırsızın müzedeki 12 eseri yağmaladığı 18 Mart 1990. Paris Louvre Müzesi’nde her gün, 3 Mayıs 1998. Bir soyguncunun Corot’un ‘Sevr Yolu’nu hiç fark ettirmeden çerçevesinden çıkarıp dışarı kaçırdığı gün. Oslo’daki Munch Müzesi’nde takvim yaprağı 22 Ağustos 2004’te takılı. Siyah yün başlıklı iki adamın Munch’un ‘Madonna’ ve ‘Çığlık’ tablolarını alıp kaçtığı günde. Montreal Güzel Sanatlar Müzesi’nde her gün, 4 Eylül 1972. Aralarında Rembrandt, Rubens, Corot, Millet ve Delacroix olan 18 tablonun müzeye tavan penceresinden giren üç maskeli adamca çalındığı gün.

Çalındığı fark edilmeyen eserler

Kimi müzelerde zamanın hangi gün durduğu bile bilinmiyor. Matisse’in ‘Kırmızı Pantolonlu Odalık’ tablosu 2000–2002 yılları arasında belirsiz bir tarihten bu yana kayıp. Venezuela’daki bir çağdaş sanat müzesinde sergilenen resmin yerinde sahtesinin asılı olduğu ancak 2002 sonlarında fark edilebilmiş. Benzer bir hikâye Alberto Giacometti’nin ‘Heykelcik’i için de geçerli. Bronz heykelin çalındığı, bir müze çalışanının heykelin ahşap bir kopya olduğunu fark etmesiyle açığa çıkmış. Gustav Klimt’in ‘Kadın Portresi’ 18 Şubat 1997’de çalınmasına rağmen yokluğu ancak ayın 22’sinde anlaşılmış.

Bu eserler bir gün gizemli bir şekilde ortaya çıkarsa, mesela tanınmamış bir koleksiyonerin koltuğunun altında, aranacak ilk yer Kayıp Sanat Eserleri Kayıt Bürosu (Art Loss Register). 1991’de büyük müzayede evleri, sigorta kuruluşları ve sektördeki diğer oyuncular tarafından kurulan ve merkezi Londra’da bulunan büro, 200 bin kayıp ya da mülkiyeti tartışmalı eserin kaydını içeriyor. “Pek çok müzenin atması gereken ilk adım ellerindeki eserlerin basit bir envanterini çıkarmak ve çalınmış sanat eserleri için uluslararası bir veri tabanı oluşturmak.” diyor Kayıp Sanat Eserleri Kayıt Bürosu Yönetim Kurulu Başkanı Julian Radcliffe. 2005’in sonlarına doğru Malezya Ulusal Sanat Galerisi’nin, kayıp olarak bildirilmiş 127 resimden 89’unu müzenin çeşitli yerlerinde bulduğu düşünüldüğünde durumun ciddiyeti anlaşılıyor.

Mona Lisa’nın kaybıyla gelen ünü

Mona Lisa, 1911 Ağustosunda Vincenzo Peruggia adlı İtalyan bir marangoz tarafından çalınana dek öyle çok ünlü bir tablo değilmiş. Genç ölen bir şarkıcının efsaneye dönüşmesi gibi kaybından sonra değerlenmiş. ‘Mona Lİsa’yı Çalmak: Sanatın Bizim Görmemizi Engelledikleri’ adlı kitabında İngiliz psikanalist Darian Leader, da Vinci’nin başyapıtının aslında resim çalındıktan sonra meşhur olduğunu söylüyor ve ekliyor: Soygunun ardından besteciler Mona Lisa ve resimdeki modelin güzelliği hakkında şarkılar yazdı, karikatüristler onu bulmaya çalışan polislerle dalga geçti… Mona Lisa’nın bulunmasına kadar geçen iki yıl boyunca halk, duvardaki boşluğa bakmak için Louvre’a akın etmiş. Hatta müzeye resmin orada olduğu zamankinden çok daha fazla ziyaretçi gitmiş. Leader kitabında “Bu, görsel sanatlara neden baktığımızla ilgili bir ipucu verebilir mi? Kaybettiğimiz bir şeyi mi arıyoruz?” diye sormadan edemiyor.

Her şeyin değiştiği an

Her şeyin değiştiği belli bir an var mıydı? Evet, diyor ve anlatıyor Simon Houpt: 1950’lerin sonlarının Londra’sında bir gün. 15 Ekim 1958. Yer, Sotheby ‘s Müzayede Salonu. O gece, sadece 7 tablo açık arttırmaya çıktı. İki Cezanne, bir Van Gogh, bir Renoir ve üç Manet. İlk beş satış sırasında olağanüstü bir durum yokken sıra Cezanne’nın ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’una geldiğinde her şey değişti. Her biri adları açıklanmayan birer koleksiyoncuyu temsil eden iki New Yorklu sanat taciri birbirlerini kamçılar gibi arttırdı fiyatları. Resim sonunda 610 bin dolara satıldığında bu rakam bir müzayedede daha önce bir resme verilen en yüksek fiyattan 5 kat daha fazlaydı. ‘Kırmızı Yelekli Çocuk’ şu anda Washington National Gallery of Art koleksiyonunda. Yıllar içinde birçok eser, satış fiyatından dolayı şüpheli birer üne kavuştu. Pablo Picasso’nun ‘Pipolu Genç’i 2004 ilkbaharında dünyanın dört bir yanında haber olana kadar pek bilinmiyordu. Ama tablo 104 milyon dolara satılıp şimdiye kadar müzayedelerde satılan en pahalı eser olunca küçük bir çocuk bile ondan haberdar oldu.

Hırsızlık için en uygun zamanlar

Uygun koşullarda herkes sanat eseri çalabilir. Irak Ulusal Müzesi Müdürü Muhsin Hasan’ın 2003 Nisanında müzenin yağmalanmasının hemen ardından çekilmiş görüntüleri hala akıllarda. 10. Uluslararası İstanbul Bienali sanatçılarından Michael Rakowitz, Antrepo No 3’teki ‘Görünmeyen düşman varolmamalı’ isimli yerleştirmesiyle unutanlar için yeniden hatırlatıyor o büyük yağmayı. Ganimet toplama çok eski. 1204’te Konstantinapol düştüğünde Venedikliler bronz San Marco atlarını ve diğer hazineleri çalıp götürmüşlerdi mesela.
Napolyon Bonapart tüm zamanların en cüretkâr sanat eseri hırsızlarından biriydi. Adolf Hitler onun tahtını sallayana dek… Hitler, 1933’te iktidara geldiğinde avangart sanatı küçümseyerek Alman müzelerindeki pek çok esere el koydurmuş. Yoz sanat kampanyası adı altında dünyadaki en büyük kolektif sanat soygununu gerçekleştiren Naziler, ‘güvence altına almak’ adı altında pek çok klasik dönem eserini de üzerlerine geçirmişler.

Çaldığı esere âşık olan hırsızlar

Devonshire Düşesi Georgiana’nın Gainsborough tarafından yapılan portresini 1876’da çalan Adam Worth, sanat eseri hırsızı olarak işe başlayıp çaldığı esere tutsak olanlardan sadece biri. 1990’ların ortalarından itibaren yedi yıl boyunca Avrupa’daki şatolar, kır evleri ve küçük müzelerde dolaşarak hırsızlık yapan Stephane Breitwieser içinse hırsızlığın kendisi bir tutku. 139 müze ve galeriden 232 eser çalan Breitwieser, Kasım 2001’de İsviçre’deki Richard Wagner Müzesinden bir av borazanı çaldığında yakalanmış.

1953’te Londra’daki Victoria &Albert Müzesi’nden bir Rodin heykeli çalan sanat öğrencisi kısa bir süre sonra heykeli geri götürdüğünde niyetinin sadece bir müddet onunla birlikte yaşamak olduğunu söyler. Haziran 2005’te 20 yaşındaki Şilili bir sanat öğrencisi yine Rodin’in ‘Adele’in Gövdesi’ adlı heykelini Santiago Ulusal Güzel Sanatlar Müzesi’nden çaldıktan sonra heykelle birlikte yetkililere teslim olur. Niyetini de müzenin ne kadar korumasız olduğunu göstermek olarak açıklar.

“Ne kadar farklı resim ekolü varsa o kadar farklı sanat eseri hırsızı var.” diyor ‘Kayıp Eserler Müzesi’nin yazarı. Kızdıkları patronlarını aşağılamak isteyen güvenlik görevlileri, emekliliklerini garantiye almak isteyen düşük maaşlı hizmetkârlar, zengin koleksiyonerlerin dikkat çekmek isteyen çocukları, depoya kaldırılmış bir objenin güzelliğine tutulan müze çalışanları ya da bir iki resim çalmanın kamyon dolusu elektronik eşya taşımaktan çok daha kolay olduğunu fark eden sıradan hırsızlar. Oyuncusu kim olursa olsun, bu hırsızlık oyunu her ne sebeple oynanırsa oynansın Simon Houpt’un dediği gibi kaybolan her sanat eseri dünya ortak kültür mirasından çalınıyor.


Jülide Karahan

Milliyet Sanat /Kasım 2007