24 Kasım 2009 Salı

“YENİDEN DOĞDUM”


Müzisyen Anjelika Akbar’ın Türkiye’ye ayak bastığı gün takvimler, 4 Aralık 1990’ı gösteriyordu. Sanatçının o gün için kurduğu cümle şu: “Yeniden Doğdum.”



Müzisyen Anjelika Akbar, 8 - 9 yaşlarında küçük bir kız çocuğuyken şu soruyla karşılaşır: ‘Eğer bir sihirli kibritin olsa ve onu yaktığında dileğin gerçekleşse ne dilerdin?’ Akbar’ın aklına ilk, anneannesinin uzun yaşaması ve bir köpek almak gelir ama durup düşünür… Sonunda bulur. Dileği, sihirli kibritlerle dolu bir kibrit kutusudur. Dünyanın tüm dertleri için bir kibrit ve sona geldiğinde bir kibrit kutusu daha… Bir köpek alan Akbar’ın anneannesi hâlâ sapasağlam. Diğer dilekler içinse kibrit yerine notalar var elinde. İnsanlara klasik müziği sevdirmek ve onları mutlu etmekse başardıkları dâhilinde.


Çocukluğunuzun en büyük cezası piyanodan uzak durmakken fotoğraf çekimlerinde piyanoyu istememek niye?


Birkaç yıldır uygulamaya çalıştığım bir şey bu. Pek çok kişi beni, basında çıkan fotoğraflarda piyano başında gördüğü için, piyanist sanıyor. Özellikle müzisyenler arasında ‘sadece’ piyanist olarak anılmaktan rahatsızım. Piyano kendimi ifade ettiğim müzik aletlerinden biri. Her şeyden önce besteciyim ben. Dört yaşında beste yapmaya başladım, on yaşından itibaren de bu konuda eğitim aldım. Yüzlerce bestem var ve aralarında senfonik eserler de bulunuyor.


Kendinizi hayatta hangi sıfatla var ediyorsunuz dersek, cevabı ‘besteci’ mi olacak?


Evet, öncelikle besteciyim ve hayatta kendimi öyle var ediyorum. Ama tabii zannetmeyin ki kendimi gururla sunuyorum… Aksine, aracı olduğumun da farkındayım. Müzik bizim içimizde değil, evrende. İyi eğitim, yetenek ve duyarlılık sayesinde var olan müziği algılıyorum. Aracıyım. Müziği bir yerden çekip diğer tarafa, notaların yardımıyla tercüme ederek aktarıyorum.


‘İçimdeki Türkiyem’ isimli albüm-konser-kitap projenizde aktaracaklarınız neler?


Sevdiğim, şaşırdığım, üzüldüğüm; yani bende iz bırakan her şeyi bu projede aktaracağım. Bunun için İstanbul’dan sonra Eskişehir, Ankara ve İzmir’e gidiyorum. Ardından da Kars, Van, Adana, Hatay, Antalya ve Kaş’a… Sonra da belki yurtdışına. Uzun soluklu bir proje bu.


Soluğu içinde en uzun süre tutan ‘İçimdeki Türkiyem’ kitabı olmalı…


Evet, çünkü aslında proje kitapla başladı. Kitabı üç yıldır parça parça yazıyordum. Baktım ki kitapta anlattıklarıma paralel besteler yapıyorum; ‘neden olmasın’ dedim ve ikili bir anlatımı denedim. Kitap toparlanıyor, albüm hazırlanıyor, konser tarihleri kesinleşiyor. Mutluyum.


Yazma süreci nasıl başladı? Kitabın ilk cümlesi nasıl geldi?


Devamlı not alıyordum. Şaşkınlıklarımı, sevinçlerimi, üzüntülerimi... Bir yabancı olarak Türkiye’yi algılamamla başlayan notlarım buralı olarak devam ediyordu. Defterler dolup taştı. Ama notları kitaba dönüştürecek o ilk cümle bir türlü çıkmadı. O ilk cümle için bir olay olmalıydı, hissediyordum ve… Oldu.


Ne oldu?


St Petersburg Senfoni Orkestrası bir konser için Rusya’dan Türkiye’ye geldi. Ben de konsere gittim ve bir Türkiyeli olarak dinleyici koltuğuna oturdum. Sahnede birlikte büyüdüğüm, aynı ekolden yetiştiğim Rus sanatçılar… Çok duygulandım. Ve konser bitti. Türkler inanılmaz bir coşkuyla alkışlamaya başladı. Ruslar selam için ayaklandı. İki taraf da birbirini şaşkınlıkla izliyordu. Türkler, Rusya’daki sanatın ne kadar büyük ve yüce olduğuna; Ruslar ise Türkiye’de sanata bu kadar değer verilmesine şaşırmıştı. Ben her iki taraf için de müthiş gururlandım. Bir yandan ‘Evet, bizim müthiş bir müzik kültürümüz ve ekolümüz var’ diyordum; diğer yandan ‘Evet, bizim müthiş bir sanat sevgimiz var’. Kendimi futbol maçında her iki takımı da tutan seyirci gibi hissettim. O konser, o hikâye ve o hisler kitabın beklediğim ilk cümlesi oldu. Üç yıl önce…


Oralı mı, buralı mısınız? Ya da bizim deyişimizle ‘Doğduğunuz yer mi, doyduğunuz yer mi?’

Ben çok uluslu bir ailenin çocuğuyum, dünyayı memleketim sanarak büyüdüm. Ama insanın memleketinde en sevdiği şehir, evinde en sevdiği köşe olur ya; hani kendini en rahat hissettiği. Rahatlıkla diyebilirim ki Türkiye benim için öyle. Dünyanın en rahat ettiğim köşesi…


Dünyanın bu köşesine geldiğiniz ilk güne dönelim…


UNESCO üyesiyken, ekolojik problemleri anlatan uluslararası bir belgeselin çekimleri için ekiple geldim Türkiye’ye. Geldiğimde sekiz aylık hamileydim. Doğum için mecburen kaldım ve tüm hayatım değişti. İki üç ay sonra kalkalım gidelim dedik ama o sırada ihtilal oldu, SSCB dağıldı. Annemler ‘Kesinlikle dönme, burası çok karışık’ dediler. Mahsur kaldım; iyi ki… Bir süre sonra da kendimi evimde hissettim ve dönmekten tamamen vazgeçtim. 1993’te de Türk vatandaşlığına geçtim. O ilk gün 4 Aralık 1990. Benim için çok özeldir. Hâlâ kutlarım…


Geçtiğimiz günlerde İstanbul’da sergisi açılan Chagall, 20’li yaşlarında Paris’e gider ve şöyle der: “Tekrar doğdum…” 4 Aralık 1990 sizin için öyle bir tarih mi?


Aynen. Yeni bir yol, yeni bir hayat çizgisi... Hiç aklıma gelmezdi. Türkiye’ye yerleşeceğim, Türkçe konuşacağım, hatta Türkçe bir kitap yazacağım… Yüksek lisansımı Türkiye’de yapıp burada bir üniversitede hoca olarak çalışacağım… Düşünebiliyor musunuz? Devlet memuru bile oldum.


O ilk yıllarda Türkiye’de sizi en çok ne şaşırttı?


En çok Türklerin herkese benzemesine şaşırdım. Rus, Avrupalı, Afrikalı, Tibetli, Tatar, Orta Asyalı… Çünkü o zamana kadar Türklerin Araplara benzediğini sanıyordum. Kendi kendime sorduğum sorulardan biri Türklerin aslında kim olduğuydu… Beni çok şaşırtan bir diğer şey de doğum için dünya kadar para vermemizdi. Bu benim için tam bir şoktu. Kapitalist düzenin nasıl bir şey olduğunu da böylece anladım.


Konserlerde de bu hikâyeleri anlatıyorsunuz. Neden? Sahnede kendinizi rahat hissettiğiniz için mi, yoksa izleyici salonda kendini rahat hissetsin diye mi?


İkisine de evet. Sahnede kendimi evimde gibi hissediyorum, dinleyiciler de öyle hissetsin istiyorum. Klasik müzikte dinleyiciyle sanatçı arasında bir duvar vardır ya, onu yıkmak istiyorum. Bir insan bu dünyada yaşıyorsa bir katkısı olmalı. Ekmek yapıyorsa da, beste yapıyorsa da… El ele verip bir şeyler yapmalıyız. Dünya elimizden kayıp gidiyor. Hem ekolojik, hem ahlaki olarak. ‘Dağ başında bestelerimi yapayım, bir gün beni anlayan çıkar...’ Bu çok bencilce bir yaklaşım. İnsanları klasik müziğe birazcık bile yaklaştırdıysam ne mutlu bana.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009

............

BİRAZ MASAL…

20. yüzyıl masalcılarından hiçbir ekolün kabına sığmayan Marc Chagall, 24 Ocak’a kadar Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzesi’nin konuğu.

1887’de Rusya’nın Vitebsk kentinde doğan ve 1985’te Fransa’da hayatını kaybeden sanatçının ‘Chagall: Yaşam ve Aşk’ sergisi, Kudüs İsrail Müzesi’nden gelen 160 baskı, desen ve resimden menkul. Ve bu, Chagall’ın renkli hayal dünyasına girmek için yeterli. Çünkü sergide; sanatçının yaşamını ve ilk eşi Bella ile aşklarını konu alan özyaşamöyküsel desenlerinin yanı sıra, kutsal kitap illüstrasyonları, La Fontaine Masalları ve Gogol’dan ‘Ölü Canlar’ gibi edebi yapıt resimlemeleri mevcut. Üstelik Aralık ayında Marc Chagall’ın torunu Meret Meyer, büyükbabasının sanatı ve yaşamı üzerine bir konferans vermek üzere İstanbul’a gelecek.

Chagall’ın mutlu bir kadın ve mutlu bir adamın renklerle karışarak el ele gökyüzüne uçtuğu resimlerini ve onun keçi, inek, kemancı, horoz, sarkaçlı saat, uçan balık, şamdan, sirk ve ağaçlarını görmek isterseniz 24 Ocak 2010’a kadar vaktiniz var. Kışın yaklaştığı şu günlerde biraz masal iyi gelebilir…

ARA GÜLER’DEN CHAGALL

İki yıl Büyükada’da penceresi diğer adalara bakan tahta bir evde oturan Chagall için Ara Güler bakın neler söylüyor: “Bizzat kendisinden duyduğuma göre doğruydu. Sonradan öğrendim ki, Chagall göç zorunluluğu olunca önce İstanbul’a gelmiş, bir süre sonra da Paris’e yerleşmiş. Herhalde İstanbul’da kalsaydı Chagall olmayacaktı, olsa olsa Nurullah Berk ve Bedri Rahmi’nin arkadaşı olacaktı… Köprüden her akşam vapura binip adaya giderken filtresiz yassı bir Yenice sigarası yakacak ve dumanını Marmara denizine doğru üfleyecekti.” (Nezih Tavlaş, Foto Muhabiri, s. 170)


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009

YENİ ALBÜMÜYLE PİNK MARTİNİ

‘Sympathique’, ‘Hang on Little Tomato’ ve ‘Hey Eugene!’ ile kendilerini bütün dünyaya sevdiren Pink Martini’nin son albümü ‘Splendor in the Grass’, geçtiğimiz günlerde dinleyiciyle buluştu. Grup, 24 Kasım Salı akşamı çiçek açan son albümleriyle İş Sanat’ın konuğu. Ayrıntıları topluluğun kurucu, besteci ve piyanisti Thomas M. Lauderdale’den dinleyelim...


Son albüm ‘Splendor in the Grass’ için hangi şarkıları tozlu raflardan indirdiniz?

Son albümümüzde dokuz yepyeni şarkı var ama yine eskilerden seçtiğimiz dört güzel cover çalışması yaptık. Albümdeki en özel şarkılardan birini Meksika’nın efsane isimlerinden Chavela Vargas’la kaydettik. Vargas, 90 yaşında ve çok ünlü bir ranchera sanatçısı. Onunla eski bir Agustin Lara şarkısı olan ‘Piensa En Mi’yi coverladık. Olağanüstü oldu. China albümde, Joe Raposo’nun meşhur şarkısı ‘Sing’i birkaç farklı dilde birden söylüyor. Albümde İtalyanların meşhur şov yıldızı Rafaella Cara’dan seçtiğimiz bir şarkı da bulunuyor. Bu eski şarkıları herkesin tekrar keşfetmesini istiyoruz.


Önceki çalışmalarınızı göz önüne alırsak nasıl bir albüm bekliyor bizi? Diller ve müzik yine dünya vatandaşlığınıza yakışır şekilde karışık mı?

Albümde ünlü bir İtalyan pop şarkısından bir Meksika şarkısına, eski bir Amerikan klasiğinden bir napolitana farklı kültürleri ve bu kültürlerin en güzel şarkılarını bir araya getirmeye çalıştık. Albüm günlük yaşantının içindeki farklı güzellikleri keşfetmeye çalışıyor ve önceki albümlerden farklı olarak biraz daha fazla sokağa çıkıyor. Bu farklılıkları 24 Kasım’da İstanbullularla paylaşacağız.


İstanbul’da kaçıncı konser bu?

İstanbul’a ilk kez 2001 Caz Festivali için gelmiş ve Esma Sultan Yalısı’nda unutamadığımız bir konser vermiştik. Şimdiye kadar İstanbul’da bir düzineden fazla konser verdik. Her turnemizde mutlaka İstanbul’a uğruyoruz.


Bütün şehirleri bu kadar sık ziyaret ediyor musunuz, yoksa durum İstanbul’a mı özgü? Eğer öyleyse sebep ne? Şehri sevmek, dinleyiciyle kurulan ilişki, Türkiye’deki sanat kurumlarının iyi teklifleri...


İstanbul’un ne kadar özel bir şehir olduğunu kimse inkâr edemez. İstanbul konserleri bizim yüzde yüz mutlu ayrıldığımız konserler. Hem dinleyici şarkılarımızı biliyor, hem de arkadaş olduğumuz bir ekiple, Pasion Turca ile çalışıyoruz. Ayrıca İstanbul’un Boğaz’ı ve yemekleri Pink Martini’deki herkes için çok büyük bir keyif… Grubumuzun solisti China irmik helvasına bayılıyor mesela.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE KASIM 2009 /KISALTILMIŞ HALİ.

............

PERDELER AÇILDI

Devlet ve şehir tiyatroları ile özel tiyatrolar; geçtiğimiz ay perdelerini peş peşe açtı. 2009-2010 sezonunda seyirciyi yepyeni oyunlar bekliyor.


Genç yazarlara kapılarını ardına kadar açan Devlet Tiyatroları, bu sezon, kuruluşunun 60. yılı sebebiyle 60 yerli oyunun dünya prömiyerini yapacak. Son yıllarda elindeki yerleşik sahneleri (Taksim Sahnesi ve Atatürk Kültür Merkezi gibi) bir bir kaybeden İstanbul Devlet Tiyatrosu, kışı epey verimli geçirecek. Yeni sezonu sekiz sahneyle karşılayan tiyatronun seçtiği oyunlar, Cumhuriyet’in kuruluşundan sonraki dönemi işaretlemesi sebebiyle önemli. Öne çıkan yapımlar arasında ‘İki Çarpı İki’ (Behiç Ak), ‘Kuzguncuk Türküsü’ (Güngör Dilmen) ve ‘Fesleğen Çıkmazı’ (Meltem Yıldırım) var.

12 ilde yerleşik, 5 merkezde ise gezici olarak varlık gösteren Devlet Tiyatroları’nın rakibi güçlü: Şehir Tiyatroları. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları sezona 14 yeni oyunla giriyor. Muhsin Ertuğrul Sahnesi'nin açılmasıyla eski güzel günlerin işaretini veren Şehir Tiyatroları, 2010’un ilk aylarından itibaren İstanbul’u anlatan oyunlar sahneleyecek. ‘Bozuk Düzen’ (Güner Sümer), ‘Tarla Kuşu Juliet’ (Ephraim Kishon), ‘Gizli Oturum’ (Jean Paul Sartre), ‘Çıkmaz Sokak’ (Tuncer Cücenoğlu) ve ‘Mecbur Adam’ (Ragıp Yavuz) öne çıkan oyunlardan.

Özel tiyatrolar cephesinden de sevindirici haberler geliyor. Altıdan Sonra Tiyatro Topluluğu Tünel’de yeni bir mekân açıyor. 1 Kasım itibariyle Kumbaracı Yokuşu no: 50’den ses verecek tiyatronun destekçileri arasında; Özen Yula’dan Levent Üzümcü’ye, Berkun Oya’dan Bennu Yıldırımlar’a pek çok isim var.

Repertuarlar her zamanki gibi, alabildiğine çeşitli. Semaver Kumpanya perdesini Fransız yönetmen Daniel Soulier’in yönettiği ‘Lourcine Sokağı Cinayeti’yle açıyor. Tiyatronun bir diğer yeni oyunu ise Shakespeare’in ‘Titus Andronicus’u. Kenter Tiyatrosu’nun yeni oyunu ‘Kraliçe Lear’da yine Yıldız Kenter var. Hem oyuncu, hem yönetmen olarak…

Memet Ali Alabora’nın kendi hikâyesi üzerinden bellek tazelemeyi ve yakın tarihe bakmayı hedefleyen performansı ‘Muhabir’in yolculuğu Garajistanbul’da devam ediyor. Duru Tiyatro’da tanıdık bir seyirlik var: ‘Harry ile Sally Tanşınca’. Tiyatrokare’nin yeni oyunu ‘Leyla’nın Evi’, Tiyatro Kedi’ninki ise ‘Çelik Manolyalar’.

Aysa Prodüksiyon’daki ‘Aşk Sözleri’, Oyun Atölyesi’ndeki ‘7 Şekspir’, Tiyatro Pera’daki ‘Vanya Dayı’ ve Tiyatro Maan’daki ‘Üç Kuruşluk Mahalle Dersleri’ de kış akşamlarını sessiz-sakin geçirmeyi düşleyenleri rahat bırakmayacak gibi…


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / KASIM 2009

................

ÖYKÜ VE BERK İDDİALI

Anadolu türkülerini Flamenko’yla harmanlayıp yepyeni yorumlarla dinleyiciye sunan Öykü ve Berk kardeşler iddialı: “Flamenko bizim müziğimiz.”


Öykü ve Berk Gürman kardeşleri, 2007 yılında bir video paylaşım sitesinde izledik ilk. ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’ türküsünü öyle içten ve keyifli yorumlamışlardı ki; devam eden aylar boyunca önümüz arkamız, sağımız solumuz ‘Öykü ve Berk’ oldu. 1982 İstanbul doğumlu ikiz kardeşler, oldukça iyi bir eğitim geçmişine sahipler. Öykü, İstanbul Teknik Üniversitesi Devlet Konservatuarı Şan Bölümü’nde, Berk ise Bilgi Üniversitesi Ses Mühendisliği’nde okumuş. Evde, okulda, bakıcıda her türlü müzik türünü dinleyerek büyüyen ikili; kendi müziklerini ‘Evrensel dinamikleri içinde barındıran etnik müzik’ şeklinde tanımlıyor. Anlaştıkları tek nokta belki de bu: Müzik. Yoksa söyleşimiz boyunca biri ‘Kalk gidelim’, öbürü ‘Yeni geldik oturalım’ tadındaydı.


Yaptığınız söyleşileri sonradan okuyup izlediğinizde birbirinizi eleştirdiğiniz oluyor mu?


Öykü: Berk sorulara tarihi ve felsefi açıklamalar yapıyor. Konuşma uzadıkça uzuyor ve basit bir şey anlaşılmaz hale geliyor. O zaman ‘çok dağıtıyorsun’ diye eleştiriyorum onu.


Berk: Anlayan anlıyor tabii...


Birbirinize ne kadar yakın, birbirinizden ne kadar uzaksınız? Hayat görüşü olarak…


Berk: Çok farklıyız aslında. Ben gelenekçiyim. Benim için kendi kültürümüze sahip çıkmak çok önemli. Kendi kültüründen utandığın vakit sırtını yanlış şeylere dayamaya başlıyorsun. Bizim neslin sıkıntısı bu. Üstünde durulması gereken şeyler kaybetmeye yüz tutanlar. Onları korumak, çekip çıkarmak lazım ki kaybetmeyelim. Onlarla birlikte kendi kimliğimizi de tabii… Müziğimizde bu coğrafyanın izleri olmalı. Öyle bir coğrafya ki bu; Zeybek’ten Rumeli Türküleri’ne, oradan Karadeniz yöresine...


‘Öykü ve Berk’ hangi yörelerden besleniyor?


Öykü: İlk albümde bir Azeri, bir Karadeniz, bir Yozgat türküsü yanı sıra Kerkük yöresinden ‘Evlerinin Önü Boyalı Direk’ vardı. Bu albümdeyse Çorum yöresine ait iki türkünün birleştiği ‘İlvanlım-Bedirik’, Kırşehir yöresine ait ‘Ah Yalan Dünya’ (Neşet Ertaş) ve Erzincan yöresinden ‘Yaktın Yandırdın Beni’ yer alıyor. Ayrıca albümde Adnan Ergil’in ‘Geceler Düşman’ı ve bir Türk sanat müziği eseri olan ‘Seni Ben Unutmak İstemedim ki’ var.


Berk: Bizim nesil sahip çıkmazsa bu türküler, bu kültür yok olacak. Şehirlerde halk müziğine, alt kültür ürünü olarak bakılıyor. Hâlbuki halk müziğini asıl şehirdeki sahiplenmeli. Yurtdışına çıkan ve kendi müziğini anlatacak olan o çünkü.


Derdiniz eskide kalmaya yüz tutmuş türküleri insanlara yeniden hatırlatmak ve bunu Flamenko yardımıyla mı yapmak, yoksa Flamenko’yu insanlara anlatmak ve bunu türkülerin yardımıyla mı yapmak?


Berk: Derdimiz, türküleri Flamenko yapmak değil; çünkü onlar zaten Flamenko. O bir yaşayış çünkü. Biz sadece, zaten Flamenko olan bir türküyü çok sesli müzik ve armoninin imkânlarından yararlanarak yeniden yorumluyoruz. Flamenko; acı çeken, hor görülen, göç etmek zorunda kalan ve savaşlar vermiş halkın müziği. Bu bir Endülüs’te var, bir de bizde... Dünyanın başka hiçbir yerinde yok.


Yaptığınız müzik Anadolu’ya mı ait? Bunu mu kastediyorsunuz?


Berk: Evet; Flamenko dediğimiz, Batı formlarında bir Anadolu müziği. Bu müziğin kökleri bizde. İber Yarımadası’nda Batı müziğinden çok uzak bir mesele kopuyor. Bunun sebebi udun oraya gitmiş olması. Çok eskiden, dünya üzerinde henüz gitar diye bir çalgı yokken... Flamenko, Endülüs Emevileri döneminde Arap ezgilerinin İber Yarımadası’nda yayılması ve udun gitara dönüşmesiyle bu günkü halini almış. Kelimenin kökeni Arapça ve kelime ‘ölümsüz çiftçi’ anlamına geliyor. 3. Halife’den sonra aydınlar Batı’ya göç ettiler. Tarık Bin Ziyad’ın gemileri yakıp gittiği dönemde İslamiyet, edebiyat ve müzik adına öyle güzel şeyler vermiş ki dünyaya… Bunlar bilinmezse, Flamenko’nun ne olduğu anlaşılmaz ve bu müzik dünyanın her yerine, bugün olduğu gibi, Batı etiketiyle açılır. Kimse bilmez ama Flamenko aslında bizim meselelerimizden biri...


Flamenko’nun köklerini bilmememiz normal. Türkiye’nin hangi yöresinde hangi türkünün yakıldığını kaçımız biliyoruz ki?

Berk: Her şeyin başı o zaten: Bilgi eksikliği. Yüzölçümümüz çok büyük. Mardin’de doğan bir çocuk kendi kültürünü tanıyor ama Çanakkale’yi bilmiyor. Çok doğal. Çünkü ulaşım ve iletişim yetersiz. En önemlisi ulaşım… Ülkenin her tarafına kolayca ulaşabilelim ki kültürümüzün ne denli zengin olduğunun farkına varalım. Bu noktada Anadolu Jet’in çabası çok önemli. Kolay, hızlı ve ucuz ulaşım sağlanmazsa yerel değerlerimiz birbirinden beslenerek evrenselleşemez. Kars’ta doğan bir çocuk, ‘Bana ne İzmir’den’ dememeli. Bilmeli, tanımalı ve gidebilmeli ki sahiplensin…


Öykü: Ben de konuşmak istiyorum!

Berk: Bundan sonra ayrı projeler yapıp ayrı ayrı röportajlar vereceğiz…


Evet öyle görünüyor. Ayrı ve yeni projeleriniz neler?


Öykü: Herkes benim Türk sanat müziği söyleyeceğimi düşünüyor ama ben kendi beste ve sözlerimden yola çıkarak bir şarkı albümü yapmak istiyorum. İçinde slow, tango ve rock’n roll olan bir albüm… Cem Köksal’ın besteleri de olacak. Berk arabeski çok seviyor; o da belki kendi çalıp kendi söyleyeceği bir arabesk albümü yapar.



Berk: Biz zaten grup değil, kardeşiz. Öykü ayrı, Berk ayrı. Akademik olarak farklıyız. Hissettiklerimiz de, uygulamak istediklerimiz de farklı. Bundan sonra ayrı ayrı işler yapmayı planlıyoruz. Böylece birbirimizin özgürleşmesine olanak tanıyacağız ve bu ikimiz için de daha geliştirici olacak.


Çekmecede, birlikte yorumlamayı düşündüğünüz türküler var mı?


Öykü: Bence var ama Berk’le anlaşamadık daha. Ankara yöresinden ‘Su Sızıyor Sızıyor’u yorumlamayı çok istiyorum ben. Bir de Kırşehir yöresinden ‘Dane Dane Benleri Var Yüzünde’yi. Bakalım…


En keyifli konseriniz hangisiydi?


Öykü: Isparta konserimizi unutamam. Çok güzeldi. Gerçi Anadolu’nun neresinde konser verdiysek hepsinden çok büyük keyif aldık.


Berk: Evet, Isparta konserimiz harikaydı. Çok samimi ve coşkuluydu.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET / KASIM 2009

..............

ÖNÜM ARKAM, SAĞIM SOLUM BİENAL

Geçtiğimiz günlerden, tam tarih vermek gerekirse 12 Eylül’den bu yana; ucundan kıyısından da olsa bir şekilde dâhiliz bienale. Bir kez daha çağdaş sanatı izleyip yerleştirmeleri anlamlandırmaya, videoları sıkılmadan sonlandırmaya ve satırlarca açıklamayı okuyup anlamaya çalışıyoruz. Ve tabii ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunu kişisel tarihimiz elverdiğince cevaplamaya…

Karşımızda 40 ülkeden 70 sanatçının 141 projesi duruyor ve her biri bizi bir başka tarihsel mesele üzerinde kafa yormaya zorluyor. Ayaklarımız yoruluncaya dek metinleri okusak da son noktaya ulaşmamız pek öyle kolay değil. Ya da pek bir tembeliz. Şimdi; sıkılıp bunaldıklarımız bize, irdeleyip beğendiklerimiz size…

Bir kere, Canan Şenol’un Antrepo No:3’teki 18 yaş üstü ‘İbretnüma’ isimli animasyonlu videosunu hayranlıkla izledik. Sanatçı, Güneydoğu Anadolu’da yaşayan fakir bir ailenin inanılmaz güzellikteki kızının hikâyesini ‘Binbir Gece Masalları’ tadında anlattıkça anlatıyor. Videoda, çoğu orijinallerinden uyarlanmış ve kolajlı parçalarla birleştirilmiş klasik Osmanlı minyatürleri mevcut. Görsel bir şölene dönüşmekle yetinmeyen yapıt, taşları tek tek gediğine koyuyor üstelik. Aydan Murtezaoğlu ve Bülent Şangar’ın ortak çalışması ‘İşsiz İşçiler’de ise ‘işsiz ve eğitimli’ gençlerin anlamsız eylemlerine şahitlik edip şaşırmadık elbette; sadece, işte öyle…

DEFTERDEN SİLİNEN DÜŞÜNCELER

Hırvat küratör kolektifi WHW (What, How & for Whom /Ne, Nasıl ve Kimin İçin) niyetini, bienale eşlik eden metinlerinde (katalog ve web sitesi) gayet güzel ve net açıklamıştı aslında. Özetle şöyle: “Eşitlik ve özgürlük üzerine kurulu bir düzen gerçekleşebilir ve bu düzen sadece ve sadece komünizmdir.” Küratörlerin sağa sola serpiştirdikleri slogan ve politik içerikli söylemlerle desteklediği bienalin dili; bu açıdan bakınca oldukça belgesel, sert ve eleştirel. Bienalin belgesel niteliği küratörlerin bizzat bienali sorgulamalarından belli. Sanatçı profili, küratör ücreti ve bienalin bütçesi apaçık ortada ve tartışmaya sonuna kadar açık. Yeri gelmişken söyleyelim: 11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin bütçesi, 20 Ağustos itibariyle 2.050.299 Euro.

Hal böyle olunca ülkenin aydın, öğrenci, sanatçı ve siyasetçileri; borçlarını tahsil etmeden defterden sildikleri düşünceleri yeniden ve hararetle tartışırken buldular kendilerini. En büyük pay yine bienalin kendisine düştü. İlk tepkiler, küratörlerin kullandığı anti-kapitalist dil ile bienalin kapitalist finansörlerinin dili arasındaki ‘çelişki’ye odaklandı. Madalyonun öteki yüzündeki birinci adam, yani Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanı Mustafa V. Koç ise bu konuda verdiği tek söyleşide; (Skylife Business Ekim sayısı) “Evet, sanat ile sermayenin ilişkisi vardır…” demiş ve en usturuplusundan eklemiş: “Sponsorluktaki en önemli hedeflerimizden biri, güncel sanatın toplumun birçok kesiminde daha iyi anlaşılmasını sağlamak.” Üstelik tüm bu açıklamaları nerede yapmış dersiniz? Bienalin en fotojenik ve politik alanlarından biri olan ‘Erörist Kabare’ dekoru içinde.

‘Erörist Kabare’; 1997’de bir grup görsel sanatçı, şair, kuklacı ve oyuncu tarafından Buenos Aires’te kurulan ‘Etcétera’nın eseri. Bir tiyatro sahnesi olan ‘Erörist Kabare’nin içinde entelektüeller, sanatçılar, devrimciler ve eşyalar umutlarını tartışıyor. Gayet gerçeküstü bir biçimde… Şöyle ki şişeler düşünüyor, masalar sohbet ediyor, bardaklar insanları içiyor. Duvardaki küçük resim “Sanatı hayata, hayatı sanata geri vermeliyiz.” diye seslenirken bir fincan çay “Önce oturup reklamını yaptığın o sponsorları düşün.” şeklinde azarını çekiyor. Şarap şişesi zaman zaman kendini çok boş hissettiği bu gerçeklik komedisinde sandalyeler grev hazırlığında…

BİENALE VİZÖRDEN BAKMAK

Çağdaş sanatta fotoğraf kullanımının ne denli yaygın olduğunu, üstelik de bunu yapanların başka disiplinlerden gelen sanatçılar olduğunu kabullendik artık. Çağdaş sanat; insanla, sokakla ve şimdiki zamanla ilgili. Tüm bunları en iyi anlatanlardan biri de fotoğraf. Ortada fotoğraf varsa görüntü gerçek hayattan alınmıştır. Nokta. Bienalde izlediğimiz (hepsini sonuna kadar değil tabii ki) 20 saatlik film ve videoya rağmen fotoğraf hâlâ tüm dinamizmiyle ‘ben buradayım’ diyor. Bu kesin.

Ortası yenmiş ekmek dilimi, bienalin en meşhur işlerinden biri. Yaşamın ve emeğin ama aynı zamanda güvensizlik ve fakirliğin simgesi olarak ekmeğe dair metaforları canlandıran bu küçük ama anlamlı, gösterişsiz ama güçlü çalışmanın sahibi Hans-Peter Feldmann. Sanatçının bienaldeki bir diğer işi ise fotoğraf üzerine: ‘Portre. Bir Kadının 50 Yılı’. Karşımızda bir kadının çocukluğundan elli yaşına kadar çekilmiş ve kronolojik olarak dizilmiş 300 kadar fotoğrafı var. Varlık, gençlik, zaman ve ölüm kavramlarını sorgulamak bir yana; yabancı bir kadının geçmişine yaptığımız bu yolculukla, Avrupa’nın savaş sonrası neslinin hafızasına da sızıyoruz aslında.

Bienaldeki güçlü fotoğraf işlerinden bir diğeri Feriköy Rum Okulu’nda çıkıyor karşımıza: ‘Dobromierz ile Etkinlikler’. KwieKulik ikilisi; oğullarını, doğduğu 1972 yılından 1974 yılına kadar çeşitli şekillerde fotoğraflamış. Çok sayıda slayttan oluşan (700 renkli ve 200 siyah-beyaz) çalışma; tuhaf ve rahatsız edici görüntüler içermesine rağmen sonuna kadar, yani neredeyse yarım saat boyunca izlettiriyor kendini. Dobromierz’i bir nesne-çocuğa dönüştüren görüntüler, sanatla hayat arasındaki sınırların alabildiğine zorlandığı örneklerden biri.

Sanatla hayat arasındaki sınır nereye kadar zorlanabilir? Cevap için 8 Kasım’a dek 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni ziyaret edin. Bakarsınız ‘İnsan neyle yaşar?’ sorusunun cevabı da çıkıverir karşınıza…



DENİZ ILGIN

PHOTO DİGİTAL / KASIM-ARALIK 2009