3 Aralık 2009 Perşembe

İSTANBUL SAĞANAĞA HAZIR


İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği’ni deneyimlemesine sayılı gün kaldı. Şehir, bir yıl sürecek kültür-sanat sağanağına hazır.


Üzerinde bir garip heyecan, bir tatlı telaş. Pırıl pırıl gözleri... ‘İstanbul’un Genç Gönüllüleri: 18 – 70 Projesi’ne katılmış, Atlas Pasajı’ndaki toplantılara gidip eğitimlerden geçmiş; görevlendirilmeyi bekliyor. U2 konserinde çalışacak belki... 18 yaşın bütün enerjisiyle 2010 İstanbul Kültür Başkenti sürecinin içinde. İşten çıkmış yorgun annesine, 2010’un İstanbul’a kazandıracaklarını bir bir anlatabilme derdinde. İyi, peki, tamam... İsterse diğer gönüllülerle birlikte 13 Aralık’taki Tarihi Yarımada gezisine gidebilir. Kültür Başkentliği’nden beklenen tam da bu değil mi? Etkinlikler etrafında toplanan gençler ve onların pırıltılı gözleri…

2010’u havai fişek gösterileri eşliğinde karşılamamıza sayılı gün kaldı. Zaman geçtikçe; sevinen, üzülen, coşan ve kızanlar çoğalıyor. 15 milyon insanın aynı anda mutlu olması, kentin 40 ilçesinde aynı anda güneş açması gibi bir şey ki; İstanbul için bu neredeyse imkânsız. Ama endişeye mahal yok. Avrupa Komisyonu Kültür, Eğitim ve Spor Direktörü Robert Palmer’ın hazırladığı meşhur ‘Palmer Raporu’na göre her şey normal seyrinde. Girişimden fiili sürece geçerken her kent; türlü zorluk, mutsuzluk ve hoşnutsuzluk atlatıyor. Rapora göre şimdi iletişim zamanı. Bu minvalde gönüllülerin bir numaralı görevi de, karşılarına çıkan herkese kültür başkentliğinin bir kent için ne ifade ettiğini anlatmak.

2011 VE SONRASI

On yıl sonra; “İstanbul gerçekten başarılı bir Avrupa Kültür Başkenti (AKB)’ydi” diyebilmemiz için cümle şöyle sürmeli: “Çünkü ‘falanca uygulama’ 2010’da başladı. O ‘falanca uygulama’ sayısı ile başarı doğru orantılı. İşlem yapabilmek için daha bir on yıl beklememiz gerektiğine göre; olasılıkları bir kenara bırakalım ve eldeki kazanımlara bakalım.

Bir kere hiçbir şey olmasa bile İstanbul, proje kurgulayabilme iradesini taşıyan bazı inatçı bireyler kazandı. Sivil toplum, devlet, kamu sektörü ve özel sektör; Kültür Başkentliği sayesinde düşündü, taşındı, yazdı, çizdi, üretti. Ve bu sayede kabul olsun olmasın proje hazırlayıp sunmayı, onlara sponsor arayıp bulmayı öğrendi. Bu sürecin tam ortasındaki kültür-sanat aktörleri; 13 Kasım 2006’dan bu yana bir şekilde göz önünde. (İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti ilan edildiği tarih) Öyle olduğu için daha düzenli ve dikkatliler. Çünkü artık onlar da Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) müzakere sürecinde yaşadığı kontrollerin benzerlerine tâbiler.

Kültür Başkentliği’nin kaçınılmaz getirilerinden biri de sanatçılar arasındaki iletişimin artması. Dünyanın çeşitli ülkelerinden pek çok kültür-sanat insanı 2010 yılı içinde bir şekilde İstanbul’a gelecek. Bu dolaşımı sağlayacak yeterince sergi, konser, gösteri, panel ve sempozyum var programda; merak etmeyin. Ama asıl 2010 yılında İstanbul’a yedi ile on milyon arasında turist gelmesi bekleniyor. Ki aslında düşününce şehirde hiçbir şey olmasa bile organizatörler ‘Avrupa Kültür Başkentliği’ etiketini kullanarak milyonlarca bilet satacak. Örnek olarak 2004 AKB Lille’e dokuz milyon ziyaretçi gittiğini ve kentin ekonomik olarak yüzde 20 büyüdüğünü gösterebiliriz. Aynı şekilde 2002 AKB Brugge de Belçika nüfusunun yüzde 9,5’unun kenti o yıl ziyaret ettiğine dair kayda sahip.

Tabii ki yapılan her şeyin en büyük müşterisi, doğrudan kentte yaşayanlar. Onları en çok ilgilendiren projeler ise kentsel dönüşüm, şehircilik, çevre ve sosyal içerikli olanlar. Tamamlanmış bir İstanbul Kongre Merkezi, yenilenmiş bir Muhsin Ertuğrul Sahnesi ve çalışmaları süren bir Sur-i Sultani şimdilik elimizde olanlar.

KENT PAZARLAMA MODELİ

Avrupa Kültür Başkentliği’nin 1990’lardan itibaren tıpkı bienaller gibi bir ‘kent pazarlama modeli’ haline geldiği malum. Bu durumu kavrayıp avantaja dönüştüren ilk kent 1990 AKB Glasgow (İskoçya). Bunca yıl sonra başarısı hâlâ herkesin dilinde olan Glasgow’da üç önemli konser gerçekleşmiş. Pavarotti, Paul Mc Cartney ve Wings ile Frank Sinatra... Herkes bu üç konseri 1990 tecrübesinin en çarpıcı olayları olarak hatırlıyor. Ama etkinliğin sanat yönetmeni Palmer’a göre bu konserler programın bir parçası bile değil. Şehirdeki olay elitist bakış açısından uzak durulması ve etkinliğin herkese nüfuz edebilmesi. Palmer’ın en önemli tavsiyesi şu: “Mit’i/Efsaneyi yönetmek gerek.”

‘Palmer Raporu’na göre de durum böyle: AKB olarak başarılı sayılan kentlerin en önemli ortak özelliği, etkinlikleri neredeyse şehirdeki herkese ulaştırabilmeleri. Elimizde İstanbul’un ilçelerini tek tek dolaşan bir ‘Taşınabilir Sanat’ örneği var ama başarının kilit cümlesini kurmak için vakit henüz erken.

Steve Austen
(1987 AKB Amsterdam)
Büyük etkinliklere değil; geleceğe yönelik ilişkilere ve umut verici yeni kurum, ağ, faaliyet ve devam edecek sivil toplum kuruluşlarına yatırım yaptık. Bu tecrübe halen var olan projelerin gerçekleşmesine yol açtı ki bunlardan biri Felix Meritis Vakfı.

Hugo De Greef

(2002 AKB Brugge)
2002, gelecek yıllar için bir başlangıçtı. Yılın kendisi harikaydı ama asıl önemlisi AKB’nin geleceğe dönük tarafı. Kent yönetimi tarafından kurulan bağımsız organizasyonumuz muhafaza edildi ve 5 yılda bir kentte etkinlik düzenlemeye devam ediyor.

Nele Hertling
(1988 AKB Berlin)
Merkezde olmayan mekânlara gitmeye ve Batı Berlin’i gelişen çağdaş sanat projeleri laboratuarı yapmaya çalıştık. İşbirliklerimiz bugün hâlâ sürüyor. Ağ kurmak çok önemli. ‘Bir kişi hiç kişidir, iki kişi birden iyidir, üç kişi herkesi arkasına alır.’

Per Svenson
(1998 AKB StoKholm)
Stocholm, 90’ların başında kültürel açıdan ünlü değildi. Kent 1998’den sonra uluslararası düzeyde ünlendi. Turistleri çekmek ve kenti Avrupa’nın kültür haritasında konumlandırmak için çok çalıştık ama ünlü olmak ekstradan geldi.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE ARALIK 2009

................

“KİLİT SORU: BİR İNSAN BU DURUMDA NE YAPAR?”

7’den 70’e herkesin şapka çıkardığı oyuncu Haluk Bilginer, oyunculuğun kilit noktalarını anlattı.

Sahnedeki gibi kalabalık değil. Bir tane Haluk Bilginer var. Oyun bitiyor, perde kapanıyor; O, üzerini değiştirip ‘Haluk’ olarak karşınıza geçiyor. Zamanın geçtiğinin ve bazı şeyleri artık yapamayacak olmanın farkındalığıyla… Çocuk saflığını ceplerinde saklamak isteyen 60’ına merdiven dayamış biri O. Soruya soruyla karşılık verecek denli meraklı. 1985'ten bu yana süren ‘EastEnders’ dizisindeki Kıbrıslı Mehmet Osman rolünü bıraktığında yapımcısının ‘Ne kadar cesursun’ çıkışına ‘Cesur değilim. Aktörüm’ cevabını verecek denli de oyuncu. Derdi, kendi sınırları... Denemeye devam. Bu sezon Oyun Atölyesi’ndeki ‘7 Şekspir Müzikali’ ve Ezel Akay’ın yönettiği ‘7 Kocalı Hürmüz’ ile sahnede ve perdede.

En sevdiğiniz oyuncak neydi?

Mikroskop.

Çok mu meraklıydınız?

Çok. Tahmin edemeyeceğiniz kadar... Takma adım meraklıydı. Her şeyi sorardım. Şimdi de öyle. Merak etmediğim hiçbir şey yok. Büyük patlamadan öncesini bile merak ediyorum. Az önce arkadaşlarla konuşuyorduk; ‘İkizler burcu çok meraklı olur zaten…’ dedi burçlardan anlayan biri.

Bilme, tanıma ve anlama isteği sizi oyunculuğa, oyunculuk da daha fazla bilme, tanıma ve anlama isteğine sürüklemiş olabilir mi? Bir sarmal gibi…

Kesinlikle. Oyuncu olmamın nedeni meraktır. İnsanı merak ediyorum. İnsanın belli durumlarda ne yapacağını, ne hissedeceğini… Oyunculuk bana tahmin etme, deneme ve denediklerimi canlandırma ayrıcalığı veriyor. ‘Bir insan bu durumda ne yapar?’. Kilit soru bu. Araştırıyor, gözlüyor, anlamaya çalışıyorum; özellikle prova sürecinde. İnsanı anlamak için bir ömür yetmez; o kadar sürede kendinizi bile tanıyamazsınız ama olduğu kadar… Ne kadar tanısak o kadar kârdır ve oyun oynamak bunun en iyi yöntemidir. Çocukken tam da bunu yaparız, oyun oynarız. Ve oyunla kendimizi, çevremizi, dünyayı tanırız. İnsan oyun oynayan yaratıktır. Büyüyünce bunu yapabileceğiniz tek yer de sahnedir.

Sahnede izlendiğinizi unutup oyuna daldığınız oluyor mu?

O ulaşılacak en son mertebe. Oyunun sizi oynamasına izin verdiğiniz andan itibaren hata yapmazsınız. Oyun sizi oynar, siz oyunu değil. İzlendiğinizi hep hatırlayacaksınız ama izlenmenin sizin oyununuzu etkilemesine izin vermeyeceksiniz.

Oyunculukta en önemlisi?

Sahicilik ve samimiyet. Başka yok.

Teknik…

Hiç, hiç, hiç... Çok iyi bir gitarist düşünün. Gitar çalarken re'nin nerede olduğunu arar mı? Gitar artık vücudunun bir parçası gibidir. Re’yi nasıl basacağım diye düşünecek olursa; geçmiş olsun, kimse müzik dinleyemez. Oyuncu sahnede tekniği düşünecek olursa kimse izlemez onu.

Müşfik Kenter, öğrencilerinin sırtını “Ne zaman ki seni seyreden ‘ne olacak, bunu ben de yaparım!’ der, işte o zaman iyi oynadın demektir koçum!” diye sıvazlıyor.

Aynen. Mesela sirkte bir cambaz ip üstünde koşarken, ‘Aaa ne kadar kolay; ben de çıksam aynısını yaparım.’ dediğiniz zaman o cambaz çok iyi bir iş yapıyordur.

Çünkü?

Çok zor bir şey. ‘Ay adam düştü düşecek’ derseniz keyif almazsınız. Tiyatroda da ‘Ay adam şimdi lafını unutacak’ diye düşünürseniz hiçbir zevk alamazsınız. Seyirci, ‘Ben de çıksam Haluk Bilginer’in aynısını yaparım.’ diyebilmeli. Yaptığınız şey çok kolay gibi görünmeli, son derece doğal olmalı. Öbür türlü kendinizi seyirciden farklı bir yaratık olarak göstermeye çalışıyorsunuz demektir. Onun adı kötü oyunculuk. Kötü oyuncular sahneye çıkmış yaratıklar gibidir. Seyirci sahnede insan görmek ister; yaratık değil. Siz hiç kötü oyun izlediniz mi? Oyuncular kötü oynamıştır mutlaka.

Kötü oyunları unutuyor insan. Hatırda kalacak bir oyuna gelelim: ‘7 Şekspir Müzikali’ne…

Oyunu, Türk izleyicisinin anlayacağı kodlarla oluşturduk. Besteler de ona göre... Alaturka, caz, rock, uzun hava… Hepsi var. Eğer birileri ‘Vay Shakespeare’e haksızlık etmişler, uzun hava çalmışlar!’ derse, anlamadım; niye çalmayayım? Nedir bunu engelleyen? Dünyada bir ilki gerçekleştirdik. Sadece Shakespeare’in cümlelerinden oluşan bir müzikal yaptık. Sözler kime ait? William Shakespeare. Müzik? Tolga Çebi. Benzer bir şey yapan varsa beni arasın. Gerçekten. Bir deha var karşımızda. Be adam nasıl yaptın; hem insanın inceliklerini bu kadar iyi algılayıp anlat, hem şiir yaz, hem binlerce kelime türet! 500 yıl sonra insan denilen yaratık bu gezegende yaşamaya devam edecekse ki biraz zor, Shakespeare oynamaya da devam edecek.

Siz de devam edeceksiniz değil mi? Oyun Atölyesi olarak…

500 yıl sonra mı? O başka bir konuya giriyor. Biz kesinlikle devam edeceğiz. Bu; Oyun Atölyesi’nin Othello, Hırçın Kız ve Atinalı Timon’dan sonra dördüncü Shakespeare’iydi. Ömrümüz yettikçe yapacağız. Ölmeden Kral Lear ve III. Richard olmak isterim ben.

Anneniz oyunu izlemiş ve ‘İnsan gözümüzün önünde doğdu ve öldü be yavrucuğum’ demiş. Hikâyenin, duygunun ve tiyatronun kendisinin herkes tarafından anlaşılması ne kadar önemli?

Çok. İşte tam bunu, bir insanın doğumdan ölüme giden yolunu anlatıyoruz. Bebeklik, çocukluk, âşık, asker, yargıç, ihtiyarlık ve ölüm! İnsanın 7 çağı… Kavranması zor bir şeyin peşinde değiliz. Öleceğiz hepimiz, söylemek istediğimiz bu. Siz anlaşılmayacak bir şey buldunuz mu oyunda? Eğer bulduysanız biz bir hata yapmışızdır. Shakespeare deyince, anlamayacaklarını düşünerek oyuna gitmiyor insanlar. Ama şunu unutuyorlar; 16. yüzyılda Shakespeare seyirciye oyunlarını oynarken…

Veba salgını varmış.

O seyirci bizden daha mı eğitimliydi? Neden anlamayalım ki, benim anlamadığım tek şey bu.

Bir insanın hangi halindesiniz şimdi?

Hâla ikinci haldeyim. Sırtında çantası, mızmızlana mızmızlana okula giden küçük oğlan çocuğuyum ben. Öyle de öleceğim.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE ARALIK 2009

İSTANBUL'UN DEĞİŞEN YÜZÜ: TOPHANE

İstanbul’un yeni çağdaş sanat güzergâhı Tophane’nin değişimini ve mutenalaşmanın sanat üzerinden nasıl ilerlediğini fotoğraflamak isteyenler için doğru zaman: Şimdi.

Geç kalmıştı. Buraları pek bilmiyordu da… Hangi sokaktaydı şu galeri? Soracak birilerini aradı, gözleri güler yüzlü yorgancıya ilişti. Bilmez ama tam da kepenklerin indiği şu saatlerde O, etraftaki telaşsız tek kişiydi. “Afedersiniz, yakınlarda bir galeri olacak, tarif edebilir misiniz?” “Hangisini arıyorsun?” “Nasıl yani? Beyoğlu-Nişantaşı-Bebek sathı mahali dışındaki Tophane’de kaç galeri olabilir ki?” “10 kadar...” Ve yorgancı yolu samimiyetle tarifledi.

Birbiri ardına açılan galeriler; sırtını İstiklal Caddesi’ne yaslamış, ayaklarını denize uzatmış keyfe keder İstanbul semtlerinden Tophane’nin değiştiğinin/değişmekte olduğunun en açık göstergesi. Semt, özellikle son bir senedir aldı başını gitti. Güzelleşti, kalabalıklaştı, pahalılaştı. Kıssadan hisse; artık Tophane, İstanbul’un çağdaş sanat güzergâhlarından biri, hatta belki de birincisi. Aslında hadisenin ahvali biraz daha eski. Şöyle ki…

İLK KIVILCIM

Çok değil, bundan 10 sene önce Galatasaray Lisesi’nden aşağı kıvrılan yola, özellikle de belli bir saatten sonra pek girilmezdi. Bir şey olduğundan/olacağından değil. Olsa olsa 1970’lerden kalma kabadayı efsanelerinden… Bir de belki caddenin ‘Boğazkesen’ olan isminden… Tramvay hattı Kabataş’a; İstiklal Caddesi Tünel’e uzamıştı ama birilerinin yukarıdan sola, aşağıdan sağa sapması vakit aldı. İlk sapanlar galeriler oldu. Kıvılcım, Hayriye Caddesi numara 5’teki Apelyan Apartmanı’nın giriş katında 1998 yılında çaktı. Nuran Terzioğlu; mimar Nevzat Sayın’ın yüreklendirmesiyle mekânı, Armenak Usta’nın marangoz atölyesinden İstanbul’un en romantik galerisi Apel’e çevirdi.

90’ların sonlarında İstanbul’da patlamaya hazır bir sanat ortamı, hatta küratör René Block’un deyişiyle bir ‘İstanbul mucizesi’ vardı. Bu mucizeyi görünür kılan İstanbul Bienali, 1995’te Tophane’deki Antrepo binalarına uğrayarak gözleri semte çevirdi. Ama hareketlenme için yine bienal mekânlarından 4 No’lu Antrepo’nun müzeye dönüşmesi gerekti. İstanbul’un ilk modern müzesi, 17 Aralık 2004 tarihli Avrupa Birliği zirvesinden 4 gün önce açıldı. İşte o akşam; gencinden yaşlısına, hippisinden kelli fellisine tüm sanat camiası Tophane’nin engebesiz ve geniş kaldırımlarından geçerek İstanbul Modern’in açılışına gitti. Bu, semt için bir milattı.

MÜZE DEYİP GEÇMEYİN!

Ama bir müzenin, bulunduğu semti değiştirmesinin ilk örneği değil... En çarpıcı örneklerden biri, 1977’de tamamlanan Centre Georges Pompidou’nun bataklık anlamına gelen ‘Le Marais’ bölgesinde yaptığı... Kaderine terk edilen ve Hausmann’ın Paris’i dönüştürme projesinin bile fayda etmediği Le Marais bölgesi, müzeyle birlikte birdenbire Latin Querter’deki entelektüellerin ikinci adresi oluverdi. Müzenin ardından peş peşe açılan galeri, mağaza ve cafelerle bölge; Paris’in moda ve sanat merkezlerinden biri şimdi…

Tate Modern’in yaptığı da farklı değil. Londra’nın yoksul bölgelerinden birindeki eski bir elektrik santralini yaşama döndüren Tate Modern, kısa zamanda Thames kıyılarının en popüler mekânı oldu. Müzenin ardından bölgede pek çok galeri açıldı. Onları; tiyatro, tasarımcı, butik otel, cafe ve restoranlar izledi. Şimdi herkes; Tate Modern’in asıl başarısının, kentin atıl bölgelerinden birini yaşanılası bir yere dönüştürmesi olduğunda hemfikir.

İstanbul Modern’in sergi, sinema, söyleşi, atölye çalışması, kütüphane ve cafesiyle yaptığı da işte tam böyle. Sanatseverin ayağını müzeye ve Tophane’ye iyiden iyiye alıştırmak… Müzenin açılışını takip eden 9. İstanbul Bienali; Antrepo binaları yanı sıra Tütün Deposu’na da yerleşince Tophane’deki sanat üslerinin sayısı arttı. Sonrası zaten çorap söküğü gibi. Hafriyat Karaköy, Rodeo, Outlet, Non, Pi Artworks ve Galerist Tophane...

SEMTİN HAL-İ PÜR MELALİ

Tüm bu olanlar semtin günlük yaşamına nasıl aksetti dersiniz? Bir semtin, mahallenin, hatta sokağın hal-i pür melalini merak ediyorsanız ya taksicisini bulacaksınız ya emlakçısını… Öyle yaptık. 43 yıldır Tophane’li Halil Efendi “Canlanıyor buralar. Sanatlı, sanatçılı bir canlanma bu.” diyor ve ekliyor: “En çok Mimar Sinan’da okuyan gençler geliyor. Bir de yabancılar…” 21 yıldır emlakçılık yapan Kenan Abi’ye göreyse 2005’ten beri bir haller oluyor semte: “İki senedir kiralar arttı. 300’lük ev oldu 800’lük. Şimdiki kiracılar; yabancılar, yazarlar, gazeteciler, sanatçılar… Galeriler semti hareketlendirdi, gerçi açılışlarda hareketlenme biraz fazla kaçıyor ya...”

Hareketlenmenin faillerinden Galeri Outlet’in sahibi Azra Tüzünoğlu, 2008 Mayıs’ında lokantadan bozarak dönüştürdüğü galerisinin manifestosunda “Outlet; İstanbul’un sanat haritasında Beyoğlu’ndan Fındıklı’ya inen aksın, ‘sanat yürüyüş alanı’ olmasında dönüştürücü bir rol üstlenmeye adaydır.” diyor ve bize söyleyecek söz bırakmıyor. Hediyelik eşya deposundan galeriye dönüşen Non’un sahibesi Derya Demir ise semtin daha da hareketleneceği görüşünde.

BİR MUTENALAŞMA HİKÂYESİ

Sanatsever; Boğazkesen Caddesi boyunca adres sora sora sergi gezmekten hoşnut. İstanbul’da değilmiş gibi hissedip başka bir hayata dâhil oluyor ve mahalle havası soluyor çünkü. Mahallelinin ise ezberiyle birlikte morali de biraz bozuk. Galataport projesi, mutenalaşma kelimesi, restorasyon süreci… Eski ve bakımsız ama samimi ve neşeli binalarda ucuza oturan pek çok Tophaneli, değişimin etkisini hissediyor. “Taşınmak zorunda kalır mıyız acaba?” diye sorup cevabı içlerinden veriyorlar. 20–30 yıl önce göç edip geldikleri, sevip benimsedikleri semtlerini terk edeceklerini düşündükçe huzursuz oluyorlar.

Esnaf ise memnun. Manav, elma armudu tek tek satmaya alışmış. Parkın karşısındaki kuru fasulyeci minderlerinin yüzlerini değiştirip mekânı otantikleştirmiş. Tostçuda kablosuz internet erişimi var. Hediyelik eşya dükkânlarının keyfine diyecek yok. Sattığı ürünleri epey seçkinleştiren Seçkin Bey, uzun uzun ticari kaygılarını anlatıyor ve ekliyor: “Entelektüeller ilgi gösteriyor. Galeriler çoğaldı. Cihangir gibi olacak burası. Üç beş sene sonra yer de bulunmaz.”

Seçkin Bey haklı. Kaşla göz arasında bir öğrenci yurdu, bir hostel ve bir suit otel açılmış Boğazkesen’e. Söylentiye göre apart otel için yer arayan 4 – 5 müşteri daha varmış sırada. Bir butik otel, bir mimari tasarım galerisi, şık bir cafe ve üç beş galeri ise yolda. Tophane-i Amire’nin karşı köşesindeki 1905 tarihli Yazıcı Zade Apartmanı ise rezidans hazırlığında…

İstanbul Modern, bienal ve galeriler bir yana; yakında Masumiyet Müzesi de açılınca semtin önünde kimse duramayacak. Mutenalaşma kaçınılmaz. Bir semtin günden güne değişen resmini görmek istiyorsanız elinizi çabuk tutun. Sonrasında her şey cilanın altında kalabilir.

SANATSEVER İÇİN TOPHANE ROTASI

İstiklal’in kalabalığından sıyrılıp Galatasaray’dan aşağıya, illa ki sahafların tozlu raflarını karıştırarak inmeli. Yavaş ve telaşsız. Yeni Çarşı Caddesi’nin Boğazkesen’e döndüğü yol ağzındaki dut ağacının gölgesinde ikamet eden yeşil kulübenin kilimlerine bakmalı sonra. Yalnız tam o noktada biraz dikkatli olmalı. Çünkü Cezayir Sokağı; hoş müzikleri, şen kahkahaları ve rengârenk siluetiyle gönlünüzü çelebilir. Kanmamalı. Zira sırada Galeri Apel ile Galeri Elipsis var. Şimdi gerisin geriye; istikamet Galerist Tophane. Pencerelerden taşan çiçek, çamaşır, çocuk ve türlü çeşit hayatı geride bırakıp ilerlemeli serin serin. Çorbacı, simitçi, yorgancı, envai çeşit tamirci, hediyelik eşyacı… Derken Pi Artworks, Outlet, Non, Rodeo ve Hafriyat Karaköy… Nargilecilerde verilen demli çay ve gözleme molasının ardından büyük tura, yani İstanbul Modern gezisine başlayabilirsiniz. Son bir hamleyle Siemens Sanat’a göz ucuyla bakıp, Akademi’yi selamladıktan sonra; tamam tamam bitti. Siz de bittiniz… Şimdi Fındıklı Parkı’ndan boğazı seyredin ki yorgunluğunuz martı olup uçsun.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE ARALIK 2009

.........

YOKSA BU SON ALBÜM MÜ?

Monica Molina, retrospektif nitelikli ‘Autorretrato’ ile ‘Acaba bu son albüm mü?’ sorusunu akla getiriyor.

İspanyol sanatçı Monica Molina, son albümü ‘Autorretrato’nun (Self Portrait) kapağına İstanbul’u taşıyarak Türkiye’deki hayranlarına küçük bir jest yaptı. 12 Aralık akşamı İş Sanat’ta müzikseverle buluşacak sanatçı, konsere sayılı gün kala küçük sorularımızı cevapladı.

Son zamanlarda en çok karşılaştığınız soru, ‘Autorretrato’nun kapağında neden İstanbul manzarasına yer verdiğiniz olmalı. Evet, neden?

İlk İstanbul konserimden bu yana kelimenin tam anlamıyla kente aşığım. Bu fikri bana, yıllardır beraber çalıştığım Pasion Turca ekibinden Sinan Nergis verdi. En güzel şarkılarımı topladığım albümün kapağı için Boğaz’dan daha güzel bir manzara düşünülemez ayrıca.

Bu konuda İspanya’da tepki aldınız mı? Sonuçta sponsoru İspanya Devlet Televizyonu olan bir albümden bahsediyoruz…

Akdeniz ülkelerinin birbirlerine çok yakın bir duruşu var ve İstanbul İspanyollara çok cazip geliyor. Özellikle son yıllarda birçok ünlü tatil için İstanbul’a geliyor ve bunu yazılı ve görsel basında anlatıyor.

Autorretrato retrospektif bir albüm. Bu tür çalışmalar kariyer basamaklarının sonlarına doğru yapılır. Sizin öyle bir yaklaşımınız var mı? Bu son albüm olabilir mi?

Albümün amacı 20 yıllık kariyerimi, beni özellikle yurtdışında keşfeden dinleyicilere sunmak. Autorretrato, ilk albümümü yayınladığım 1989’dan bu yana nasıl olgunlaştığımı ve şimdiki duruşuma nasıl geldiğimi dinleyicilere ve bana hatırlatan bir çalışma.

Öyleyse yola devam…

Evet, daha yapacağım çok iş var. Öncelikle babam Antonio Molina’nın şarkılarını kaydedeceğim.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ARALIK 2009

.........

YENİ SANAT GÜZERGÂHI: İSTANBUL

Aralık başında İstanbul’da olmak, kışın farkına iyice varmak demek. Bir de sanattaki son gelişmelerin...


İstanbul, nicedir, dünya çağdaş sanat haritasının önemli duraklarından biri. Çağdaş sanatla ilgilenen bir sanatsever, İstanbul’a uğramadan geçerse eğer, çok şey kaçırabilir. Sadece Türk çağdaş sanatı değil, dünya sanat sahnesi adına... Çünkü İstanbul’da, son yıllarda, ülkedeki genç sanat birikiminden kaynaklanan enerjinin yanı sıra pek çok uluslararası etkinlik var. Bunlardan biri, belki de en afilisi ‘Contemporary Istanbul’.


3 – 6 Aralık tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı’nda kapılarını sanatsevere dördüncü kez açacak etkinlik, gözleri bir kez daha yedi tepeli şehre çeviriyor.


YENİ YAPITLARA HAZIR OLUN


Yerli - yabancı 70’ten fazla galerinin yüzlerce yapıtla katıldığı ‘Contemporary Istanbul’, şehri çağdaş sanatın merkezi yapma telaşında. Bundan 4 yıl önce mekânın kurgusu, yenilenen ışıklandırma ve yeşil elmalar bir tarafa; sanat yapıtlarının cazibesine kapılarak epey zaman harcamıştık Lütfi Kırdar’da. ‘Contemporary Istanbul’, birbiriyle hiçbir zaman aynı fikirde olmayan Türkiye çağdaş sanat ortamından tam not almayı daha işin başında başarmıştı. Merdiveni hızlıca ve nefesi kesilmeden tırmanan etkinlikte, geçen yıl 12,5 milyon dolar değerinde eser sergilendi.


Türk çağdaş sanatının ulusal ve uluslararası müzayedelerdeki satış oranları ve rakamları göz önüne alınırsa, bu yıl ‘Contemporary Istanbul’dan daha yüksek rakamlar bekleyebiliriz. Bir de bu defa, sanatçıların eserlerinin çoğu ilk kez sergilenecek. En yeni resim, heykel, fotoğraf, yerleştirme, video art ve dijital sanata hazır olun.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE /ARALIK

............

“SEKEN TOPLAR GOL OLUYOR”

Tanımayan yok onu. Hatta kendi deyişiyle izlemeyen… Televizyonun önünden geçseniz göreceksiniz, o derece. 1994 yılından beri bir şekilde ekranda olan Acun Ilıcalı, neredeyse aileden biri. Şu sıralar ‘Yetenek Sizsiniz’ programı dâhilinde Anadolu yollarında. Muğla ve Kocaeli çekimleri bitti; sırada Konya ve Trabzon var.


Karşımızda; 19 yaşında evlenip 20’sinde çocuk sahibi olmuş, 22 yaşında anne ve babasını trafik kazasında kaybedip 24 yaşında boşanmış bir adam var. Kendi deyişiyle 25 yaşında ‘hayattan mezun olmuş!’ biri... Oyunla başlayan neşeli hayatı, dünyanın en zor gerçekleriyle sekteye uğrayan Acun Ilıcalı, 40’lı yaşların çok başında yine oyunların ortasında. Beşiktaş muhabiri olarak başladığı televizyon macerasını önce ‘Televole’, sonra da 105 ülkeyi gezdiği ‘Acun Firarda’ ile sürdüren Ilıcalı, ‘Fear Factor’ ve ‘Survivor’ derken ‘Var mısın Yok musun’ ile turnayı gözünden vurdu. Şu günlerde ‘Devler Ligi’ ve ‘Yetenek Sizsiniz’ ile yola devam eden Acun Ilıcalı, buluştuğumuzda biraz sıkıntılıydı. Arada toplar sekiyor olmalı…


Bir derdiniz mi var?


Var da, sizinle ilgili değil. Çözmeye çalışıyorum.


Programlardan biri mi kalkıyor yoksa?


Yok canım. Gece maç yaptık. Sabaha karşı 5’te bitti. Üzerine de iki üç toplantı. Sıkıntılı bir gün işte.


Dostun iyisi halı saha maçında, erkeğin iyisi aile ortamında belli olurmuş. Siz iki mekânda nasılsınız?

Atasözü mü bu? İyi demişler. Halı sahada dostluk mostluk kalmıyor. En hafif tabirle neşesizim diyelim. Aile ortamı ise bir insanın en doğal davrandığı, deşifre olduğu yer. Orada iyiyim sanırım.


Sabaha karşı 5’te eve dön. 7’ye kadar playstation oyna; gün nasıl işliyor bu durumda?


İşlemiyor. Günler çok sıkıntılı. 24 saat kesinlikle yetmiyor. Her yere geç kalıyor, insanlara mahcup oluyorum. Ciddi bir yoğunluk var ve açıkçası bunalmış durumdayım.


Kaçta kalkıyorsunuz?

Kaçta yatarsam yatayım sabah 10’da kalkarım. Ama öğleden sonra bir kez daha uyuyorum. Akşam yemeklerini genelde evde yiyorum. Yemeye çalışıyorum diyelim. Geceleri de hep çekim. Mesela Pazartesi – Salı ‘Devler Ligi’ni çektim. Perşembe - Cuma ‘Yetenek Sizsiniz’i… Haftada bir iki defa diğer programlara konuk oluyorum iyi kötü. Cumartesi Ankara’ya konferansa, Pazar da reklam çekimine gideceğim. Hafta bitti işte. O arada mutlaka iki halı saha maçı, üç dört tane de playstation turnuvası olduğunu düşün. Kafa gidip geliyor.


Televizyon izleyebiliyor musunuz?


İzlemem gerekenleri... Kim ne yapmış diye sadece. Eğlence için değil yani. Onun dışında futbol izlerim. Maçları. Ben genelde içindeyim televizyonun, karşısında değil.


Ben sizi televizyonda hiç görmedim desem…


Türkiye’de yaşayan birinin beni televizyonda görmemiş olması mümkün değil. Televizyonun önünden geçsen beni görürsün. Mutlaka denk gelmişsindir. Evinde televizyon yoktur; anlarım. Ama yolda izde, birinde değilse diğerinde, 15.’sinde değilse 25.’sinde rastlamışsındır. Son iki yıldır her iki günün birinde televizyondayım çünkü. Gerçekten hiç mi seyretmedin? Cem Yılmaz bölümünü de mi?


İddia şu mu: “Türkiye’de beni görmeyen, tanımayan yoktur!”


Beni görmeyen olabilir mi, mümkün mü? Hiç görmeyen uzayda yaşıyor demektir. Bir yere gittiğim zaman ‘siz kimsiniz’ diyen olmadı. Evet, Türkiye’de beni televizyonda görmemiş kimse yoktur. Sen de izlemişsindir mutlaka, insan sarrafıyım ben, anlarım.


İnsan sarraflığı ticaretten mi?

Çok fazla insanla iletişim kurmaktan. Hikâye ticaretle başlıyor tabii. Kot dükkânım vardı. Bir sürü de müşterim... Kot satarken 5 bin, muhabirlikte 2 bin, ‘Acun Firarda’ zamanında 10 bin, yarışmalarda bir 10 bin daha... Bir yerden sonra sarraf oluyorsunuz.


İyi bir satışçı mıydınız?


Çok iyiydim. Görebileceğiniz en iyi satışçılardan biriydim. Bayram öncesi bir gün 65 – 70 tane kot sattığım oldu. Pahalı kotlar ama. Tanesi 150 Dolar.


Niye yürümedi?


23 yaşında ticarete atılırsan batarsın. Bir de hesap kitap bilmem, parayla işim yoktur benim. Dükkânı, ‘fiyatlar üzerinde yazıyor’ diyerek müşteriye bıraktığım oluyordu. O derece…


Uçağa son anda binmeler, randevuları unutmalar, hesap tutamamalar... Seken toplara kim bakıyor?


O toplar gol oluyor. Zamanla ben de iyi kaleci oldum yalnız. Babamdan sonra uzun süre her top gol oldu. Kimse toplamadı. Babam olsaydı borca girmez, batmazdım mesela.


‘Acun Medya’ nasıl batmıyor?


Çünkü ders aldım artık. Çoğu hatanın temelinde tecrübesizlik var. Tecrübeyi hiçbir şeye değişmem. Gerçekten tecrübe, dünyadaki en değerli şey. Her insan hata yapmaya meyillidir; bir adım sonrasını bilemez, göremez... Ancak yaşadıkça, muhakeme ettikçe, böyle yaparsam böyle olur dedikçe öğrenir doğru hamleleri yapmayı. Şoförlük gibi. İlk kazana kadar hiç kaza yapmayacağım zannedersin. Sonra ikinciyi, eğer şanslıysan tabii, yapmak kolay değildir. Artık çok dikkatlisindir.


İki büyük motor kazası yapmışsınız. Bu nasıl ders almaktır?


Beş motor kazası yaptım, o ayrı…


Günün birinde hiç denenmemiş bir program kazandıracak mısınız televizyon dünyasına?


Yok, öyle bir şey düşünmüyorum. Televizyonda rekabet çok yüksek. Kanal sayısı arttı ama pasta aynı pasta. Dilimler küçüldükçe küçüldü. Kanal reklamla döner. İki kanal varsa reklamlar ikiye bölünür, yirmi kanal varsa yirmiye... Dilimlerin küçülmesi kanalı zora sokar. Öte yandan alternatif çok. Seyirci beğenmediği an eline kumandayı alır ve kanalı değiştir. Yani bir programı 15 - 20 milyon kişiye izlettirmen lazım. Yoksa kurtarmaz. O yüzden denenmiş ve başarılı olmuş yapımları tercih ediyorum ben. Başarısını ispatlamamış, başarılı olacağına inanmadığım bir işe başlamam. Bir projeye girmem için o projenin belli ülkelerde denenmiş ve iyi sonuç vermiş olması lazım. Bir program yirmi ülkede tuttuysa iyidir, şansı yüksektir.


Yurtdışında tutan Türkiye’de de tutuyor mu mutlaka?


Doğru yapılırsa elbette tutuyor. İnsan zevki üç aşağı beş yukarı aynıdır. Bir film Amerika’da çok izlenirse burada da çok izlenir. Hatta artık iletişim arttı, insanlar daha da aynılaştı.


Televizyonun bir matematiği, bir formülü var mı?


Yok. Formülü olsa herkes başarılı olur. İsim yapmak ve belli bir izleyici kitlesine ulaşmak elbette büyük bir avantaj ama formül budur diyemeyiz.


Şöyle soralım: Diyelim ki; yıllar geçti, yaşlandınız, üniversitede ders veriyorsunuz. Televizyonculukla ilgili... Öğrencilere ne anlatırsınız? Nasıl tüyolar verirsiniz? Evet, ders başladı. Çocuklar…


Çok seyredilmek samimiyetten geçer. İzleyici kendini programın içinde hissetmeli. Program onu kavrayabilmeli. Oyunculuk çok iyiyse bir filmi izlerken zamanın nasıl geçtiğini anlamazsınız mesela. ‘Realite Show’da da doğal ve samimi olursanız, izleyici zamanın nasıl geçtiğini anlamaz. Samimi ve gerçek olmalısınız, sonra da doğru hamleler yapmalı… Devamlı soru işaretleri oluşturmalısınız. O anki seyirden iki dakika sonra ne olacağını merak etmeli seyirci. Heyecanla beklemeli. Yoksa izlemez. Merak biterse kumanda aranmaya başlanır. Soru işareti çok önemli.


Peki tuzaklar?


Kısa süreli çözümlerin hepsi tuzaktır. Mesela kavga reyting yapar ama bu mantıkla yola çıkılmaz. Bu kısa dönemli bir hamledir. Tek atışlıktır. Uzak durmak gerekir.


İşler ters gitti diyelim, B planınız ne?


Benim yaşamım maddi kazanımlar üzerine kurulu değil. Zevk aldığım şeyler yıllardır aynı. Hâlâ lise arkadaşlarımla görüşüyor, onlarla vakit geçirmekten hoşlanıyorum. Hâlâ playstation oynuyorum. Televizyonculuk yaşamımda bu anlamda bir değişiklik yapmadı, dolayısıyla yola devam etmem çok kolay.


Televizyonun verdiği onaylanma, beğenilme ve alkışlanma alışkanlıkları ne olacak?


Televizyoncu olmadan önce de sevilen ve popüler bir adamdım ben. Ciddi bir çevrem vardı. 5 – 10 kişi birlikte gezerdik. Kalabalığı severim. Bizim evi fazla kalabalığız diye polis bastı bir kere. 30 kişiydik evde. Eğleniyorduk. Komşular şikâyet etmiş. Beni korkutan işlerin kötü gitmesi, programın izlenmemesi falan değil de; insanların bir gün beni sevmemesi olabilir ancak. Sevgi alışkanlık yapıyor çünkü.


JÜLİDE KARAHAN /ANADOLUJET ARALIK 2009

24 Kasım 2009 Salı

“YENİDEN DOĞDUM”


Müzisyen Anjelika Akbar’ın Türkiye’ye ayak bastığı gün takvimler, 4 Aralık 1990’ı gösteriyordu. Sanatçının o gün için kurduğu cümle şu: “Yeniden Doğdum.”



Müzisyen Anjelika Akbar, 8 - 9 yaşlarında küçük bir kız çocuğuyken şu soruyla karşılaşır: ‘Eğer bir sihirli kibritin olsa ve onu yaktığında dileğin gerçekleşse ne dilerdin?’ Akbar’ın aklına ilk, anneannesinin uzun yaşaması ve bir köpek almak gelir ama durup düşünür… Sonunda bulur. Dileği, sihirli kibritlerle dolu bir kibrit kutusudur. Dünyanın tüm dertleri için bir kibrit ve sona geldiğinde bir kibrit kutusu daha… Bir köpek alan Akbar’ın anneannesi hâlâ sapasağlam. Diğer dilekler içinse kibrit yerine notalar var elinde. İnsanlara klasik müziği sevdirmek ve onları mutlu etmekse başardıkları dâhilinde.


Çocukluğunuzun en büyük cezası piyanodan uzak durmakken fotoğraf çekimlerinde piyanoyu istememek niye?


Birkaç yıldır uygulamaya çalıştığım bir şey bu. Pek çok kişi beni, basında çıkan fotoğraflarda piyano başında gördüğü için, piyanist sanıyor. Özellikle müzisyenler arasında ‘sadece’ piyanist olarak anılmaktan rahatsızım. Piyano kendimi ifade ettiğim müzik aletlerinden biri. Her şeyden önce besteciyim ben. Dört yaşında beste yapmaya başladım, on yaşından itibaren de bu konuda eğitim aldım. Yüzlerce bestem var ve aralarında senfonik eserler de bulunuyor.


Kendinizi hayatta hangi sıfatla var ediyorsunuz dersek, cevabı ‘besteci’ mi olacak?


Evet, öncelikle besteciyim ve hayatta kendimi öyle var ediyorum. Ama tabii zannetmeyin ki kendimi gururla sunuyorum… Aksine, aracı olduğumun da farkındayım. Müzik bizim içimizde değil, evrende. İyi eğitim, yetenek ve duyarlılık sayesinde var olan müziği algılıyorum. Aracıyım. Müziği bir yerden çekip diğer tarafa, notaların yardımıyla tercüme ederek aktarıyorum.


‘İçimdeki Türkiyem’ isimli albüm-konser-kitap projenizde aktaracaklarınız neler?


Sevdiğim, şaşırdığım, üzüldüğüm; yani bende iz bırakan her şeyi bu projede aktaracağım. Bunun için İstanbul’dan sonra Eskişehir, Ankara ve İzmir’e gidiyorum. Ardından da Kars, Van, Adana, Hatay, Antalya ve Kaş’a… Sonra da belki yurtdışına. Uzun soluklu bir proje bu.


Soluğu içinde en uzun süre tutan ‘İçimdeki Türkiyem’ kitabı olmalı…


Evet, çünkü aslında proje kitapla başladı. Kitabı üç yıldır parça parça yazıyordum. Baktım ki kitapta anlattıklarıma paralel besteler yapıyorum; ‘neden olmasın’ dedim ve ikili bir anlatımı denedim. Kitap toparlanıyor, albüm hazırlanıyor, konser tarihleri kesinleşiyor. Mutluyum.


Yazma süreci nasıl başladı? Kitabın ilk cümlesi nasıl geldi?


Devamlı not alıyordum. Şaşkınlıklarımı, sevinçlerimi, üzüntülerimi... Bir yabancı olarak Türkiye’yi algılamamla başlayan notlarım buralı olarak devam ediyordu. Defterler dolup taştı. Ama notları kitaba dönüştürecek o ilk cümle bir türlü çıkmadı. O ilk cümle için bir olay olmalıydı, hissediyordum ve… Oldu.


Ne oldu?


St Petersburg Senfoni Orkestrası bir konser için Rusya’dan Türkiye’ye geldi. Ben de konsere gittim ve bir Türkiyeli olarak dinleyici koltuğuna oturdum. Sahnede birlikte büyüdüğüm, aynı ekolden yetiştiğim Rus sanatçılar… Çok duygulandım. Ve konser bitti. Türkler inanılmaz bir coşkuyla alkışlamaya başladı. Ruslar selam için ayaklandı. İki taraf da birbirini şaşkınlıkla izliyordu. Türkler, Rusya’daki sanatın ne kadar büyük ve yüce olduğuna; Ruslar ise Türkiye’de sanata bu kadar değer verilmesine şaşırmıştı. Ben her iki taraf için de müthiş gururlandım. Bir yandan ‘Evet, bizim müthiş bir müzik kültürümüz ve ekolümüz var’ diyordum; diğer yandan ‘Evet, bizim müthiş bir sanat sevgimiz var’. Kendimi futbol maçında her iki takımı da tutan seyirci gibi hissettim. O konser, o hikâye ve o hisler kitabın beklediğim ilk cümlesi oldu. Üç yıl önce…


Oralı mı, buralı mısınız? Ya da bizim deyişimizle ‘Doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi?’

Ben çok uluslu bir ailenin çocuğuyum, dünyayı memleketim sanarak büyüdüm. Ama insanın memleketinde en sevdiği şehir, evinde en sevdiği köşe olur ya; hani kendini en rahat hissettiği. Rahatlıkla diyebilirim ki Türkiye benim için öyle. Dünyanın en rahat ettiğim köşesi…


Dünyanın bu köşesine geldiğiniz ilk güne dönelim…


UNESCO üyesiyken, ekolojik problemleri anlatan uluslararası bir belgeselin çekimleri için ekiple geldim Türkiye’ye. Geldiğimde sekiz aylık hamileydim. Doğum için mecburen kaldım ve tüm hayatım değişti. İki üç ay sonra kalkalım gidelim dedik ama o sırada ihtilal oldu, SSCB dağıldı. Annemler ‘Kesinlikle dönme, burası çok karışık’ dediler. Mahsur kaldım; iyi ki… Bir süre sonra da kendimi evimde hissettim ve dönmekten tamamen vazgeçtim. 1993’te de Türk vatandaşlığına geçtim. O ilk gün 4 Aralık 1990. Benim için çok özeldir. Hâlâ kutlarım…


Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da sergisi açılan Chagall, 20’li yaşlarında Paris’e gider ve şöyle der: “Tekrar doğdum…” 4 Aralık 1990 sizin için öyle bir tarih mi?


Aynen. Yeni bir yol, yeni bir hayat çizgisi... Hiç aklıma gelmezdi. Türkiye’ye yerleşeceğim, Türkçe konuşacağım, hatta Türkçe bir kitap yazacağım… Yüksek lisansımı Türkiye’de yapıp burada bir üniversitede hoca olarak çalışacağım… Düşünebiliyor musunuz? Devlet memuru bile oldum.


O ilk yıllarda Türkiye’de sizi en çok ne şaşırttı?


En çok Türklerin herkese benzemesine şaşırdım. Rus, Avrupalı, Afrikalı, Tibetli, Tatar, Orta Asyalı… Çünkü o zamana kadar Türklerin Araplara benzediğini sanıyordum. Kendi kendime sorduğum sorulardan biri Türklerin aslında kim olduğuydu… Beni çok şaşırtan bir diğer şey de doğum için dünya kadar para vermemizdi. Bu benim için tam bir şoktu. Kapitalist düzenin nasıl bir şey olduğunu da böylece anladım.


Konserlerde de bu hikâyeleri anlatıyorsunuz. Neden? Sahnede kendinizi rahat hissettiğiniz için mi, yoksa izleyici salonda kendini rahat hissetsin diye mi?


İkisine de evet. Sahnede kendimi evimde gibi hissediyorum, dinleyiciler de öyle hissetsin istiyorum. Klasik müzikte dinleyiciyle sanatçı arasında bir duvar vardır ya, onu yıkmak istiyorum. Bir insan bu dünyada yaşıyorsa bir katkısı olmalı. Ekmek yapıyorsa da, beste yapıyorsa da… El ele verip bir şeyler yapmalıyız. Dünya elimizden kayıp gidiyor. Hem ekolojik, hem ahlaki olarak. ‘Dağ başında bestelerimi yapayım, bir gün beni anlayan çıkar...’ Bu çok bencilce bir yaklaşım. İnsanları klasik müziğe birazcık bile yaklaştırdıysam ne mutlu bana.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009

............

BİRAZ MASAL…

20. yüzyıl masalcılarından hiçbir ekolün kabına sığmayan Marc Chagall, 24 Ocak’a kadar Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nin konuğu.

1887’de Rusya’nın Vitebsk kentinde doğan ve 1985’te Fransa’da hayatını kaybeden sanatçının ‘Chagall: Yaşam ve Aşk’ sergisi, Kudüs İsrail Müzesi’nden gelen 160 baskı, desen ve resimden menkul. Ve bu, Chagall’ın renkli hayal dünyasına girmek için yeterli. Çünkü sergide; sanatçının yaşamını ve ilk eşi Bella ile aşklarını konu alan özyaşamöyküsel desenlerinin yanı sıra, kutsal kitap illüstrasyonları, La Fontaine Masalları ve Gogol’dan ‘Ölü Canlar’ gibi edebi yapıt resimlemeleri mevcut. Üstelik Aralık ayında Marc Chagall’ın torunu Meret Meyer, büyükbabasının sanatı ve yaşamı üzerine bir konferans vermek üzere İstanbul’a gelecek.

Chagall’ın mutlu bir kadın ve mutlu bir adamın renklerle karışarak el ele gökyüzüne uçtuğu resimlerini ve onun keçi, inek, kemancı, horoz, sarkaçlı saat, uçan balık, şamdan, sirk ve ağaçlarını görmek isterseniz 24 Ocak 2010’a kadar vaktiniz var. Kışın yaklaştığı şu günlerde biraz masal iyi gelebilir…

ARA GÜLER’DEN CHAGALL

İki yıl Büyükada’da penceresi diğer adalara bakan tahta bir evde oturan Chagall için Ara Güler bakın neler söylüyor: “Bizzat kendisinden duyduğuma göre doğruydu. Sonradan öğrendim ki, Chagall göç zorunluluğu olunca önce İstanbul’a gelmiş, bir süre sonra da Paris’e yerleşmiş. Herhalde İstanbul’da kalsaydı Chagall olmayacaktı, olsa olsa Nurullah Berk ve Bedri Rahmi’nin arkadaşı olacaktı… Köprüden her akşam vapura binip adaya giderken filtresiz yassı bir Yenice sigarası yakacak ve dumanını Marmara denizine doğru üfleyecekti.” (Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri, s. 170)


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009

YENİ ALBÜMÜYLE PİNK MARTİNİ

‘Sympathique’, ‘Hang on Little Tomato’ ve ‘Hey Eugene!’ ile kendilerini bütün dünyaya sevdiren Pink Martini’nin son albümü ‘Splendor in the Grass’, geçtiğimiz günlerde dinleyiciyle buluştu. Grup, 24 Kasım Salı akşamı çiçek açan son albümleriyle İş Sanat’ın konuğu. Ayrıntıları topluluğun kurucu, besteci ve piyanisti Thomas M. Lauderdale’den dinleyelim...


Son albüm ‘Splendor in the Grass’ için hangi şarkıları tozlu raflardan indirdiniz?

Son albümümüzde dokuz yepyeni şarkı var ama yine eskilerden seçtiğimiz dört güzel cover çalışması yaptık. Albümdeki en özel şarkılardan birini Meksika’nın efsane isimlerinden Chavela Vargas’la kaydettik. Vargas, 90 yaşında ve çok ünlü bir ranchera sanatçısı. Onunla eski bir Agustin Lara şarkısı olan ‘Piensa En Mi’yi coverladık. Olağanüstü oldu. China albümde, Joe Raposo’nun meşhur şarkısı ‘Sing’i birkaç farklı dilde birden söylüyor. Albümde İtalyanların meşhur şov yıldızı Rafaella Cara’dan seçtiğimiz bir şarkı da bulunuyor. Bu eski şarkıları herkesin tekrar keşfetmesini istiyoruz.


Önceki çalışmalarınızı göz önüne alırsak nasıl bir albüm bekliyor bizi? Diller ve müzik yine dünya vatandaşlığınıza yakışır şekilde karışık mı?

Albümde ünlü bir İtalyan pop şarkısından bir Meksika şarkısına, eski bir Amerikan klasiğinden bir napolitana farklı kültürleri ve bu kültürlerin en güzel şarkılarını bir araya getirmeye çalıştık. Albüm günlük yaşantının içindeki farklı güzellikleri keşfetmeye çalışıyor ve önceki albümlerden farklı olarak biraz daha fazla sokağa çıkıyor. Bu farklılıkları 24 Kasım’da İstanbullularla paylaşacağız.


İstanbul’da kaçıncı konser bu?

İstanbul’a ilk kez 2001 Caz Festivali için gelmiş ve Esma Sultan Yalısı’nda unutamadığımız bir konser vermiştik. Şimdiye kadar İstanbul’da bir düzineden fazla konser verdik. Her turnemizde mutlaka İstanbul’a uğruyoruz.


Bütün şehirleri bu kadar sık ziyaret ediyor musunuz, yoksa durum İstanbul’a mı özgü? Eğer öyleyse sebep ne? Şehri sevmek, dinleyiciyle kurulan ilişki, Türkiye’deki sanat kurumlarının iyi teklifleri...


İstanbul’un ne kadar özel bir şehir olduğunu kimse inkâr edemez. İstanbul konserleri bizim yüzde yüz mutlu ayrıldığımız konserler. Hem dinleyici şarkılarımızı biliyor, hem de arkadaş olduğumuz bir ekiple, Pasion Turca ile çalışıyoruz. Ayrıca İstanbul’un Boğaz’ı ve yemekleri Pink Martini’deki herkes için çok büyük bir keyif… Grubumuzun solisti China irmik helvasına bayılıyor mesela.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009 /KISALTILMIŞ HALİ.

............

PERDELER AÇILDI

Devlet ve şehir tiyatroları ile özel tiyatrolar; geçtiğimiz ay perdelerini peş peşe açtı. 2009-2010 sezonunda seyirciyi yepyeni oyunlar bekliyor.


Genç yazarlara kapılarını ardına kadar açan Devlet Tiyatroları, bu sezon, kuruluşunun 60. yılı sebebiyle 60 yerli oyunun dünya prömiyerini yapacak. Son yıllarda elindeki yerleşik sahneleri (Taksim Sahnesi ve Atatürk Kültür Merkezi gibi) bir bir kaybeden İstanbul Devlet Tiyatrosu, kışı epey verimli geçirecek. Yeni sezonu sekiz sahneyle karşılayan tiyatronun seçtiği oyunlar, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki dönemi işaretlemesi sebebiyle önemli. Öne çıkan yapımlar arasında ‘İki Çarpı İki’ (Behiç Ak), ‘Kuzguncuk Türküsü’ (Güngör Dilmen) ve ‘Fesleğen Çıkmazı’ (Meltem Yıldırım) var.

12 ilde yerleşik, 5 merkezde ise gezici olarak varlık gösteren Devlet Tiyatroları’nın rakibi güçlü: Şehir Tiyatroları. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sezona 14 yeni oyunla giriyor. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin açılmasıyla eski güzel günlerin işaretini veren Şehir Tiyatroları, 2010’un ilk aylarından itibaren İstanbul’u anlatan oyunlar sahneleyecek. ‘Bozuk Düzen’ (Güner Sümer), ‘Tarla Kuşu Juliet’ (Ephraim Kishon), ‘Gizli Oturum’ (Jean Paul Sartre), ‘Çıkmaz Sokak’ (Tuncer Cücenoğlu) ve ‘Mecbur Adam’ (Ragıp Yavuz) öne çıkan oyunlardan.

Özel tiyatrolar cephesinden de sevindirici haberler geliyor. Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu Tünel’de yeni bir mekân açıyor. 1 Kasım itibariyle Kumbaracı Yokuşu no: 50’den ses verecek tiyatronun destekçileri arasında; Özen Yula’dan Levent Üzümcü’ye, Berkun Oya’dan Bennu Yıldırımlar’a pek çok isim var.

Repertuarlar her zamanki gibi, alabildiğine çeşitli. Semaver Kumpanya perdesini Fransız yönetmen Daniel Soulier’in yönettiği ‘Lourcine Sokağı Cinayeti’yle açıyor. Tiyatronun bir diğer yeni oyunu ise Shakespeare’in ‘Titus Andronicus’u. Kenter Tiyatrosu’nun yeni oyunu ‘Kraliçe Lear’da yine Yıldız Kenter var. Hem oyuncu, hem yönetmen olarak…

Memet Ali Alabora’nın kendi hikâyesi üzerinden bellek tazelemeyi ve yakın tarihe bakmayı hedefleyen performansı ‘Muhabir’in yolculuğu Garajistanbul’da devam ediyor. Duru Tiyatro’da tanıdık bir seyirlik var: ‘Harry ile Sally Tanşınca’. Tiyatrokare’nin yeni oyunu ‘Leyla’nın Evi’, Tiyatro Kedi’ninki ise ‘Çelik Manolyalar’.

Aysa Prodüksiyon’daki ‘Aşk Sözleri’, Oyun Atölyesi’ndeki ‘7 Şekspir’, Tiyatro Pera’daki ‘Vanya Dayı’ ve Tiyatro Maan’daki ‘Üç Kuruşluk Mahalle Dersleri’ de kış akşamlarını sessiz-sakin geçirmeyi düşleyenleri rahat bırakmayacak gibi…


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / KASIM 2009

................

ÖYKÜ VE BERK İDDİALI

Anadolu türkülerini Flamenko’yla harmanlayıp yepyeni yorumlarla dinleyiciye sunan Öykü ve Berk kardeşler iddialı: “Flamenko bizim müziğimiz.”


Öykü ve Berk Gürman kardeşleri, 2007 yılında bir video paylaşım sitesinde izledik ilk. ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’ türküsünü öyle içten ve keyifli yorumlamışlardı ki; devam eden aylar boyunca önümüz arkamız, sağımız solumuz ‘Öykü ve Berk’ oldu. 1982 İstanbul doğumlu ikiz kardeşler, oldukça iyi bir eğitim geçmişine sahipler. Öykü, İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı Şan Bölümü’nde, Berk ise Bilgi Üniversitesi Ses Mühendisliği’nde okumuş. Evde, okulda, bakıcıda her türlü müzik türünü dinleyerek büyüyen ikili; kendi müziklerini ‘Evrensel dinamikleri içinde barındıran etnik müzik’ şeklinde tanımlıyor. Anlaştıkları tek nokta belki de bu: Müzik. Yoksa söyleşimiz boyunca biri ‘Kalk gidelim’, öbürü ‘Yeni geldik oturalım’ tadındaydı.


Yaptığınız söyleşileri sonradan okuyup izlediğinizde birbirinizi eleştirdiğiniz oluyor mu?


Öykü: Berk sorulara tarihi ve felsefi açıklamalar yapıyor. Konuşma uzadıkça uzuyor ve basit bir şey anlaşılmaz hale geliyor. O zaman ‘çok dağıtıyorsun’ diye eleştiriyorum onu.


Berk: Anlayan anlıyor tabii...


Birbirinize ne kadar yakın, birbirinizden ne kadar uzaksınız? Hayat görüşü olarak…


Berk: Çok farklıyız aslında. Ben gelenekçiyim. Benim için kendi kültürümüze sahip çıkmak çok önemli. Kendi kültüründen utandığın vakit sırtını yanlış şeylere dayamaya başlıyorsun. Bizim neslin sıkıntısı bu. Üstünde durulması gereken şeyler kaybetmeye yüz tutanlar. Onları korumak, çekip çıkarmak lazım ki kaybetmeyelim. Onlarla birlikte kendi kimliğimizi de tabii… Müziğimizde bu coğrafyanın izleri olmalı. Öyle bir coğrafya ki bu; Zeybek’ten Rumeli Türküleri’ne, oradan Karadeniz yöresine...


‘Öykü ve Berk’ hangi yörelerden besleniyor?


Öykü: İlk albümde bir Azeri, bir Karadeniz, bir Yozgat türküsü yanı sıra Kerkük yöresinden ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’ vardı. Bu albümdeyse Çorum yöresine ait iki türkünün birleştiği ‘İlvanlım-Bedirik’, Kırşehir yöresine ait ‘Ah Yalan Dünya’ (Neşet Ertaş) ve Erzincan yöresinden ‘Yaktın Yandırdın Beni’ yer alıyor. Ayrıca albümde Adnan Ergil’in ‘Geceler Düşman’ı ve bir Türk sanat müziği eseri olan ‘Seni Ben Unutmak İstemedim ki’ var.


Berk: Bizim nesil sahip çıkmazsa bu türküler, bu kültür yok olacak. Şehirlerde halk müziğine, alt kültür ürünü olarak bakılıyor. Hâlbuki halk müziğini asıl şehirdeki sahiplenmeli. Yurtdışına çıkan ve kendi müziğini anlatacak olan o çünkü.


Derdiniz eskide kalmaya yüz tutmuş türküleri insanlara yeniden hatırlatmak ve bunu Flamenko yardımıyla mı yapmak, yoksa Flamenko’yu insanlara anlatmak ve bunu türkülerin yardımıyla mı yapmak?


Berk: Derdimiz, türküleri Flamenko yapmak değil; çünkü onlar zaten Flamenko. O bir yaşayış çünkü. Biz sadece, zaten Flamenko olan bir türküyü çok sesli müzik ve armoninin imkânlarından yararlanarak yeniden yorumluyoruz. Flamenko; acı çeken, hor görülen, göç etmek zorunda kalan ve savaşlar vermiş halkın müziği. Bu bir Endülüs’te var, bir de bizde... Dünyanın başka hiçbir yerinde yok.


Yaptığınız müzik Anadolu’ya mı ait? Bunu mu kastediyorsunuz?


Berk: Evet; Flamenko dediğimiz, Batı formlarında bir Anadolu müziği. Bu müziğin kökleri bizde. İber Yarımadası’nda Batı müziğinden çok uzak bir mesele kopuyor. Bunun sebebi udun oraya gitmiş olması. Çok eskiden, dünya üzerinde henüz gitar diye bir çalgı yokken... Flamenko, Endülüs Emevileri döneminde Arap ezgilerinin İber Yarımadası’nda yayılması ve udun gitara dönüşmesiyle bu günkü halini almış. Kelimenin kökeni Arapça ve kelime ‘ölümsüz çiftçi’ anlamına geliyor. 3. Halife’den sonra aydınlar Batı’ya göç ettiler. Tarık Bin Ziyad’ın gemileri yakıp gittiği dönemde İslamiyet, edebiyat ve müzik adına öyle güzel şeyler vermiş ki dünyaya… Bunlar bilinmezse, Flamenko’nun ne olduğu anlaşılmaz ve bu müzik dünyanın her yerine, bugün olduğu gibi, Batı etiketiyle açılır. Kimse bilmez ama Flamenko aslında bizim meselelerimizden biri...


Flamenko’nun köklerini bilmememiz normal. Türkiye’nin hangi yöresinde hangi türkünün yakıldığını kaçımız biliyoruz ki?

Berk: Her şeyin başı o zaten: Bilgi eksikliği. Yüzölçümümüz çok büyük. Mardin’de doğan bir çocuk kendi kültürünü tanıyor ama Çanakkale’yi bilmiyor. Çok doğal. Çünkü ulaşım ve iletişim yetersiz. En önemlisi ulaşım… Ülkenin her tarafına kolayca ulaşabilelim ki kültürümüzün ne denli zengin olduğunun farkına varalım. Bu noktada Anadolu Jet’in çabası çok önemli. Kolay, hızlı ve ucuz ulaşım sağlanmazsa yerel değerlerimiz birbirinden beslenerek evrenselleşemez. Kars’ta doğan bir çocuk, ‘Bana ne İzmir’den’ dememeli. Bilmeli, tanımalı ve gidebilmeli ki sahiplensin…


Öykü: Ben de konuşmak istiyorum!

Berk: Bundan sonra ayrı projeler yapıp ayrı ayrı röportajlar vereceğiz…


Evet öyle görünüyor. Ayrı ve yeni projeleriniz neler?


Öykü: Herkes benim Türk sanat müziği söyleyeceğimi düşünüyor ama ben kendi beste ve sözlerimden yola çıkarak bir şarkı albümü yapmak istiyorum. İçinde slow, tango ve rock’n roll olan bir albüm… Cem Köksal’ın besteleri de olacak. Berk arabeski çok seviyor; o da belki kendi çalıp kendi söyleyeceği bir arabesk albümü yapar.



Berk: Biz zaten grup değil, kardeşiz. Öykü ayrı, Berk ayrı. Akademik olarak farklıyız. Hissettiklerimiz de, uygulamak istediklerimiz de farklı. Bundan sonra ayrı ayrı işler yapmayı planlıyoruz. Böylece birbirimizin özgürleşmesine olanak tanıyacağız ve bu ikimiz için de daha geliştirici olacak.


Çekmecede, birlikte yorumlamayı düşündüğünüz türküler var mı?


Öykü: Bence var ama Berk’le anlaşamadık daha. Ankara yöresinden ‘Su Sızıyor Sızıyor’u yorumlamayı çok istiyorum ben. Bir de Kırşehir yöresinden ‘Dane Dane Benleri Var Yüzünde’yi. Bakalım…


En keyifli konseriniz hangisiydi?


Öykü: Isparta konserimizi unutamam. Çok güzeldi. Gerçi Anadolu’nun neresinde konser verdiysek hepsinden çok büyük keyif aldık.


Berk: Evet, Isparta konserimiz harikaydı. Çok samimi ve coşkuluydu.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / KASIM 2009

..............

ÖNÜM ARKAM, SAĞIM SOLUM BİENAL

Geçtiğimiz günlerden, tam tarih vermek gerekirse 12 Eylül’den bu yana; ucundan kıyısından da olsa bir şekilde dâhiliz bienale. Bir kez daha çağdaş sanatı izleyip yerleştirmeleri anlamlandırmaya, videoları sıkılmadan sonlandırmaya ve satırlarca açıklamayı okuyup anlamaya çalışıyoruz. Ve tabii ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunu kişisel tarihimiz elverdiğince cevaplamaya…

Karşımızda 40 ülkeden 70 sanatçının 141 projesi duruyor ve her biri bizi bir başka tarihsel mesele üzerinde kafa yormaya zorluyor. Ayaklarımız yoruluncaya dek metinleri okusak da son noktaya ulaşmamız pek öyle kolay değil. Ya da pek bir tembeliz. Şimdi; sıkılıp bunaldıklarımız bize, irdeleyip beğendiklerimiz size…

Bir kere, Canan Şenol’un Antrepo No:3’teki 18 yaş üstü ‘İbretnüma’ isimli animasyonlu videosunu hayranlıkla izledik. Sanatçı, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan fakir bir ailenin inanılmaz güzellikteki kızının hikâyesini ‘Binbir Gece Masalları’ tadında anlattıkça anlatıyor. Videoda, çoğu orijinallerinden uyarlanmış ve kolajlı parçalarla birleştirilmiş klasik Osmanlı minyatürleri mevcut. Görsel bir şölene dönüşmekle yetinmeyen yapıt, taşları tek tek gediğine koyuyor üstelik. Aydan Murtezaoğlu ve Bülent Şangar’ın ortak çalışması ‘İşsiz İşçiler’de ise ‘işsiz ve eğitimli’ gençlerin anlamsız eylemlerine şahitlik edip şaşırmadık elbette; sadece, işte öyle…

DEFTERDEN SİLİNEN DÜŞÜNCELER

Hırvat küratör kolektifi WHW (What, How & for Whom /Ne, Nasıl ve Kimin İçin) niyetini, bienale eşlik eden metinlerinde (katalog ve web sitesi) gayet güzel ve net açıklamıştı aslında. Özetle şöyle: “Eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu bir düzen gerçekleşebilir ve bu düzen sadece ve sadece komünizmdir.” Küratörlerin sağa sola serpiştirdikleri slogan ve politik içerikli söylemlerle desteklediği bienalin dili; bu açıdan bakınca oldukça belgesel, sert ve eleştirel. Bienalin belgesel niteliği küratörlerin bizzat bienali sorgulamalarından belli. Sanatçı profili, küratör ücreti ve bienalin bütçesi apaçık ortada ve tartışmaya sonuna kadar açık. Yeri gelmişken söyleyelim: 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin bütçesi, 20 Ağustos itibariyle 2.050.299 Euro.

Hal böyle olunca ülkenin aydın, öğrenci, sanatçı ve siyasetçileri; borçlarını tahsil etmeden defterden sildikleri düşünceleri yeniden ve hararetle tartışırken buldular kendilerini. En büyük pay yine bienalin kendisine düştü. İlk tepkiler, küratörlerin kullandığı anti-kapitalist dil ile bienalin kapitalist finansörlerinin dili arasındaki ‘çelişki’ye odaklandı. Madalyonun öteki yüzündeki birinci adam, yani Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç ise bu konuda verdiği tek söyleşide; (Skylife Business Ekim sayısı) “Evet, sanat ile sermayenin ilişkisi vardır…” demiş ve en usturuplusundan eklemiş: “Sponsorluktaki en önemli hedeflerimizden biri, güncel sanatın toplumun birçok kesiminde daha iyi anlaşılmasını sağlamak.” Üstelik tüm bu açıklamaları nerede yapmış dersiniz? Bienalin en fotojenik ve politik alanlarından biri olan ‘Erörist Kabare’ dekoru içinde.

‘Erörist Kabare’; 1997’de bir grup görsel sanatçı, şair, kuklacı ve oyuncu tarafından Buenos Aires’te kurulan ‘Etcétera’nın eseri. Bir tiyatro sahnesi olan ‘Erörist Kabare’nin içinde entelektüeller, sanatçılar, devrimciler ve eşyalar umutlarını tartışıyor. Gayet gerçeküstü bir biçimde… Şöyle ki şişeler düşünüyor, masalar sohbet ediyor, bardaklar insanları içiyor. Duvardaki küçük resim “Sanatı hayata, hayatı sanata geri vermeliyiz.” diye seslenirken bir fincan çay “Önce oturup reklamını yaptığın o sponsorları düşün.” şeklinde azarını çekiyor. Şarap şişesi zaman zaman kendini çok boş hissettiği bu gerçeklik komedisinde sandalyeler grev hazırlığında…

BİENALE VİZÖRDEN BAKMAK

Çağdaş sanatta fotoğraf kullanımının ne denli yaygın olduğunu, üstelik de bunu yapanların başka disiplinlerden gelen sanatçılar olduğunu kabullendik artık. Çağdaş sanat; insanla, sokakla ve şimdiki zamanla ilgili. Tüm bunları en iyi anlatanlardan biri de fotoğraf. Ortada fotoğraf varsa görüntü gerçek hayattan alınmıştır. Nokta. Bienalde izlediğimiz (hepsini sonuna kadar değil tabii ki) 20 saatlik film ve videoya rağmen fotoğraf hâlâ tüm dinamizmiyle ‘ben buradayım’ diyor. Bu kesin.

Ortası yenmiş ekmek dilimi, bienalin en meşhur işlerinden biri. Yaşamın ve emeğin ama aynı zamanda güvensizlik ve fakirliğin simgesi olarak ekmeğe dair metaforları canlandıran bu küçük ama anlamlı, gösterişsiz ama güçlü çalışmanın sahibi Hans-Peter Feldmann. Sanatçının bienaldeki bir diğer işi ise fotoğraf üzerine: ‘Portre. Bir Kadının 50 Yılı’. Karşımızda bir kadının çocukluğundan elli yaşına kadar çekilmiş ve kronolojik olarak dizilmiş 300 kadar fotoğrafı var. Varlık, gençlik, zaman ve ölüm kavramlarını sorgulamak bir yana; yabancı bir kadının geçmişine yaptığımız bu yolculukla, Avrupa’nın savaş sonrası neslinin hafızasına da sızıyoruz aslında.

Bienaldeki güçlü fotoğraf işlerinden bir diğeri Feriköy Rum Okulu’nda çıkıyor karşımıza: ‘Dobromierz ile Etkinlikler’. KwieKulik ikilisi; oğullarını, doğduğu 1972 yılından 1974 yılına kadar çeşitli şekillerde fotoğraflamış. Çok sayıda slayttan oluşan (700 renkli ve 200 siyah-beyaz) çalışma; tuhaf ve rahatsız edici görüntüler içermesine rağmen sonuna kadar, yani neredeyse yarım saat boyunca izlettiriyor kendini. Dobromierz’i bir nesne-çocuğa dönüştüren görüntüler, sanatla hayat arasındaki sınırların alabildiğine zorlandığı örneklerden biri.

Sanatla hayat arasındaki sınır nereye kadar zorlanabilir? Cevap için 8 Kasım’a dek 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni ziyaret edin. Bakarsınız ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunun cevabı da çıkıverir karşınıza…



DENİZ ILGIN

PHOTO DİGİTAL / KASIM-ARALIK 2009

27 Ekim 2009 Salı

“EVET, SANAT İLE SERMAYENİN İLİŞKİSİ VARDIR VE…”

Uluslararası İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğunu 10 yıl süreyle üstlenen Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç, sermaye-sanat ilişkisini Skylife Business okurları için değerlendirdi.

Uluslararası İstanbul Bienali’nin ana sponsorluğunu 2007’den itibaren 10 yıl süreyle üstlenmek çok büyük bir karar. Kaldı ki 10 yıl için milyonlarca dolarlık bir yatırımdan bahsediliyor. Bu karar nasıl verildi?

İstanbul Bienali, sanat çevrelerinde büyük saygı gören ve uluslararası boyutta kabul edilmiş bir etkinlik. Ülkemizde gerçekleştirilenler arasında da, Bienal, yurtdışında en fazla ses getiren ve yabancı basında en fazla yer alan sanat etkinliklerinden biri. Ayrıca, İstanbul’un ve ülkemizin tanıtımı için de çok önemli. Sponsorluk kararımızın altında yatan ana etken, İstanbul Bienali’nin bu başarısı ile Koç Toplululuğu’nun misyon ve vizyonunun birebir örtüşmesi. Burada bir önemli nokta var; İKSV ile anlaşmamız gereği sponsorluk bedeli konusunda bir açıklama yapmadık. Yani yapılan yatırım sadece Bienal sponsorluğu karşılığında verilen bedelle sınırlı kalmıyor. Bienal’in tanıtımı açısından da ciddi bir misyon üstleniyor ve iletişim çalışmaları için üstümüze düşeni yapıyoruz. Bunun yanında, hem Vehbi Koç Vakfı hem de Topluluk şirketlerimizle çeşitli alt projeleri sahipleniyor ve ek sponsorluklarla Bienal’e destek oluyoruz.

10. Uluslararası İstanbul Bienali’ni 6 bini yabancı, 100 bine yakın kişi ziyaret etti. 35 ülkeden 600’e yakın basın mensubu Bienal’i gezdi. Yerli basın ise konuyu aylarca işledi. Bunları değerlendirdiğinizde, sponsorluğumuza değdi diyor musunuz?

Belirttiğiniz gibi, 2007 Bienali’nde ziyaretçi sayısı bir önceki Bienal’e göre ikiye katlanarak neredeyse 100.000’e ulaştı. Daha yoğun bir iletişim kampanyası yapmamızın bunda önemli bir rolü var. Bunun yanı sıra 10. Bienal, medyada öncekilere nazaran daha geniş şekilde yer aldı. Bütün bu göstergeler, doğru bir iş yaptığımıza işaret ediyor. Bu yıl, İKSV ile ortaklaşa çalışarak ziyaretçi sayısını daha da artırmayı hedefliyoruz. Biz Bienal sponsorluğunu 10 yıl boyunca üstlenerek, güncel sanat ile Türk insanını yakınlaştırmayı, güncel sanatı daha fazla insanın günlük yaşantısına sokmayı amaçladık. Yıldan yıla ilginin arttığını ve bunda desteğimiz olduğunu görmek elbette memnuniyet verici.

Koç Holding’in desteğiyle İstanbul ve çevre illerdeki üniversitelerden 18.000 öğrenci 10. Uluslararası İstanbul Bienali’ni bilet almadan gezdi. 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni de yine Koç Holding’in desteğiyle tüm üniversite öğrencileri ücretsiz gezebilecek. Bu bir tür direnme mi? Kamusallaştırma adına…

Bizim 80 yılı aşkın bir kurum ve marka olarak, Koç Topluluğu’nu genç kuşaklarla buluşturmak gibi bir hassasiyetimiz var. Bu hassasiyetimizi sosyal sorumluluk projeleriyle ortaya koyuyoruz. Bienal dışında, gençler için oluşturduğumuz ve yıllardır sahiplendiğimiz kendi projelerimiz var. KoçFest gibi... Sponsorluktaki en önemli hedeflerimizden biri, güncel sanatın toplumun birçok kesiminde daha iyi anlaşılmasını sağlamak. Dolayısıyla bu tür çalışmaları desteklemekten mutluluk duyuyoruz. İnsanların zaman içinde Bienal’leri takip etmekten ve güncel sanat aktivitelerine katılım göstermekten zevk alacağına inanıyoruz. Bu tür faaliyetlere halkın her kesimden geniş katılım sağlanması oldukça önemli. İlgiyi artırmak istiyorsanız kolay ulaşabilir hale getirmelisiniz. Üniversite öğrencilerinin ücretsiz girişi böyle bir proje. Sanat öğretmenleriyle yapacağımız atölye çalışmaları ve 6 - 14 yaş grubu için başlattığımız etkinliklerin ana hedefi de bu.

Sanatı kamusallaştırma; yani sanatın şehri dönüştürmesi için o şehre ve o şehrin sakinlerine nüfus etmesi… Bienalden hareketle güncel sanat şehre nasıl ve ne kadar sirayet ediyor, şehri nasıl dönüştürüyor? Ya da dönüştürebiliyor mu?

Bienal’in çok belirgin bir güncel sanat boyutu var; yeni ve yaşayan bir sanat biçimi, güncel, interaktif, yenilikçi, uluslararası boyutu olan, toplumsal sorunlara duyarlı, iletişime açık ve hayal etmeyi teşvik eden… Güncel sanat erişilmez, anlaşılmaz ve soğuk algılanıyor. Oysaki toplumu ve sorunlarını konu alan, özü itibariyle sokaktaki insana yakın duran bir sanat dalı. Gençlerde güncel sanat bilincini oluşturmak çok önemli. Çünkü güncel sanat; düşünen, yaratıcı, üretken, özgür ve yenilikçi bir nesil oluşmasına yardımcı olacak. Bu bağlamda, İstanbul Bienali’ni, Türkiye’de bu sanatla henüz tanışmamış insanları harekete geçirebilecek kapsamlı bir sanat etkinliği olarak değerlendiriyoruz. Daha iyi tanıtılmasını sağlayarak merak uyandırmayı, genç nesillerimizde müze ve galeri kültürünün gelişmesini, güncel sanata karşı duyulan genel ilginin artırılmasını hedefliyoruz. Dolayısıyla, sorunuza ‘Evet, zaman içerisinde güncel sanat kenti dönüştürüyor’ diye cevap verebilirim.

Küratör Ali Akay bir sempozyumda “Sanat sermayenin en kuvvetli olduğu yerlerde, dönemlerde olur” demiş ve eklemişti: “Paris, sermaye merkezi olmadan kültür merkezi olabilmiş ender şehirlerden biridir” Katılıyor musunuz? Sermaye - sanat ilişkisini İstanbul üzerinden nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet, sanat ile sermayenin bir ilişkisi vardır ve Paris’in bu açıdan bir istisna olduğu da doğrudur. İstanbul da, şu anda dünyanın en gözde sanat merkezlerinden biri ve 2010 Avrupa Kültür Başkenti sıfatına sahip. Bu özelliğini daha çok, yüzyıllardır birçok medeniyete yapmış olduğu ev sahipliğine ve bu medeniyetlerden elde ettiği mirasa borçlu. Son dönemlerde de çeşitli vakıfların ve özel kuruluşların sanata yapmış olduğu büyük yatırımlar var. Ancak, sanatın en büyük sermayesinin; toplumdaki sanat bilinci, sanata karşı duyulan ilgi ve merak düzeyi olduğunu düşünüyorum. Bizim gibi, ‘sermaye’ adı altında nitelendirdiğiniz gruplara düşen en büyük görev, toplumumuzdaki sanat bilinci seviyesini artırmak olmalı.

Serbest piyasa ekonomisi; vakıflar, şirketler, kurumlaşmalar… Miladı 24 Ocak 1980 kararları olarak düşünürsek; ki ülkemizin ilk özel müzesi Sadberk Hanım da Vehbi Koç Vakfı desteğiyle aynı yıl açıldı. Bastırılmış müteşebbislik ruhu 80’den sonra açığa çıktı ve Koç ailesi de hızlıca harekete geçti diyebilir miyiz?


Vehbi Koç Vakfı’nın kuruluşunun üzerinden tam 40 yıl geçti. Vakfımızın kurulduğu ilk yıllardan itibaren başta kurucumuz Vehbi Koç olmak üzere, gerek aile bireyleri, gerekse sektörlerinde liderlik üstlenen öncü şirketlerimiz aracılığıyla aralarında kültür-sanatın da olduğu pek çok alanda topluma hizmet vermek için çaba harcadık. Bu çabamız halen devam ediyor. Sadberk Hanım Müzesi 1980’de açılsa da, binanın müzeye dönüştürülme fikri 1970’lerin ikinci yarısının başında doğmuş ve nitekim müze için hazırlıklar ve restorasyon çalışmaları 1978 yılında başlamıştır. Vakfımız büyüdükçe ve toplum için ürettiği değer arttıkça, yıllar içinde sadece kültür - sanata değil; eğitim, sağlık ve özellikle son yıllarda artan bir şekilde çevreye yaptığımız yatırımlar da hızlanmış ve gelişmiştir. Bugünkü Bienal sponsorluğumuzu da bu gelişim sürecinin bir devamı olarak görmekteyiz.

‘Tanas Berlin Türk Çağdaş Sanatlar Galerisi’, Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan ‘Türkiye’de Güncel Sanat’ sergi ve monografi dizisi, 10 yıllık bienal sponsorluğu ve açılması beklenen ‘Çağdaş Sanat Müzesi’ birlikte düşünüldüğünde Koç Holding Türkiye’de güncel sanatın neferi olma iddiasında diyebilir miyiz?

Bizim Koç Topluluğu olarak yönümüz, gözümüz hep ileride. Bienal de toplumların ilerlemesi için önemli odak noktalarından biri olan kültür-sanat alanı içinde. Kültür ve sanatın özünde yaratıcılık ve özgür düşünce var. Biz bu sponsorluk ile güncel sanat aracılığıyla bir konuşma ve tartışma ortamının oluşmasını, gelişmesini ve sanatçıların kendilerini özgürce ifade etmeleri için fiziksel imkânlara kavuşmasını destekliyoruz. Böyle bakınca, bizim odağımızda kültür ve sanat etkinliklerine Koç markaları adına ve ailemiz adına destek vermek yer alıyor. Bu alandaki çalışmalara katkıda bulunmaktan ve çorbada tuzumuzun olduğunu bilmekten son derece gururluyuz.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSİNESS /EKİM 2009

YENİ BULUNTULAR İZİNDE AFRODİSYAS

Afrodisyas’a ilgimiz dalgalı bir deniz gibi. 1961’den bu yana kimi zaman merakla bekliyoruz Antik Kent’ten gelecek haberleri; kimi zaman da hiç ilgilenmiyoruz yeni buluntularla... Afrodisyas Müzesi’nin 24 Ekim’de yenilenmiş haliyle açılacağı bahanesiyle son buluntuların izini sürdük. Sizin yerinize de…

Yıl 1958. Aylardan Eylül. Zamanın Başbakanı Türkiye’nin en büyük barajı Kemer’i hizmete açacak. Haberi alan Hayat Dergisi, muhabiri Ara Güler’i apar topar Aydın’a yollar. Validen bir araba ve bir şoför alan Güler çekimi tamamlayıncaya kadar akşam çöker. Kaybolurlar. Nihayet bir dağ köyü bulup kahveye girer ikili. Roma sütun başlığı üzerinde iskambil oynamaktadır köylüler. Sabah olunca köyü şöyle bir gündüz gözüyle dolaşır Ara Güler. Lahitlerin içinde üzüm ezenlerle Hipodrom’da çift sürenleri fotoğraflar. Köy Geyre’dir. Dönüşünde önce Sabahattin Eyüboğlu, sonra da zamanın Arkeoloji Müzesi Müdürü Rüstem Doyuran’a gösterir resimleri. Çözemez kimse, bilemez yeri. Güler’in aklına Architectural Review Dergisi gelir. Resimleri yollar. Bir vakit sonra Amerika’daki Horizon Dergisi’nden telgraf… Gerisin geri köye gider Güler, aynı şoförle. Dergi ‘very well known’ yazar isteyince Prof. Dr. Kenan T. Erim bulunur. Ve Erim, o günden sonra Afrodisyas’ı yazmayı bırakmaz hiç. Ölümüne kadar…

Bu hikâye, Afrodisyas’ın kendisinden daha tanıdık, daha bilindik. Çünkü Antik Kent Afrodisyas, Aydın iline bağlı Karacasu ilçesinin Geyre Beldesi’nde ve epey uzakta merkeze. Tanrıça Afrodit’e adanmış Kent, Yunan ve Roma dönemine ait arkeolojik sitelerin en önemlilerinden biri olmasına rağmen ülke gündemine de uzak bu nedenle. Yıllardır Geyre Vakfı’nın desteğiyle süren kazılar, her sonbahar yeni bulgularla nihayetleniyor. Ama yeni eserler, Kazı Evi ya da Müze Depoları’na kaldırıldığından gelişmeleri pek fazla kişi takip edemiyor. Paha biçilemeyen sayısız kalıntının merkezi olan Afrodisyas’ın bugüne dek yalnızca dörtte biri gün ışığına çıkarıldı. Tamamı için en az bir 100 yıl daha gerekli… Geçtiğimiz yıl Sebasteion Sevgi Gönül Salonu’nun açılışıyla dikkatimizi celbeden Kent, yenilenen müzesinin kapılarını 24 Ekim’de açıyor. Açılış öncesi müze hazırlıklarını ve Kazı Evi’nin mavi kapısı arkasında bekleyen buluntuları, Skylife okurları için görüntüledik.


İstiridye Kabuğundaki Afrodit

Afrodit tapınağı ve Afrodit adına yapılan törenleriyle ün salan kentte, Afrodit’i betimleyen çok sayıda kabartma ve heykel var. ‘İstiridye Kabuğundaki Afrodit’ de bunlardan biri. Şu anda Kazı Evi’nin koruma ve restorasyon deposunda üzerinde çalışılan eser, ilk kazılarda ortaya çıkmasına rağmen henüz hiç teşhir edilmedi.

Mavi At

Sivil Bazilika’da 1970 kazıları sırasında bulunan ‘Mavi At’ heykeli, uzun yıllar depolarda bekledikten sonra nihayet geçen yıl Sebasteion Sevgi Gönül Salonu’nda teşhir edilmeye başlandı. Atın sürücüsünden geriye yalnızca sol üst bacak parçası kalmış olsa da genç adamın attan düşerken betimlendiği anlaşılıyor. Eser, antik heykeller arasında dörtnala giden bir atı betimleyen tek mermer örnek olması nedeniyle önemli.

Restorasyon sürüyor

M.S. 1. yüzyılın ortalarında Roma İmparatorları ve yerel tanrıça Afrodit onuruna inşa edilen Sebasteion, gerçek insan boyutlarında 200 yüksek kabartma mermer panoyla süslüymüş. Bu 200 kabartma panodan 80 kadarı 1979 yılından itibaren kazılarda peyderpey ortaya çıkarıldı. Kabartmaların M.S. 1. yüzyılın ortalarında Roma İmparatorları ve yerel tanrıça Afrodit onuruna yapıldığı tahmin ediliyor. Bulunan 80 kabartmanın büyük bir kısmı, uzun süre bekledikten sonra 2008’den itibaren Sebasteion Sevgi Gönül Galerisi’nde sergilenmeye başlandı. Ama Kazı Evi’nde hiç teşhir edilmemiş ve restorasyonu devam eden örnekler de mevcut. Konuları geniş ve çeşitli olan kabartmalar, daha çok Afrodit ve Truva gibi önemli kişileri betimliyor.

Yeni müzeye doğru…

Kazıların başlangıcında inşa edilen Afrodisyas Müzesi kalıntıların zenginliği nedeniyle yetersiz kaldığı için, Mimar Cengiz Bektaş’tan müzeyi yenilemesi istendi. Şubat 2009’dan beri çalışmaları süren Afrodisyas Müzesi, 24 Ekim’de yeniden ziyarete açılıyor.

Afrodisyas’ta geç yerleşim

2009 kazıları sırasında gün ışığına çıkan küçük bronz kürek, kandil ve oyun taşı gibi eserler, M.S geç 5.yüzyıl ile erken 6. yüzyıla tarihleniyor. Bazilika koridorunun taban seviyesinin altında bulunan bu parçalardan, Afrodisyas’ta geç ve medeni yerleşimler olduğu anlaşılıyor.

Heykeltıraşlık Okulu

M.Ö 1. yüzyılda faaliyete başlayıp, M.S. 5. yüzyıl erken Bizans Dönemi’ne kadar varlığını sürdüren Afrodisyas Heykeltıraşlık Okulu’nda üretilen heykel ve kabartmalar dünyaca ünlü. ‘Flüt Çalan Adam’ başı da, diğer pek çok örnek gibi Müze Deposu’nda bekleyen ilginç heykellerden biri.

Ağlayan Kadınlar Lahiti

24 Ekim’de açılacak Afrodisyas Müzesi’nde sergilenecek eserler arasındaki ‘Ağlayan Kadınlar Lahiti’, daha önce hiç teşhir edilmedi. 1994 yılı kazılarında Doğu Nekropol’de kırılmış bir halde bulunan lahitin restorasyonu yeni bitti. Lahitteki kadınlar giyinmiş kuşanmış bir halde yas tutup ağlıyorlar. Aynı konunun bir başka örneği de İstanbul Arkeoloji Müzesi’nde sergilenmekte.

Keçi Sağan Köylü

2009 yılı kazılarında ortaya çıkan önemli parçalardan biri de ‘Keçi Sağan Köylü’yü tasvir eden mermer sütun başlığı. Geç Roma dönemine ait önemli buluntulardan biri olan başlığın M.S 4. yüzyılda yapıldığı tahmin ediliyor. Bir köylü ile keçisini tasvir eden başlık; Afrodit Tapınağı’nın ön avlusunun anıtsal kapısı ile Sebasteion’un girişi arasındaki Tetrapylon Caddesi’nde mermer duvar kaplamaları, cam duvar mozaikleri ve duvar resimlerinin yoğun olarak bulunduğu bir bölgede ele geçirilmiş.

Sebasteion ayağa kalkıyor

Afrodisyas’ın en önemli anıtsal yapılarından biri Sebasteion, diğer adıyla ‘İmparator Tapınağı’dır. Günümüzde sürdürülen araştırma ve koruma çalışmalarının odağındaki yapının ayağa kaldırılma çalışmaları sürüyor. 2005’te başlayan çalışmalar en geç 2011’de bitecek ve yapı ayağa kalkacak.

Sakallı Genç Adam portresi

Birinci yüzyılın sonlarına tarihlenen Afrodisyas Bazilikası’nın güney ucu, yakın tarihli kazıların odak noktası olan oldukça özenle süslenmiş bir salondan oluşmakta. New York Üniversitesi kazı ekibi burada, M.S yaklaşık 160 – 200 yıllarına ait başarılı bir portre heykel başı buldu. Derin oyulmuş kıvırcık saçlarıyla dikkat çeken ‘Sakallı Genç Adam’ın gözleri adeta canlı gibi. Eser, bireysel üslupla mermer portre yapma tekniklerini ustalıkla bir araya getirmesi bakımından önemli.

Oyun taşları

Son kazılarda bulunan oyun taşı, kandil ve bronz kürek gibi küçük eşyalar, M.S geç 5. yüzyıl ve erken 6. yüzyıla tarihleniyor. Afrodisyas Bazilikası koridorunun taban seviyesinin altından çıkarılan ve Müze Deposu’na kaldırılan bu eserler, dönemin yaşayışı hakkında fikir vermesi bakımından önemli.

Önümüzdeki sezon

Bu yıl için sona eren arkeolojik kazılar; önümüzdeki sezon Afrodisyas Bazilikası’nın mimari yapısının araştırılması, Sebasteion Caddesi kazıları ve Hadrian Hamamları konservasyonuna ağırlık verecek.

Pişmiş toprak pipo

Erken 20. yüzyıla ait olduğu düşünülen pişmiş toprak pipo, Afrodit Tapınağı’nın ön avlusunun anıtsal kapısı ile Sebasteion’un girişi arasındaki Tetrapylon Caddesi kazıları sırasında bulundu. Aynı kazılarda iyi korunmuş Bizans ve Geç Roma Sokak seviyeleri üzerinde 800 sikke de ele geçirilmiş. Antik kentte Osmanlı devrine ait ticari hayatın varlığını ortaya koyan bu sikkeler, 15. ve 16. yüzyıla tarihlenmekteler.

İki boğa ve bir aslan

Bazilika’nın güney salonu buluntularından biri de muhtemelen M.Ö 7. yüzyılda bir felaket sonucu yıkılan bloklar arasında sıkışmış paye ve üzerindeki kemer. İlk yıkıldığı haliyle ve tüm parçalarıyla bulunan eserin konservasyon ve restorasyonu Kazı Evi’nde sürüyor. Alışılagelmemiş bir tasarıma sahip olan paye başlığında iki boğa ve kükreyen bir aslan figürü var.

Başsız heykel

New York Üniversitesi’nin Afrodisyas’ta yürüttüğü kazı çalışmalarının amaçlarından biri, ziyaretçilerin Antik Kenti orijinal haliyle algılamalarını sağlamak. Roma İmparatoru Hadrian’ın Afrodisyas’ı ziyareti anısına yapılan Hadrian Hamamları’ndaki heykeller, bu niyetle orijinal yerlerine dikilmeye başlandı. Dikilen ilk heykel, Afrodisyas Heykeltıraşlık Okulu’nun özelliklerini yansıtan başsız bir erkek bedenine ait. Asılları depoda bulunan heykeller; çimento, mermer tozu ve beton karışımdan yapılıyor.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE EKİM/2009

.................

KENTLER ANILARIYLA YAŞAR

Asansörden yer döşemesine, merdivendeki çiğdem tanesinden aynadaki su damlasına... Her şeyle tek tek ilgileniyor Nazan Ölçer. Eline kâğıt havluyu alıp aynanın üzerindeki su damlalarını silerken “Biraz titizimdir ben...” diyor. Sadece titiz mi? Disiplinli, otoriter, çalışkan ve mükemmeliyetçi. 2003’te Sakıp Sabancı Müzesi Müdürlüğü’nü üstlendiğinden bu yana yaptıkları, hepimizin malumu. O malum işler için önce çevre diyor Ölçer: “Picasso’nun torununun arkadaşı benim arkadaşım olmasaydı Picasso Sergisi mümkün olmazdı. İlişkiler çok önemli bu işte.” Bu da mesleğe yeni atılanlara bir tavsiye... Şimdi elini Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’ne attı Ölçer. İlk kez 1969’da gittiği ve adeta vurulduğu Mardin’in müzesini, kızının çeyiz sandığını yerleştirir gibi hazırladı.

Oluyor mu, içinize siniyor mu?

Hiçbir zaman olmaz ki... Hep daha fazlasını arar benim gözlerim. Bir sürü eksik var ama açılışa kadar tamamlanacak. Zaten ekip çok iyi, başka bir ihtimal yok.

Sabancı Vakfı, Mardin Kent Müzesi’ni tamamlamaya karar verdiğinde, kendi kendinize sorduğunuz sorular nelerdi? Ve tabii onların cevapları...

İlk önce binanın bir müze olabilmesi için neler yapabileceğimizi araştırdık. Restorasyon, mimari kurgu, sergi kurgusu el ele gitmeliydi. Elde olan ve ele geçebilecekler üzerinden hareket ettik. Mardinlileri kendi müzelerine katkıda bulunmaya çağırdık. Ortak Mardin kimliğini yakalamamız gerekiyordu. Mükemmel bir binamız vardı ama malzememiz azdı. Bazen elinizde depolardan taşan yüzlerce eser vardır, nereye nasıl yerleştireceğinizi şaşırırsınız. Burada tam tersi oldu. Yüzlerce metrekareyi nasıl dolduracağımız önemli bir soruydu.

Nasıl doldurdunuz?

Eskiye çok ulaşamadığımız için günümüzden yola çıktık. Şu anki kültür üzerinden eskiye doğru gittik. Taş ve bakır ustalarının balmumu canlandırmalarını yaptık. Müze teşhirinin bir sahneleme olduğundan hareketle Sahne Tasarımcısı Metin Deniz’le çalıştık. Çok da iyi yaptık. Eski dibekler, mutfak malzemeleri, altın ve gümüş yapım aletleri bulduk. Mardin’den pek çok kişinin eski Mardin geleneklerini anlattığı bir belgeselden faydalandık. Eksiklerimizi Mardin’de kapı kapı dolaşarak tamamlamaya çalıştık. Şu anda müzede 300’den fazla parça var ve sayı her geçen gün artıyor.

Bir kentin müzesi olması neden çok önemli?

İnsan anılarıyla yaşıyor. Kentler de. Kent biricik olmalı, diğerine benzememeli ve bu durum kentin dokusuna sinmeli. İşin çıkış noktası bu. İnsanlara yaşadıkları yerin biraz öncesini anlatmak çok önemli. Farkındalık ve aitlik hissi oluşturmak...

Kent Müzesi kavramı dünyada nasıl gelişti?

Fransız İhtilal’i sonrası ortaya çıkan; halk kültürlerine eğilmek, dil ve geleneklerin kökenine inmek gibi eğilimlerle başladı her şey. Avrupa’nın pek çok yerinde halk kültürü müzeleri peş peşe açıldı.

Peki Türkiye’de?

Bizde bu, Cumhuriyet’in ilk yıllarında başladı. Karanlıkta ve el yordamıyla… ‘İşin özü Anadolu’dur’ deyip Anadolu’daki kültürlere yönelmek Cumhuriyet’in felsefesine de uygundu. Yalnız ne yazık ki başarıyla süren saha çalışmalarının devamı gelmedi. Toplanan malzeme korunamadı. Bu yüzden Türkiye’de kent müzesi araştırmaları biraz geç başladı. Her şey kaybolup gittikten sonra… Mardin şanslı. Bir kere MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) müthiş bir hemşerilik bilinciyle hareket ediyor.

Kent müzesinin olmazsa olmazları neler?

Kent müzeleri, halk kültürünü yansıtmak zorunda. Tarım, ev yaşamı, yemek kültürü, yerel mimari, mutfak kültürü... Gümüş, maden ve taş işçiliği… Eksik kalan, arkeoloji ile günümüz arasındaki zaman. Yani yakın tarih. Yüz seneden geriye giderseniz o bir biçimde sanat tarihinin alanına girer. Eksik halka yakın tarih ve o da unutulmaya en müsait olanı. Kent müzesi mutlaka yakın tarih belleğini yakalamalı.

Bir müze nasıl kurulmaz?

Bu işin olmazsa olmazı koleksiyondur. Müze gereksinimini koleksiyon meydana getirir. Önce malzemeniz olacak, sonra ona uygun bir mekân arayışına gireceksiniz. Ama bizde tersinden işler süreç. Önce bina yapılır, sonra içi doldurulmaya çalışılır. Öyle şey olmaz. Kesinlikle olmaz.

Genelde eldeki binalar kullanılıyor…

O bile değil. Öyle şeyler yapılıyor ki… Ortada ne bir koleksiyon, ne de müze talebinde bulunan bir toplum var. Sadece müze sahibi olmanın getirdiği prestij söz konusu. O prestij düşünülerek, özellikle Yakın Doğu Ülkeleri’nde tanınmış mimarlara büyük paralarla binalar yaptırılıyor. Boş boş binalar. Ondan sonra da o binaları doldurmaya çalışıyorlar.

En tehlikeli tarafı ne?

İşin en tehlikeli tarafı, bunu bir business, bir iş olarak görmek. Paranın olduğu ama müze talebinin olmadığı ve müze gerektirecek malzemenin bulunmadığı ülkeler için tehlikeli girişimler bunlar. Belki çok güzel yapılar çıkıyor ortaya ama içleri boş oluyor. Talep, merak ve malzeme yoksa muhteviyat eksik kalıyor. Talep eden bir cemaat olmalı. Yoksa kendi kendinize müze kurar, eserlere tek başınıza bakarsınız.

Peki; kentin bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi varsa ama malzemesi eksikse; Mardin’deki gibi…

Mardin’in bir müzeyi dolduracak kültürel geçmişi var; hatta fazlası var, eksiği yok. Onun için buradayız zaten.


Hüsnü Paçacıoğlu (Sabancı Vakfı Genel Müdürü)

Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi ve Dilek Sabancı Sanat Galerisi’nin inşaat, restorasyon ve tefrişi için Sabancı Vakfı tarafından bugüne kadar yapılan harcamaların toplamı 7 milyon TL’ye ulaştı. Tabii burada unutulmaması gereken ve en az bina kadar önemli olan, müzenin uygun bilgi ve objelerle donatılmasıdır. Mardin Valiliği, MAREV (İstanbul’daki Mardinliler Vakfı) ve Mardinlilerin bu konuda gösterdikleri ilgi ve katkı ilerisi için büyük umut vermektedir.


Hasan Duruer (Mardin Valisi)

Mardin’e kimliğini geri kazandırmak istiyoruz. Hedef 2023’te Unesco’nun tarihi kentler listesine girmek ve Avrupa Kültür Başkenti olmak... Sakıp Sabancı Mardin Kent Müzesi bizim için ayrıca önemli. Müzenin çevresini pilot bölge ilan edip orada ciddi bir altyapı çalışması yaptık. Tüm tesisatları yenileyip direkleri yeraltına aldık. Önümüzdeki günlerde Valilik makamı müzenin karşısındaki Vali Konağı’na taşınıyor. Eski Şehir’deki betonarme binaları tek tek yıkıyoruz. Heykeltıraş Rodin gibi fazlalıkları atıyoruz; şehrin güzelliği ortaya çıkıyor. Önce yaşadığımız yer, sonra yaşadıklarımız değişiyor.

Dilek Sabancı Sanat Galerisi

Müzenin alt katındaki Dilek Sabancı Sanat Galerisi, önümüzdeki bir yıl süresince ‘Doğa İnsan ve Deniz’ başlıklı sergiyi ağırlıyor. Sabancı koleksiyonundan gelen eserler arasında Bedri Rahmi’den Devrim Erbil’e, Mehmet Güleryüz’den Ömer Uluç’a, Abidin Dino’dan Selma Gürbüz’e pek çok önemli ismin tablosu yer alıyor.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ EKİM 2009

.........

İSTANBUL’DA ÇAĞDAŞ SANAT ALTERNATİFLERİ

İstanbul bir çağdaş sanat şehri. Geçtiğimiz ay başlayan 11. Uluslararası İstanbul Bienali ve ona paralel sergiler vesilesiyle daha derinden hissedildi bu. Galeriler ve müzeler zaten hepimizin malumu. Onları görmemek, bilmemek ne mümkün... Lakin işin bir de görünmeyen yüzü var. Şehrin dört bir yanına dağılan bağımsız sanatçı inisiyatifleri işte tam oradalar. Genç, deneysel, bağımsız, disiplinlerarası ve alternatifler… Neye alternatif? Cevabı almamız yakın. Zira şehir, 2-6 Ekim tarihleri arasında ‘1. Uluslarararası Sanatçı İnisiyatifleri İstanbul Buluşması’na ev sahipliği yapacak. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti ve Art Pie işbirliğiyle Kadırga Kültür Merkezi’nde gerçekleşecek etkinlik epey yoğun geçecek. Bu vesileyle şehrin bağımsız sanatçı inisiyatiflerine şöyle bir göz atmak iyi gelebilir. Özellikle sanatsevere…

KENDİNE AİT BİR ODASI OLANLAR

Virginia Woolf, erkeklerin kadınlara bıkıp usanmadan tekrarladıkları o ‘ezici’ soruya -“Bizler kadar düşünme yeteneğiniz olduğunu ileri sürüyorsunuz. Madem öyle, neden Shakespeare gibi bir deha çıkaramadınız?”- esaslı bir cevap verir. Bir kitap yazarak: ‘Kendine Ait Bir Oda’. Eğer der orada; “Bir kadın yazmak istiyorsa önce para kazanıp kendine ait bir oda sahibi olmalı.” Galiba durum bağımsız inisiyatifler için de biraz böyle. Gerçi mekân sahipliği birtakım finansal problemleri çorap söküğü gibi getiriyor beraberinde. Ama yine de umut var.

İstanbul’daki alternatif çağdaş sanat mekânlarının en eskisi hayatını 1999’dan bu yana Tünel’deki Şeh Bender Sokak’ta sürdüren Apartman Projesi. 2002’de kurulan Galataperform civardaki bir diğer inisiyatif. Büyük Hendek Caddesi’ne mevzilenen mekân, farklı sanat disiplinlerini bir araya getirmesiyle gözde. Şimdilerde taşınma telaşında olan BAS da o yakınlarda. Meşrutiyet Caddesi 166 numarada…

1996’dan bu yana kendi sergilerini örgütleyen sanatçı topluluğu Hafriyat da evlenip barklandığından beri alternatif mekânlar arasında. Hafriyat’ın Karaköy’deki evinde bağımsız bir sanat ortamında olması gereken her şey var. Güncel sanat takvimi LiST’in ebeveyni PiST, köklü galeriler yuvası Nişantaşı’na sadece yürüme mesafesinde. İstanbul sanat sahnesinin bir diğer bağımsız inisiyatifi :mentalKLİNİK ise Ihlamur Yolu’ndaki Opera Palas Apartmanı’nda kelimenin tam anlamıyla gizlenmekte. 2008 Şubat’ında İstanbul Manifaturacılar Çarşısı’na (IMÇ) adeta uçan daire gibi inen 5533 de yerleşik hayatın tadını çıkaranlardan...


YERİ YURDU OLMAYANLAR



Mekân sahibi inisiyatifler; kirasından faturasına, sergisinden temizliğine pek çok sorumlulukla çepeçevre. Bu sebeple yerleşik hayatı benimsemeyenler epey fazla. Bunlardan biri, 2006’dan beri Tepebaşı The Marmara Pera’nın çatısında duran ekran. Adı YAMA. Bir diğer evsiz de adresi sürekli değişen MASA. Müessese, adı üstünde bir masadan ibaret. Bir de türlü hevesle kurulup sonra mekânsız kalan girişimler var. Bir apartman dairesindeki 5 yıllık ikametin ardından çatısızlığı tercih eden Oda Projesi onlardan.

Dijital kültür alanında yerel üretimi destekleyen NOMAD, ülke gündemine cevap veren sticker’larını e-mail yoluyla yaygınlaştıran Atılkunst, kendini inisiyatif olarak tanımlamayan ama kâr amacı da gütmeyen Kurye, en geniş anlamıyla bir sanat hareketi olarak ortaya çıkan Kop-Art ve endüstriyel sanat anlayışına karşı olan Videoist bağımsız çalışmalara imza atan diğer mekânsızlar. Artık, Sanatorium, Caravansarai, Daralan, Daire Sanat, ARK Kültür, URA ve İstanbul Çağdaş Sanat Müzesi de bir şekilde dâhil edilebilir listeye. Eğer bunlar gözünüze az geldiyse o zaman buyurun sıra sizde…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / EKİM 2009

“CAZ HAYATIN KUTLAMASI”

Bu yıl 19. su düzenlenen Akbank Caz Festivali, ‘Şehrin Caz Hali’ sloganının hakkını vererek başladı. Festivalin en neşeli konseri 24 Ekim Cumartesi akşamı 21.45 itibariyle gerçekleşecek. Kamerun kökenli bas sanatçısı Richard Bona’nın deyişiyle o gün ‘İstanbul’u bir kutlama bekliyor.’ Kabına sığmayan bir kutlama…


Sahnede nasıl bu kadar neşeli olabiliyorsunuz? Genel olarak hayat size eğlenceli mi geliyor yoksa yalnızca sahnede mi geçerli durum?

Neşemin nedeni genel olarak müzik. Çünkü aslında müziğin kendisi eğlence. Ne zaman sahneye çıksam mutlu oluyorum. Sahnede müzik yaparken kendimi muhteşem hissediyorum, müzik benim için bir kutlama adeta. Aslında müzik yaparak yaşamı kutluyoruz. Yaptığımız türe bu nedenle caz diyoruz; caz bir anlamda hayatın kutlanması. Müzikle ilgili pek çok kişinin bilmediği şey; müziğin kendimizi daha iyi hissetmemizi sağladığı… Gerçekten müzik iyi hissettiriyor.


İlk gitarınızı beş yaşında bisikletçiden tel çalarak yapmışsınız. Bu tür denemeleriniz, yani enstrümanlarınıza müdahaleleriniz devam ediyor mu?

41 yaşında bisikletçiden parça çalabilir misiniz? Çocukken yapıyordum çünkü gitarıma malzeme sağlayabilmek için bu tek yoldu. Ama artık satın alıyorum ya da başkaları bana yeni, güzel ve özel gitarlar hediye ediyor. Yani çalmama gerek yok; ayrıca bunu yapsam sanırım hapse girerim. Şaka bir yana gitarımın sesinin daha iyi olması için birtakım oynamalar yaptığım oluyor hâlâ.


Kariyeriniz için dönüm noktası geçmişinizin neresinde saklı?

Beni ayakta tutan şey, hâlâ en sevdiğim işi yapıyor olmak. Müzik… 41 yaşındayım ve hâlâ Pazar sabahları büyükbabamın balafonumu çalmam için beni kiliseye götürdüğü 5 yaşımdaki halimde gibiyim. Dönüm noktası da o kilisedir. Orada oturup bekleyemiyordum, yani orada oturup insanları mutlu etmeyi bekleyemiyordum. Bugün de aynı şekilde hissediyorum. Bu nedenle bu işe bir şeyler geliştiriyormuşum gibi bakmıyorum. Hepimizin bir amacı var ve ben sadece çalmak için sahnedeyim. Eğer sahnede eğlenmezsem yapabilecek bir şey kalmaz. Para ve ün bunun yerini alamaz. Aslolan eğlendiğiniz o an. Ve bunun yerini hiçbir şey tutamaz.


JÜLİDE KARAHAN

SONBAHAR MELANKOLİSİNE KARŞI CAZ

İstanbul; isli, puslu, ıslak ve serin bir mevsime teslim... Bu da yetmezmiş gibi erken erken kararmaya başladı hava. Ama şehirde, sonbahar melankolisini dağıtacak bir şey var: Akbank Caz Festivali. ‘Şehrin Caz Hali’ sloganını benimseyerek 15 – 25 Ekim tarihlerinde Pozitif organizasyonuyla gerçekleşecek festival derde derman nitelikte. Programın ağır topları niyetine; Terje Rypdal & Ketil Bjørnstad, Cecil Taylor, Joe Lovano Us Five, Marilyn Mazur, Richard Bona, Vassilis Tsabropoulos, Aki Takase, Jose James ve Fahir Atakoğlu’nu sayabiliriz.


CECİL TAYLOR: AVANGARD CAZ POLİTİZMDEN UZAKLAŞAMAZ!



1956’da yayınladığınız ilk albüm ‘Jazz Advance’tan bu yana müzik adına keşifleriniz neler? Özellikle çağdaş müzik ve avangart caz üzerine…


Bahsedilen neredeyse 55 yıllık bir periyot. Bu süre zarfında sayısız müzisyenle çalıştım. Çalıştığım ya da sadece dinleme şansına sahip olabildiğim sanatçılar bile müziğime çok şey kattı. Küçücük bir çocukken izlediğim Ella Fitzgerald’dan bu yana her geçen gün müziğin hızla değiştiğine tanıklık ettim. Miles Davis, Albert Ayler, Gil Evans, Bill Dixon ve festivalde birlikte çalacağımız Tony Oxley çağdaş caz müziğine yön verdiğini düşündüğüm ilk isimler.


Ornette Coleman’ın “Hadi müziği çalalım, altyapılarını değil” sözünü düşünürsek; avangart caz, ciddi politizmi bırakıp sanatsal yoğunluğa yöneldi diyebilir miyiz?



Bu tamamen tartışmaya açık bir konu. Sanatçıdan sanatçıya değişiklik gösterebilir. Hiçbir şey 20 sene önce olduğu gibi değil. 20 sene sonra da aynı olmayacak. Ancak avangart cazın politizmden tamamen uzaklaşması mümkün değil.


Müziğiniz tiyatro ve şiirle nasıl bir etkileşim içinde?



Konservatuar yıllarımdan bu yana şiir ve sahne sanatlarıyla ilgileniyorum. Özellikle şiirin müziğimde inanılmaz büyük bir etkisi var. Tiyatro ve dans da en az şiir kadar önemli. Şiir okumadan şiir üzerine müzik yapabilen ve dans etmeyi bilmediği halde insanları dans ettirmeye çalışan müzisyenleri hiç anlayamıyorum. Okuduğum binlerce kelimenin ardından ancak kısa bir şiir ortaya çıkarabiliyorum. Bu sürecin oldukça yorucu ve zor olduğunu eklemem gerek.


JOE LOVANO: HER ENSTRÜMAN KENDİ YOLUNU BULUR!



Dinleyiciye sunduğunuz müzik yolculuğunu nasıl tanımlıyor, daha doğrusu nasıl sıfatlandırıyorsunuz? Akışkan, coşkulu vs. gibi…



Son projemiz Joe Lovano Us Five’ın kesinlikle dinamik bir kurgu içerdiğini belirtmeliyim. Projedeki tüm parçalar ( aslında bu bir ilk ) bana ait olsa da gençlerin de içinde yer aldığı, enerjisi yüksek, coşkulu ve ritmik bir müzik yapmaya çalıştık. Ayrıca beş kişilik bir ekip olmamıza rağmen sık sık doğaçlamalar yoluyla farklı ikili, üçlü ve dörtlü kombinasyonlar oluşturuyoruz. Bu da zengin bir içerik sağlıyor.


Farklı enstrümanların birlikteliği sizin için, genel olarak müzik için ne ifade ediyor?


Us Five projemizde iki davul seti var. Bu bile başlı başına bir yenilik. Bahsettiğim farklı kombinasyonlar paralelinde her enstrümanın kendi yolunu bulması sanıyorum müziğimizin özünü oluşturuyor. Bazı parçalarda doğaçlama üzerinden, bazılarında biraz daha çerçevesi belli bir yapı içinde yol alıyoruz. Aslında çalınan enstrümandan ziyade, sahnede sergilenen müzikal tavır ve içerik önemli. Bu yüzden zaman zaman farklı enstrümanlar arasında müzikal anlamda bir mücadelenin olduğunu da düşünüyorum. Önemli olan egonun ön plana çıkmaması ve herkesin bir şekilde karşısındakine yeni kapılar açması...


JÜLİDE KARAHAN

SKYLİFE EKİM 2009

.................

ANADOLU’NUN GENÇ MÜZİSYENLERİ

Gençler. Kıpır kıpırlar. Müziği seviyorlar. Bir süre sonra müziği sadece sevmek yetmiyor, yapmak da istiyorlar ve alıyorlar ellerine gitarı. Kafelerde, yurt odalarında, öğrenci evlerinde, tenefüslerde… Sohbetler hep müzik üzerine. Hâl böyle olunca amatörlükten profesyonelliğe, demodan albüme geçmeleri kaçınılmaz. Hatta kalburüstü yerlerde çalıp uluslararası festivallerin aranan isimleri olmaları da. Başka başka şehirlerden gelip pergelin bir ucunu İstanbul’a ve müzik dünyasına sabitledi onlar. ‘Günün birinde neden olmasın, belki siz de…’ diye hikâyelerini anlattılar bize.


GEVENDE / ESKİŞEHİR



Gevende, Eskişehir’de bir öğrenci evinde 9 sene önce kuruldu. Aynı evde yaşayan ve sadece kira ile faturaları paylaşmakla kalmayan grubun “müziğimizi de paylaşalım bari…” demesiyle, gitar ve vokali Ahmet Kenan Bilgiç; viyolayı Ömer Öztüyen; basgitar ve diğer vokali Okan Kaya; davul, tencere ve akustik mutfak eşyalarını Gökçe Gürcay aldı eline. En büyük avantajları şehrin kendisi. Eskişehir’de uzunca zaman bir barda çaldılar ve yavaş yavaş kendi parçalarını yapmaya başladılar. Sonrası Eskişehir, Ankara ve İstanbul Caz Festivalleri... Ve işlerini iyi yapan herkesin nihayetlendiği şehir: İstanbul. Şimdi hikâye tanıdık: Bir seneye yakın tüm yapım şirketlerini tek tek dolaşıp tam umudu keseceklerken şansları döner ve Baykuş Müzik’le kesişir yolları. İlk albümleri 2006 sonunda ele avuca gelir. Kompozisyon, beste,düzenleme ve kayıt; yani albümün her bir şeyi evde yapıldığından iade-i itibar gereği ‘Ev’dir ismi. Her ne kadar ikincisini yapmayı düşünmekonlara beyin jimnastiği ile oyun parkı arası bir şey gibi gelse de; an itibariyle kayıttalar.


KOLPA / ADANA


Barış Yurtçu, Cenk Taner Dönmez ve Bora Yeter; müziğe ilk adımı Adana’da attı. Ortaokulda başlayan müzik tutkularını lisede pekiştirip, 29 Ekim ve 19 Mayıs gibi özel günlerde Adana’daki Metro Sokağı Konserleri’ne katıldılar. Üstelik o zamanlar birbirlerine rakiptiler… Ama üniversiteyi kazanıp İstanbul’a geldiklerinde biraz da hemşeri psikolojisiyle yola beraber devam etmeyi seçtiler. Şanslıydılar. İstanbul sahnesine çıkışlarının 5. senesinde, yani 2009 Mayıs’ında ilk albümleri ‘Hayat Senin’i kucakladılar. Şu sıralar 2. video klipleri ‘Koşa Koşa’nın çekimleriyle uğraşıyorlar.


BATI YAKASI / ÇANAKKALE


Batı Yakası’nın temelleri, 2003’te iki arkadaş Ergün ve Korhan’ın ellerine gitarı almasıyla atıldı. O zamanlar okulun bazı etkinliklerinde ve küçük kafelerde çalıyorlardı. Rock grubu kurmaya karar verdiklerinde biri, Ergün, mecburen davula geçti. Lise arkadaşları İlkay (elektrogitar) ve Tolga’yı (basgitar) da yanlarına alarak isimlerinin baş harflerinden oluşan E.T.K.İ.’yi kurdular. Onlar küçük küçük konserler verirken üniversite sınavı vakti de geldi. İlkay zaten o sırada Çanakkale 18 Mart Üniversitesi’nde okuduğundan ne olursa olsun orası kazanılacaktı. Kazanıldı da… Derken ünleri Biga, Ayvacık, Bursa ve Gönen gibi çevre il ve ilçelere ulaştı. Ekip genişleyince yeni bir isim de gerekti. Çanakkale Türkiye’nin en batısında olduğundan oy birliğiyle ‘Batı Yakası’nda karar kılındı. 2008’de bir müzik yarışması birinciliğiyle albüm yolu açıldı. 14 Mayıs’ta ilk albümlerini çıkaran grup şimdilerde İstanbul-Çanakkale mekiğinde.


MANGA / ANKARA


Onları bir araya müzik getirdi. Daha önce yıllarca başka gruplarda çalmış gençlerin kendi şarkılarını yapma isteğiydi maNga’nın oluşumunu tetikleyen. Aralarında yolları başka başka gruplarla kesişenler de vardı hatta. Tüm bu kesişmelerin yaşandığı şehir ise Ankara. Ferman Akgül (vokal), Yağmur Sarıgül (gitar), Cem Bahtiyar (basgitar), Özgür Can Öney (davul) ve Efe Yılmaz (turntable) stüdyoya ilk defa 2001 kışında girdi. Çıkan ilk şarkı ise ‘Kal yanımda’ idi. ‘Sing Your Song’ adlı bir müzik yarışmasından haberdar olmaları, şarkıyı oraya yollamaları ve İstanbul’a gelmeleriyle işler ciddileşti. Bir hafta geçmeden kendilerini televizyonda buldular. Yarışma bittiğinde ikinci olmakla kalmamış, epey tanınmışlardı da… Ama Ankara’da. İki yıl boyunca kendi şarkılarını çaldılar bir barda. Lakin zaman geçiyor, kimse albüm lafı etmiyordu. Neyse ki talihleri bir festivalle döndü. Avrupa Gençlik Festivali’nde Hadi Elazzi ile tanışıp İstanbul yoluna düştüler. Yanlarına demolarını alarak tabii... Hadi Elazzi, şu anki yapımcıları Haluk Kurosman ile çocukluk arkadaşı çıkınca albüm uzaktan göründü. Sonrası malum. Bavulları yüklenip zor bir kararla Ankara’ya veda… İlk albümleri Aralık 2004’te ses verdi. ‘Bir Kadın Çizeceksin’in yükselişi, durmak bilmeyen röportaj ve televizyon programları… Daha şaşkınlığı üzerlerinden atamadan turne yolunda buldular kendilerini. Hâlâ da yollardalar…


REPLİKAS / İSTANBUL


‘Replikas’ ile sonuçlanacak tüm olay ve rastlantıların başlangıç tarihi 1988 yılının Eylül ayı. İlkokulu yeni bitirmiş ve tüm yaşıtları gibi ortaokul için bir dizi sınava girmiş olan Barkın Engin ve Gökçe Akçelik’in yolu, Cağaloğlu Anadolu Lisesi’ne başladıkları gün kesişir. Hızlıca gelişen dostluğun seyri, iki ay gibi kısa bir sürede ‘müzik’ gibi çok önemli bir ortak ilgi alanının doğmasıyla pekişir. Aradan bir sene geçtikten sonra da kararlar netleşir: Bir enstrüman çalmak şarttır. Fazla zaman geçmeden gitarlar alınır. Artık bir grup kurmanın zamanıdır. Ama ortada önemli bir sorun vardır: Müzikle ilgilenen tüm tanıdıklar gitar çalmaktadır, asıl ihtiyaç bir baterist ve bir basçıdır. Bu noktada devreye tesadüfler girer ve grup 29 Ocak 1993 günü kurulur. Ayrıl - birleş, eklen - eksil derken 1996’nın sonlarında ‘Replikas’ adı altında ilk albümün şarkıları yazılmaya başlanır. Düzenli konserlerle yavaştan yavaştan tanınan Replikas, 2000 yılında katıldığı bir yarışma arifesinde ansızın çalan telefon ve akabindeki görüşmeyle; aynı yılın son ayına ilk albümü yetiştirir. ‘Zerre’ye varacak uzun yolculuk başlamıştır artık.


REDD / İZMİT


Müzik yapma denemelerinin başladığı ilk şehir İzmit’tir. 1991’de İstanbul’a geldiklerinde yeniden biraraya gelen çocukluk arkadaşları Berke Hatipoğlu, Güneş Duru ve İlke Hatipoğlu; 1994 yılında Hayal Kahvesi’nde çalmaya başlar. 1996 Eylül’ünde resmen kurularak ilk albüm ‘50/50‘yi kendi kendilerine ve parça parça kaydeder ekip. Sonrası çorap söküğü gibi gelir zaten.


PİLLİ BEBEK / ANKARA



Cem Kısmet ve Ahmet Başbağlar Gazi Üniversitesi Müzik Bölümü’nde öğrenciyken tanışır. Kantinde geçen müzik dolu saatlerin Ankara sokaklarına ‘Pilli Bebek’ adıyla sızması 90’ların ortalarında gerçekleşir. Bir davulcu arkadaşın ekibe dâhil olmasının ardından değişik bir şey dener grup. Ankara’nın Sakarya semtinde rock çalmak gibi… Epey dikkat de çeker. Ünleri kulaktan kulağa, şehirden şehre yayılır. Ankara’ya sığmayıp Anadolu’nun pek çok yerine konserlere giderler. Derken Türkiye’nin 42 il ve birçok kasabasında 2.000’den fazla sahne performansı yaparak 500.000’e yakın müziksevere ulaştıklarını fark ederler. 90’ların sonlarında artan dinleyici sayısı ve alınan olumlu tepkilerle çalışmalarını bir albümde toplamaya karar veren grubun ilk albümü 2000’de yayımlanır: ‘Uyandırmadan’.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET EKİM, 2009

...................