17 Ekim 2008 Cuma

YÜKSEK LİSANS TEZİ... SONUNDA BİTTİ

TÜRKİYE’DE MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİ /PLASTİK SANATLAR ÜZERİNE BİR İNCELEME

İÇİNDEKİLER

GİRİŞ

BİRİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE PLASTİK SANATLARIN İZLEDİĞİ GELİŞİM

1. DEĞİŞEN SANAT KAVRAMI

2. 1970’LERE KADAR TÜRKİYE PLASTİK SANATLAR ORTAMI

3. 1970’LERDEN GÜNÜMÜZE TÜRKİYE PLASTİK SANATLAR ORTAMI

a. Türkiye Plastik Sanatlar Ortamını Değiştiren Gelişme: Uluslararası İstanbul Bienali

b. İstanbul’un Gösteri Alanına Dönüşmesi

4. GÜNÜMÜZ TÜRKİYE’SİNDE PLASTİK SANATLAR ORTAMI

a. Ülkedeki Siyasi, Sosyal ve Ekonomik Gelişmelerin Sanata Etkisi

b. Türkiye Sanat Ortamında Ayrılma: Galeriler ve Güncel Sanat

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE SANAT MEDYASININ İZLEDİĞİ GELİŞİM


1. TÜRKİYE’DE SANAT YAYINCILIĞI TARİHÇESİ

2. GÜNÜMÜZ SANAT YAYINCILIĞI

3. MEVCUT YAYIN VE PROGRAMLAR

a. Dergiler

b.Gazeteler

c. Televizyon Programları ve İnternet Siteleri

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİ


1. MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİNİN AKTÖRLERİ

a. Editör ve Muhabirler

b. Eleştirmenler

c. Sanat Kurumları ve Küratörler

1. Bağımsız Galeriler

2. Holding ve Banka Galerileri

3. Müzeler

4. Küratörler

d. Sanatçılar

e. İzleyiciler

f. Özel Sermaye

1. Sanat Desteği ile Siyasi Güç Mücadelesi Arasındaki İlişki

2. Şirketlerin Sanat Ödülleri

3. İstanbul’u Pazarlama Aracı Olarak Sanat

g. Sponsorlar ve Halkla İlişkiler Şirketleri

1. Sponsorluk ve İKSV

2. Sponsorluk Yasası

3. Şirketlerin Sponsorluk Beklentileri

4. Müze ve Galeri Sponsorluğu

h. Bakanlıklar ve Yerel Yönetimler

2. SANATSAL FAALİYETLERİN MEDYAYI KULLANMA BİÇİMLERİ

3. MEDYA VE SANAT İLİŞKİSİNDE KARŞILIKLI GEREKLİLİKLER

a. Sanatın Medyaya Olan İhtiyacı

b. Medyanın Sanata Olan İhtiyacı

4. MEDYANIN HABER KABULLERİ

a. Medya ve Sanat İlişkisinde Sponsor Etkisi

b. Medyada Son Üç Yılda Yer Alan Sanat Haberlerine Genel Bakış

1. 2005 Yılı Sergilerinden Medyaya Yansıyanlar

2. 2006 Yılı Sergilerinden Medyaya Yansıyanlar

3. 2007 Yılı Sergilerinden Medyaya Yansıyanlar

c. Son Üç İstanbul Bienalinin Medyada Yer Alış Biçimleri

1. 8. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Medyaya Yansıyanlar

2. 9. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Medyaya Yansıyanlar

3. 10. Uluslararası İstanbul Bienali’nden Medyaya Yansıyanlar

5. KENDİSİ VAROLMAYAN SERGİNİN HABERİ: HACET

SONUÇ

KAYNAKÇA

................

GİRİŞ

Türkiye’de medya ve sanat ilişkisini incelememe sebep olan olay, gerçekte hiç olmayan bir serginin basında nasıl genişçe yer aldığıyla ilgilidir. 15 Ekim 2006’da Şair Eşref Sokak, Tenha Çıkmazı, No:13 Galata adresinde ‘Hacet’ isimli bir güncel sanat sergisi açıldı. Küratörlüğünü (sergi düzenleyicisi) Çanakkale 18 Mart Üniversitesi öğretim görevlisi Fatih Balcı’nın yaptığı sergi için iletişim organlarına güzel bir basın bülteni gönderildi.

Sanat kavramının tüm ideallerini zaman içinde yitirdiğini, boşlukta kendini oynamaya çalıştığını ve adeta yokluğunda varmış gibi yaptığını söyleyen bülten; sanatçı ilan edilenlerin aslında sanatçı olmadıklarını, sanatsal şeyler yapmadıklarını, ama neyi yapsalar sanat diye alkışlandıklarını iddia ediyor ve ekliyordu: “Ölçütün olmadığı yerde sanat her şeyi kapsıyor. Açılan sergilere ilgisizlik, işlerin etkisizliği, yenisi için ortalığın telaşla boşaltılması hep bu durumun sonuçları. Öyle bir durum ki, sergiyi yapmak nerdeyse bir fazlalık.” Küratörün vurgulamak istediği, pek çok serginin sadece iletişim araçlarında dolaşıma girmek için yapıldığıydı.

Basın bülteninin de etkisiyle medyanın ilgiyle karşıladığı serginin açılış haberi; Birgün, Kanaltürk, cekirdeksanat.com, arkitera.com, sanatplatformu.com gibi yerli ve yabancı yaklaşık 15 gazete, dergi ve internet sitesinde yayınlandı. Hatta küratöre; tebrik eden, daha fazla bilgi isteyen, “En yakın zamanda görmeye geleceğim.” diyen 70kadar elektronik posta geldi. Her şey normal ve olması gerektiği gibiydi. Normal olmayan tek şey vardı: Gerçekte böyle bir sergi yoktu!

Sergiyi görmek isteyen bir muhabir, verilen adreste inşaat malzemesi satan firmaların barındığı bir iş hanı ve tostçu dükkanıyla karşılaşınca serginin tamamen kurmaca olduğunu anladı ve süreci anlatan bir haber yaptı. Fatih Balcı, sanat dünyasındaki yüzeyselliğe ve çürümeye tepki göstermek için bir ‘oyun’ tertiplemişti. Bir sanatsal etkinlik için olması gereken tüm belirtilerin olduğu, (web sitesi, basın duyurusu, mail, afiş...) ama kendisinin ortada olmadığı bir çalışmaydı bu. Amacının tüm belirtileri ortada olan sahte bir hastalığı teşhir etmek, sanat çevresindeki yozlaşma ve düzeysizliği ortaya çıkarmak olduğunu söyleyen Balcı’ya göre aslında sergiler gezilmiyordu. Olay; sponsorlar, süslü davetiyeler, açılış kokteylleri, yazılı ve görsel basında yazılıp çizilenlerden ibaretti. Herkes isminin sanatla yan yana gelmesinin peşindeydi. “Sponsorlar serginin niteliğini bile bilmez. Önemsenen tek şey, çalışmaların iletişim araçlarında dolaşıma girmesi.” diyen Balcı, ‘Hacet’ sergisini arayıp hiçbir şey bulamadıklarına inananlara kaç sergide bundan fazlasını bulduklarını soruyordu.

11 Kasım 2006’da Zaman Gazetesi’nde Jülide Karahan imzasıyla yayınlanan ‘Olmayan Sergiye İlgi Büyüktü’ başlıklı haber, sanat dünyasında epey tartışıldı. Doğan Hızlan (Hürriyet) ve Ahu Antmen (Radikal) konuyu irdeleyen birer yazı kaleme aldı. Birkaç ay sonra İstanbul Büyükşehir Belediyesi, Fatih Balcı ve Beral Madra’nın katıldığı bir konferans düzenledi. Fatih Balcı “Amacımız medyayı eleştirmek değil, sanat sistemini sorgulamak.” dese ve olmayan sergi fikrini sadece sanat ortamındaki yozlaşmaya dikkat çekmek için tasarladığını vurgulasa da olayın ucu en çok medyaya dokundu.

Ben de hem olmayan sergiyi ortaya çıkaran bir gazeteci, hem de Genel Gazetecilik alanında yüksek lisans yapan bir öğrenci olarak, Türkiye’de medya ve sanat ilişkisinin nasıl işlediğini araştırmak istedim. Sınırlama gereksiniminden dolayı araştırmamı plastik sanatlar ve medya ilişkisi üzerine yoğunlaştırdım. Diğer sanat dallarını çalışmamın dışında tutarken; plastik sanatlarla ilgili gelişmeleri takip eden dergi, gazete ve televizyon gibi iletişim araçlarını sınıflandırma ve tek tek ele alma gibi bir yöntem izlemek yerine hepsini birlikte değerlendirdim. Araştırmama; medya ve sanat ilişkisinin etkin aktörleri olarak karşıma çıkan sponsor şirketler ve onların halkla ilişkiler bölümü çalışanlarının görüşlerini de dahil ettim. Bu görüşmeler sırasındaki tercihlerimi, önemli sergi ve etkinliklere sponsor olan şirket ve çalışanlarından yana kullandım.

Türkiye’de plastik sanatlar alanındaki etkinliklerin çok büyük bir kısmı İstanbul merkezli olduğundan, araştırmam İstanbul odaklı oldu. Ama elimden geldiğince Anadolu’daki sanat ortamına ulaşmaya çalıştım. Zaman sınırlaması yapmaktan kaçınsam da aslında temel olarak günümüzdeki durumu bir gözlemci olarak ortaya koyduğumu söylemeliyim. İlişkinin tarihsel gelişimine yazılı kaynaklar yardımıyla ulaşabilmeme karşın, 2000’li yıllara dair gelişmeleri daha çok gözlem ve mülakat tekniklerini kullanarak derledim.

Cevabını aradığım temel soru, medya ve sanat ilişkisinde karar verici ve yönlendirici aktörlerin kimler olduğu ve bu aktörlerin etkisinin boyutudur. Bu temel soruyu araştırırken; sanatsal etkinliklerin düzenlenme nedenlerinden birinin gerçekten de sadece iletişim araçlarında dolaşıma girmek olup olmadığı, medyada yer bulan sanat haberlerinin seçilme kriterleri, medyada yer bulmanın sanatçının meşruiyeti için ne kadar gerekli olduğu ile medya ve sanat ilişkisinin geçmişten günümüze nasıl bir seyir izlediği gibi pek çok sorunun cevabı da karşıma çıktı.
Tez, Türkiye’de plastik sanatların izlediği gelişimin aktarılmasıyla başlıyor. Sanat kavramının geçirdiği değişimler ve günümüzdeki algısı açıklandıktan sonra Türkiye sanat ortamında dönüm noktası sayılabilecek bir gelişmeyle; İKSV (İstanbul Kültür Sanat Vakfı) ve İstanbul bienalleriyle devam eden birinci bölüm, günümüz sanat ortamının değerlendirilmesiyle sonlanıyor. İkinci bölümde ise Türkiye’de kültür sanat yayıncılığı, sanat dergileri ve sanat programlarının geçmişi ve günümüzdeki durumu inceleniyor.

Medya ve sanat ilişkisinin ayrıntılı olarak ele alındığı üçüncü bölümde, öncelikle ilişkinin aktörleri tek tek ele alınıyor. Tüm aktörlerin birbirleriyle olan ilişkilerinin anlatıldığı bu bölüm; ayrıca medya ve sanat ilişkisindeki karşılıklı gereklilikler, sanatsal faaliyetlerin medyayı kullanma biçimleri, medyada yer bulan sanat haberlerinin nitelikleri ve önemli sanat olaylarının medyada yer alış biçimleri hakkında detaylı bilgi sunuyor. Olmayan sergi olayının da ayrıntılı biçimde tekrar ele alındığı bu bölümde; medya ve sanat ilişkisi, pek çok editör ve muhabirin görüşüne başvurularak irdeleniyor. Sonuç bölümünde ise, medya ve sanat ilişkisinde belirleyici aktörlerin kimler olduğu ve bu aktörlerin boyutuna dair bulgular özetleniyor.

......................

1 Ekim 2008 Çarşamba

İpekli, şiirli ve baharat kokulu bir sergi


Pera Müzesi’nde açılan ‘Doğunun Cazibesi-Britanya Oryantalist Resmi’ başlıklı sergi, Yale Üniversitesi Britanya Resim Sanatı Merkezi ve Tate Britain’den sonra İstanbul’da. Sırlı, şiirli, buğulu ve baharat kokulu 103 eser, kendimizi yeniden tanıma yolunda haz veren bir durak olarak ziyaret edilmeye kesinlikle değer.

Benim Adım Kırmızı’nın kahramanlarından Enişte Efendi, berzahta kıyameti beklerken, Batı ülkelerinde gördüğü resimlerin cazibesine kapıldığını hatırlar ve günah işlediğini sanarak af diler. Cevabı hisseder içinde: “Doğu da, Batı da benimdir.” “Peki, hepsinin, bütün bunların… Bu âlemin anlamı nedir?” İçindeki ses “sır” gibi, “sev” gibi bir şey der ve Enişte Efendi huzura kavuşur. Dünyada kalanlarsa çeşitli bahanelerle Doğu ve Batı’yı tartışmaya devam eder.

Halen bu âlemin bir köşesinde olduğumuza göre biz de en azından önümüzdeki üç ay süresince, Pera Müzesi’nde açılan ‘Doğunun Cazibesi-Britanya Oryantalist Resmi’ başlıklı sergiyi bahane bilip tartışacağız meseleyi. Önemli olan bunu, eserlerle aramıza görülmeyen bir duvar örmeden becerebilmek. Çünkü sadece o vakit; bu sırlı, şiirli, buğulu ve baharat kokulu 103 eserin tadına varabiliriz.

Batı’nın 1780 ile 1930 yılları arasında Doğu’yu nasıl algıladığının belgesi niteliğindeki bunca eser; Amerika ve İngiltere’den sonra 26 Eylül itibariyle ilham aldığı topraklarda arz-ı endam etmekte. Bundan önceki durakları Yale Üniversitesi Britanya Resim Sanatı Merkezi ve Tate Britain olan sergi, British Council’in ortaklığında Pera Müzesi’nde seyreylendikten sonra Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Şerce Sanat Müzesi’ne gidecek.

Bir tutam fesatlık

Batılı ressamların gözüyle uzak, renkli, egzotik ve gizemli olduğu kadar tehlikeli ve belirsiz olan Doğu, görüldüğünün aksine hayal edildiği biçimde aktarılır resme. Biraz hayali ve nispeten abartılı tablolar o kadar beğenilir ki; Avrupa, bu Doğu masalının gerçeğiyle bir daha hiç ilgilenmez. Doğu da, hem Batılılar hem de kendi kültürüne ‘öteki’ gibi bakan Doğulular için bir masal dünyası olarak kalır.

Serginin afiş ve katalog kapağı gibi ilk izlenimi sunması bakımından önemli ayrıntılarında kullanılan John Frederick Lewis’in ‘Harem Yaşamı, İstanbul’ isimli tablosundan hareketle yazının yönü, kendi oryantalistliğimize çevrilebilir elbette. Resimdeki aynaya yansıyan ayakkabıların izinden hareme girip gözetleme yapmanın hazzını kim inkar edebilir ki... Öte yandan serginin Tate Britain için hazırlanan katalog kapağında, Arthur Melville’in ‘Bir Arap İç Mekanı’ isimli tablosu var ve orada öğle sonrası rehavetine kapılmış bir adamın samimiyet ve dinginliği karşılıyor izleyeni. Edward Said’in tahakküm fikrinin nasıl ötekileştirme politikasına dönüştüğünü damardan anlattığı ‘Oryantalizm’ adlı eserinde Doğu’nun ‘öteki’ olmaya nasıl da hevesli olduğu da vurgulanıyordu ya açıkça, biraz fesatlanacak olsak yolumuz oraya da çıkacak sonunda. Elbette tüm bunlar resimlerdeki ipekliler arasına karışmış hülyalı renklerin güzelliklerini gölgeleyecek değil.

Hiç heveslenmeyin

Doğu’yu okuyup hayal etmenin oraya gitmekten daha eğlenceli olduğu yıllarda, Müslüman Akdeniz dünyasını kısa süreliğine de olsa oraya gidip görerek resmeden sanatçılar arasında Edward Lear, William Holman Hunt, Thomas Seddon, David Roberts, Frank Dillon, George Gordon, David Wilkie, Richard Dadd ve James Müller gibi isimler var. 1839’da Tanzimat’ın ilanıyla Osmanlı topraklarına adeta davet edilen bu sanatçıların ele aldıkları konular portre, gündelik yaşam, manzara, harem ve din. Bu beş ana bölümden oluşan serginin bir köşesinde Lord Byron, Lady Montagu, David Robert ve Arthur Melville gibi ünlü gezginlerin yollarını ve tarihi olayları gösteren bir de harita yer alıyor.

Baştan belirtilmesinde yarar olan bir nokta da izleyicinin, Ingres’in ‘Türk Hamamı’ eserindeki gibi güzellikleri bu sergide boşuna aramaması gerektiği. Çünkü İngiliz oryantalistler, Fransız meslektaşlarının aksine çıplak kadınlardan uzak duruyorlar. Onların tabloları bu bakımdan Fransızlarınkilerden daha gerçekçi ve iyimser. Daha çok suluboya tekniğini kullanan ve küçük ebatlı çalışan İngiliz ressamlar, hamam ve harem sahnelerinde bile nü’den epey uzaklar. Savaş sahneleri, vahşet ve şiddet ise hiç yok. Varsa yoksa ipekliler arasında zamanın durduğu bir yaşam...

Kaçgöçten gayrı

Kadın ve erkeğin kaçgöç bir yaşam sürdüğü Doğu’da, ressamları en çok yoran konu gündelik yaşam resimleri olmalı. Rivayete göre İngiliz gündelik yaşam resminin büyük yeteneği Wilkie bile, İstanbul’da resme uygun konular bulamadığı için büyük bir düş kırıklığı yaşar. Ta ki bir arzuhalcinin iki kadın müşterisini görünceye kadar...

Manzara resimlerinde durum çok daha farklı. Bunu, işine tutkuyla bağlı bir manzara ressamı olan Edward Lear’ın kız kardeşine yazdığı şu satırlardan anlıyoruz: “Büyük beklentilerim vardı, ama gerçekten güzel ve şaşırtıcı manzaralar karşısında daha da büyük bir şaşkınlık ve hayranlıkla kalakaldım. Vadi, baştan sona, sayıca akıl almaz çokluk ve karışıklık içinde büyük bir harabe. Tapınaklar, temeller, kemerler, saraylar... Öyle ki yerin tamamı, büyülü gibi. Buna bir de kayalardaki her yarığın zakkumlar ve sarısalkımlarla dolu ve kumrular, ceylanlar ve kekliklerle capcanlı olduğunu eklersem, keyfime diyecek olmadığını tahmin edebilirsin.”

Britanyalı gezginlerin Doğulu giysiler giyip kendi portrelerini yaptırdıkları eserler zamanın ve serginin gözdelerinden. Özellikle Kraliyet Akademisi’nde 1768’den başlayarak her yıl düzenlenen sergilerde boy gösteren sosyete güzeli Jane Baldwin ve ünlü gezgin Lord Byron’un portreleri, görkemli ölçek ve gözüpek renkleriyle görülmeye değer.

En ilgisiz izleyiciyi bile cezbedecek yegane konu harem ise Avrupalılar için Doğu’yu hatırlatan en sırlı simge. Geceyi cariyelerinden hangisiyle geçirmek istiyorsa, ona bir mendil sallayan Doğulu efendi fikri elbette çok egzotik. Ama söylemeye gerek bile yok. Gerçeklik, Batı’nın Doğu hakkında bildiğini düşündüğü şeyden oldukça farklı. Gerçi yine de Britanya harem resimleri, birçok ufak ayrıntıyı gösterip sonunda hiç bir şey söylemeyerek belirsizliğin zevkini tattırıyor sanatsevere. Dini resimler için de benzer bir kanıya varılabilir. Çünkü İsa’nın yaşamının geçtiği ve Büyük Çile’yi yaşadığı yerler, sık sık ziyaret edilmekle birlikte türlü yasak sebebiyle layıkıyla resmedilebilmiş değiller.

Karanlıktan korkar mısınız?

Pek çok Doğu-Batı tartışmasına gebe olan serginin kataloğunda iki makale var ki, kulak kabartmamak mümkün değil. ‘Karanlıktan korkar mısınız?’ diye bir soru ortaya atan Faslı yazar Fatma Mernissi, makalesinde, serginin Batı’nın karanlığa karşı tutumu ile Batı’nın İslam korkusu arasındaki bağlantıyı irdelemek için olağanüstü bir fırsat sunduğunu vurgular.

Suriyeli yazar Rana Kabbani’nin içinde belirgin bir kızgın ton taşıyan makalesinde ise bambaşka bir tarafa çekiliyor dikkatimiz. Resimlerin yapıldığı dönemde İngiltere’nin askeri ve ekonomik açıdan resimlerde betimlenen yerler ve insanlar üzerinde hükümranlık kurmasına... Ve şimdi böyle bir serginin dünyanın dört bir yanını gezdiği dönemde İngiltere’nin yine bir Arap ülkesinin işgal edilmesine ortak olduğuna...

Serginin sunduğu, bazıları hiç kuşkusuz ayartıcı güzellikteki resimler gerçekten de yapay bir biçimde siyasetten arındırılmış bir dünyayı betimliyor. Britanya’nın Ortadoğu’daki sömürge ‘anı’nın zarifçe es geçildiği görüntülerde; ayaklanma, isyan, yoksulluk, kıtlık, idam ve katliamlardan eser yok. Ama cüppe, hançer ve kılıçlar; sarık, şal ve terlikler; ipek, saten ve kadife giysi ve peçeler; mücevher, yelpaze, kaval, ud ve kemanlar; yastık, halı, havuz, çeşme, kapı, avlu, kemer ve kubbeler tüm ayrıntılarıyla gözümüzün önündeler. Oryantalizmi oryantalizm yapan da bu baştan çıkarıcı ayrıntılar zaten; yoksa resimlere hülyalı bir görüntü veren ince saydam yağlıboya katlarının altındaki gerçekler değil.

Sergi, kendimizi yeniden tanıma yolunda haz veren bir durak olarak ziyaret edilmeye kesinlikle değer; tüm tartışmalara rağmen...

Jülide Karahan

Milliyet Sanat / Ekim 2008


Benim Adım Apel

Galeri Apel, 10. yılını üç ayrı mekanda 49 sanatçının 50 çalışmasıyla kutlarken ve bu vefalı sergiye Orhan Pamuk’un ‘Benim Adım Kırmızı’sından ilhamla ‘Benim Adım Apel’ denmişken; en iyisi sözü galerinin kendisine bırakmak...

Benim adım Apel. Galatasaray Lisesi’nin arkasında, Hayriye Caddesi numara 5’teki o romantik galeri olduğumu söylememe lüzum yok sanırım. Radikal okurları bunu zaten biliyordur. Söz sırası ilk defa bende olduğundan biraz heyecanlıyım, kusura bakmayın. Nasıl olmayayım? Bunca yıl nice sanatçının nice derdine, düşüncesine, hayal ve umutlarına ev sahipliği yaptım. 1998’den beri ağırladığım tüm o sanatçılar benim için üretti eserlerini bu defa. Her biri kendi üslubuyla sanatla geçen 10 yılımı anlattı. Fotoğraf da var bu sergide, resim, heykel, video ve enstalasyon da...

Ufak tefekliğim malum. Bu yüzden 50 eser, Tophane’deki Tütün Deposu’na ve İstiklal Caddesi’ndeki Fransız Kültür Merkezi sergi salonuna dağıldı. Burada ise Canan Pak’ın ‘Kendini Bana Göster’ isimli kişisel sergisiyle benim 10 yıllık geçmişimin görsel özeti kaldı. Neredeyse tüm açılışları fotoğraflayan Canan Hanım’ın bir bildiği varmış, şimdi şimdi anlıyorum. Görseniz, ne güzel bir kolaj oldu. Ne gülümseten... Yıllardır tanıştığım bir dostum, akşam oturmasına gelmiş de gecenin ilerleyen vakitlerinde sohbetimiz yorulunca eski fotoğrafları ortaya dökmüşüm gibi... Ne bahtiyarlık.

Sanatçıların isimlerini tek tek sayacak değilim ama bir ikisini de anmadan geçemeyeceğim. Doğa ağaç odunlarında, kaya katmanlarında günce tutarken ben, sergilerimin hikayelerini unutacak değilim elbet. Selma Gürbüz, İnci Eviner, Yücel Kale, Arzu Başaran ve daha birçok sanatçı ilk sergisini hep burada açtı. Ne mutlu heyecanlardı. Sahibem Nuran Terzioğlu, genç sanatçılara olanak vermekten, onları ümitlendirmekten hiç çekinmedi, çekinmez.

Ben cesaretsiz miyim?

Sonra sonra tanınıp başka galerilerle çalıştı bu sanatçılar, sevindim o zaman. Dost kaldık her biriyle. İşleyişim romantiktir yani. Bu hâl, temalı sergiler bir yana, kişisel olanlara da yansır çoğunlukla. Neredeyse her sergi naif ve romantik olur burada. Sanatçıların mekâna göre üretmelerinden kaynaklanıyor bu galiba. Gezenler bilir; tuğla duvarlı, ahşap zeminli ve nervürlü tavanlı bir iç alemim var. Bristol otelinden kalma kırık fiyata alınmış aynam ve yuvarlağımsı pencerelerimin insanoğlunu bir hoş etmesi gayet doğal. Mütevazılığa lüzum yok; romantik ve zarifim. Bir de samimi. Başkaca da olamazdı zaten. Özellikle de çamaşırlarını iç çamaşırı, havlu ve çarşaf sırasına göre içten dışa asan komşularım düşünüldüğünde...

“Romantizm her yerde var. Bizde biraz fazla. Politika da bir yerde romantik değil mi? İlk başta. İnsanların bir inanç ve ideal uğruna yola çıktıkları noktada...” diyordu geçenlerde sahibem, bir gazeteciye. Lisenin dağılma saati olduğundan duyamadım soruyu. Sanat, elbette bir ifade aracı. Galeriler de daha cesur şimdi. Peki ben cesaretsiz miyim?

Arada politik işler oluyor elbet. Mesela Cem Aydoğan’ın Atatürk’ü bir insan ve arkadaş gibi gördüğü sergi. Atatürk New York’ta geziyor, sanatçıyla beraber rakı içiyordu hani. Yine Aydoğan’ın kızarmış ekmeklerden menkul terörist portreleri. Tanınıyorlardı üstelik. ‘Aaa bu şu, bu bu’ diyordu ziyaretçiler. Sonra laf aramızda küflendi onlar, renkleri değişti. Yeri gelmişken şimdi de benzer bir çalışması sergileniyor Aydoğan’ın. Tütün Deposu’nda. Anlatmayayım da meraklanıp kendiniz görün.

Asla sergilenmeyecek şey

Aynı gazetecinin “Galeri Apel’in asla sergilemeyeceği şey ne peki?” sorusunu duyabildim. Hemen cevap vereyim. Şiddet ve pornografi içeren çalışmalar sergilenemez burada. Yanlış anlaşılmasın, sansürden değil; biz galericek kaldıramayacağımız ve bakamayacağımızdan öyle şeylere. Arzu Başaran’ın ‘İhlal’i ayrıydı tabii. Şiddet, bunca zarif bir şekilde nerede karşımıza çıktı ki...

İyi-kötü, çoğunlukla mutlu, nadiren mutsuz nice gün geçti. Pek çok unutulmaz sergimiz oldu. ‘Kendine ait bir oda’yı görüp de unutan sanatsever var mı? Hele Bayram Candan’ın 650 saatini... Candan dedim de, sanatçının geçen yıl açtığı ‘Bu iş yerinde grev var’ sergisi geldi aklıma. Romantik değil, basbayağı komikti o. Dışarıya serginin adının olduğu kocaman bir afiş asıp altına ‘Resim İş-Heykel İş’ yazmıştı da gerçekten grev var sanarak üzülmüş, geri dönmüştü sanatseverler. Hey Allahım!

Ama yapılacak çok iş var daha. Sahibem mutluyken mutlu olduğunun herkesten çok farkındadır da –bilirsiniz; cıvıldar, gözleri parlar - konu başarı olunca yolun başında sanar hep kendini. Sanat öyle bir şey galiba. Hep eksik. Mutluluk deyince, özellikle bu günlerde Orhan Pamuk elbette... Eskiden, bu kadar ünlü bir yazar değilken, gelirdi arada sırada. Sergileri gezdiği de olurdu ama sohbet ederdi ekseriye sahibemle.

Öyledir zaten. Bir kere tesadüfle de olsa zilimi çalıp içeri giren, yolu düştükçe uğramayı adet edinir, yolunu düşürür hatta. Sadece sanat değil, eksik olan başka bir şey, sohbet de var diye içeride. Sanatçı, aydın ve galerici sohbeti. Çağırıyorum bir şekilde herkesi. Adımı ilk iki katında yer aldığım yüz kırk yıllık Apelyan Apartmanı’ndan aldığımdan ve kelimenin çağrı anlamı taşımasından belki de... Her varlık isminin anlamını üzerinde taşır ya... Çağırıyorum sanatçı, sanatsever, eş, dost ve mahalleliyi. Sağolsunlar hiç eksik olmuyor gelen gidenim. Merdivenlerimin dili olsa da konuşsa diyeceğim, onların tek bildiği gerine gerine ‘bizi Nevzat Sayın yaptı’ demeleri. Nevzat Bey’in çok emeği var üzerimde. O yüreklendirmeseydi sahibem beni almayabilir ve hayat, Armenak Usta’nın marangoz atölyesi olarak sürerdi ve ben şimdiye dek gördüklerimle şahit olduklarımı bilmeden, bir mütahitin ikna becerisiyle miladımı doldururdum.

Bulamayanlar mı var hala yerimi? O kadar söz verdi, bir tabela yapacaktı sözde Belediye. Neyse... Hatasıyla, sevabıyla, eksiğiyle, fazlasıyla 10 yılı geride bıraktık işte. Siz iyisi mi Fransız Kültür Merkezi’nden başlayın tura. Sonra buraya uğrayıp geçin Tütün Deposu’na. Mutlaka. Sonra önümüzde Frankfurt Kitap Fuarı’nda küçük bir sergi ve eee söylemiyeceğim gerisini.

Canan Pak’ın ‘Kendini Bana Göster’ isimli kişisel sergisi 11 Ekim’e dek Galeri Apel’de. ‘Benim Adım apel’ ise 10 Ekim’e kadar hem Fransız Kültür Merkezi’nde hem de 7 Ekim’e kadar Tophane’deki Tütün Deposu’nda. 212 292 72 36


Jülide Karahan /Yayınlanmamış yazı