12 Eylül 2009 Cumartesi

Sahne ışıkları altında 15 dakika

Mezuniyet kıyafeti için kısalı uzunlu, pembeli mavili bir sürü model denenir de en sonunda yine vitrinde ilk görünen o sarı elbise seçilir. İlk görünen, denenen, deneyimlenen başkadır çünkü. İlktir. İlkliğin biricikliğini sindirmiştir. İlk ve tek kare de öyle. Sihirli. ‘One Shot İstanbul’un (Tek Çekimde İstanbul) mimarı, New York’ta yaşayan İsveçli fotoğrafçı Alexander Berg için de öyle olmalı...


Berg’in geçtiğimiz kışın soğuk günlerinde Beyoğlu Rumeli Han’da açtığı geçici stüdyosu, mezuniyet kıyafeti alır gibi heyecanlandırdı İstanbullu sanatseveri. “Sen de tek anın karesi ol; Alexander Berg kamera karşısına geçmek isteyen herkesi bekliyor.” yazılı afişleri görüp Rumeli Han’ın yolunu tuttu epey kişi. Günler öncesinden hazırlananlar mı dersiniz, olduğum gibi görüneyim diyenler mi? Kimi mahallenin duvarına asılmış afişte görmüş, kimi internette okumuş, kimi de eş dosttan duymuş ilanı. Berg, projenin isminden de anlaşılacağı üzere sadece tek bir kare istemiş her bir ziyaretçiden.


Stüdyo’nun yanı sıra İstanbul’un çeşitli sokak ve mekânlarında; kendisini bu şehrin bir parçası olarak gören yediden yetmişe herkesle çalışan sanatçı; Mezopotamya Kültür Merkezi’nden bir evsiz barınağına, yetimhaneden mevlevihaneye dolaşıp türlü çeşit insanın portresini hapsetmiş makinesine. Sonrası malum. ‘Polaroid Type 55’e hapsolan fotoğraflar basılmış bir bir. Ve aralarından seçilen 90 kareyi; 17 Eylül - 25 Ekim tarihlerinde Taksim metrosunun yürüyen bantlar katında sergilemeye karar vermiş sanatçı.


Fotoğrafları henüz görmedik. Ama sanatçının web adresindeki (www.alexberg.com) siyah-beyaz ve renkli 18 ayrı örnekten hareketle bir fikrimiz var yine de. Öğrenci, kasap, dansçı, derviş… Tüm İstanbul sanki derlenmiş. Biri Müslüman, biri Yahudi, biri Hıristiyan üç kız arkadaş yere yatıp yepyeni bir yıldız oluşturmuşlar mesela ki bu, tam da Berg’in hayalindeki kareymiş. Sanatçının portresini çektiği İstanbullular arasına nasıl olmuşsa Cemil İpekçi, Sinan Çetin, Nurgül Yeşilçay ve Okan Bayülgen gibi ünlüler de karışmış.


Çekimlerde herkese dört soru sormuş Berg: ‘Nerede doğdunuz?’, ‘Şu anda yaşamınızın hangi noktasındasınız?’, ‘Kitapta yer alması için söylemek istediğiniz bir şey var mı?’ ve ‘Fotoğrafınıza ne isim vermek istersiniz?’ En zor kısım ise her zamanki gibi belli. Hani fotoğraf çektirirken güvensizlikler açık olunur; güzel, zayıf ve genç görünmek istenir… Fotoğraf makinesi karşısında insanın tüm varlığı ve tabii yokluğu görmek ve görülmek üzerine kurulur… Aslolan kişinin üç boyutlu varlığı değil, o varlığın iki boyuta ne ölçüde ve nasıl taşınabildiği olur… Ve tıkanır. Fotoğraf sadece görüntü olarak kalır. İşte tüm bu tıkanıklıkları “Gözlerindeki rahatlık hissini yakalamadan deklanşöre basmam” diyerek aşmış sanatçı. İnsanları rahatlatan anahtarı cebinden çıkarıp kilitleri bir bir açarak bertaraf etmiş tüm ürkeklikleri. Üstelik bunu 9’a 12 gibi büyük format bir makineyle başarmış. Sokaktan geçeni stüdyoya çekip Warhol’un sözünü ettiği o ‘sahne ışıkları altındaki 15 dakika’yı karşısındakine hissettirebilmiş. Ama belli ki bunu yaparken her bir portreyle o ‘15 dakika’dan çok daha fazla uğraşmış.


Doğu, Batı ve tam ortası

Berg’in New York ve Pekin’den sonra Contemporary İstanbul kapsamında İstanbul’da nihayetlenen ‘One Shot’ projesi için daha epey bekleyebilirdik aslında. Eğer Polaroid, 2008 Şubat’ında iflas edip üretimini durdurmasaydı… Çünkü sanatçının aklında İstanbul’dan önce Arjantin, Capetown, Dubai ve Moskova’nın yüzleri vardı. Ama elinde sadece 1400 film kaldığını fark edince tek atışlık şansını ilk iki şehrin başlattığı hikâyeyi ‘Doğu, Batı ve tam ortası’ şeklinde tamamladığı düşüncesiyle İstanbul’da denedi sanatçı.


Bir de Berg’in kullandığı filmin artık üretilmiyor olması insanın üzerinde hafif bir nostalji etkisi yapıyor. Varsın yapsın. Üşenmeyip hatırlarız: Niepce’in 1826’da sekiz saat pozlamayla elde ettiği o ilk fotoğrafı, sonra Fox Talbot’un ‘fotojenik desen’lerini ve portre fotoğrafçılığının babası Disderi’nin 1850’lerdeki resimli kartvizitlerini… Taşınabilir ilk makineleri sonra; ilk dijital fotoğrafları ve yok oldukça yenilenen nice teknolojiyi...


20 yıl önce o kaba saba polaroid makinelerin içinden fotoğraf çıkması ne demekti, ne büyük bir mucizeydi… Şimdi dijital bir denizde yüzüyoruz adeta. Sadece tek bir kare ne demek… Nasıl bir farkındalık? Nasıl da az rastlanır dürüst ve kusursuz bir samimiyet? İyi de çıksa, kötü de çıksa tek kare. Gözünüzü kırpsanız, dudağınızı büzseniz de tek kare. Beğenseniz de beğenmeseniz de tek bir kare. Bu açıdan düşünüldüğünde fotoğrafçı açısından tam bir ustalık göstergesi bu proje.


Berg bu ustalığı 70’ine merdiven dayamış fotoğraf mentorundan almış olmalı. Çünkü rivayete göre 1950’lerde başka bir fotoğrafçıya asistanlık yapan mentor kişi, bir çekim için sekiz saatlik uçuşla Teksas’a gitmiş, kamerayı kurmuş ve fotoğrafçının tek bir kare çekmesinin ardından geri dönmüş. Zamanın asistanı mentor, neden sadece tek kare çektiğini sormuş fotoğrafçıya. O da istediğini elde ettiğini söylemiş. Çektim, bitti. Eyvallah.


Şimdi isteyen 17 Eylül’e dek www.alexberg.com’dan bir sergi önizlemesi yapabilir. İstemeyen zaten nasılsa bir şekilde Taksim metroyu kullanıp Berg’in fotoğraflarını görecektir.

DENİZ ILGIN

PHOTO DİGİTAL / EYLÜL - EKİM 2009

......

50. sanat yılında nar bereketi

Son yıllarda neredeyse her köşe başında Devrim Erbil ‘çizgi’si çıkıyor karşımıza. Bir yanda Bozcaada’daki baskı resim sergisi, öte yanda Slovakya’da görücüye çıkan eserleri; diğer bir tarafta ise Christie’s’in Dubai’deki müzayedesinde 50 bin doların üzerinde satılan tuvalleri… Sanat hayatının 50. basamağına ulaşan 72 yaşındaki ressamın yaşadığı, tam bir nar bereketi. Şu günlerde bir yandan Viyana, bir yandan Diyarbakır sergisine hazırlanıyor sanatçı. Telaşının asıl sebebi ise Mimar Sinan Güzel Sanatlar Akademisi’nde 28 Eylül’de açılacak ‘50. Yıl Sergisi’... Oscar Wilde’ın “Ruh bedende ihtiyar olarak doğar, beden ruhu gençleştirmek için ihtiyarlar.” cümlesi onun için söylenmiş sanki. Çünkü 50 yıllık sanat yaşamına 200’den fazla kişisel sergi sığdıran sanatçı, güzel ayakkabılı hanımların eksik olmadığı atölye evinde şövalesinin başında genelde. Ritüeli şöyle: Mermer sehpanın üzerine boyaları sıkıp, klasik müzik çalan bir radyo frekansı ayarlayıp, eline fırçayı almak… Sonrası malum; yorulup usanmadan çizmek, çizmek, çizmek…


Nasıl gidiyor resim?

Caminin kubbesine beyaz ışıklar konduracağım şimdi. Şuralardaki maviler resmin içine girmedi daha. Burada birbirlerine karışıp resim olmaya, daha doğrusu benim resmim olmaya başladılar ama; vakit var daha.


Nakkaş titizliği isteyen bir üslupla saatlerce çizmek, çizmek, çizmek… En zor tarafı ne?

Bir macera bu. Sonu bir yere çıkacak elbette. Ölüm yok nihayetinde. Ama bazen resim öyle bir yola giriyor ki bozuluyor her şey. Gerçi boza boza ‘iyi’ye ulaşıyor ressam. En zoruysa resmin bittiği anı belirlemek. Büyük bir karar o. Bazen heyecan, bazen zaman, bazen boya, bazen de ömür bitiyor ama resim...


Bitmiyor olmalı ki; 50 yıl sonra bile şövalenin başından kalkamıyorsunuz.

Evet, 50 yıldır, yani Akademi’yi 59’da bitirip icazet aldığımdan beri bu böyle. Mevsimler geçip gidiyor önümde. Ben hep tuvalin başındaydım. Hâlâ, bu yaşımda, günde 12 saat çalışıyorum.


İade-i itibar kuvvetli ama. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (Akademi), 28 Eylül’deki dönem açılışını sizin serginizle yapacak. Alışılagelmiş bir şey değil bu. Nasıl oldu?

1954’te Akademi’ye öğrenci olarak girdim; 2004’te Akademi’den profesör olarak çıktım. 2 yıllık askerlik görevim dışında tam 50 yıl Akademi’deydim. Bu serginin hikâyesine gelince; bundan üç yıl önce Ege Üniversitesi, açılış programına sergimi dâhil etti. Bu beni çok duygulandırdı. Güzel Sanatlar Fakültesi olmayan bir üniversite bunu yapıyor da güzel sanatlar ile özdeşleşmiş bir okul, benim okulum bunu niye yapmıyor diyerek bunu rektör de dahil herkesle paylaştım. Onlar da önerimi çok sıcak karşıladılar ve ilk sergiyi 50. sanat yılım olması sebebiyle bana ayırdılar.


Nasıl bir sergi bekliyor izleyiciyi?

50 yıllık sanat yaşamıma ışık tutan 50 resimlik bir sergi. Pek çok önemli resmim bulunacak. Öğrencilik çalışmalarım, mezuniyet resmim olan Meyve Toplayanlar, koleksiyonlardan ve kendi arşivimden toplananlar. Eskiyle yeni bir arada. Retrospektif tadında. Değişik tekniklerdeki uygulamalarım da olacak. Sergi 15 Ekim’de bitecek.


Sonra?

Sonra Aralık’ta Contemporary İstanbul var. Bir de 2004’ten beri faaliyette olan Balıkesir Devrim Erbil Çağdaş Sanatlar Müzesi’nde bir sergi... O müze de benim için çok önemli. Balıkesir’in kültür kenti olma çabalarının somut bir örneği o. Şubat’ta ise Dubai’de epey büyük bir sergim olacak. Sonra Kuveyt, Atina, Brüksel… Görüşmeler sürüyor. Sergi açmaktan hiç çekinmiyorum ben. Zaten kimseye ‘Hayır’ diyemiyorum, hele bir de talep Anadolu’dan geliyorsa…


Anadolu’ya verdiğiniz özel önemin sebebi ne? Sanatı her yere ulaştırma isteğinin mi, yoksa her yerde görünür olma isteğinin mi bir parçası bu?

İkisi de elbette ama ben kendime şöyle bir sorumluluk yükledim. Sanatın seveni çoğalmalı. Yani sanat sadece seçkin bir topluluğa hizmet etmekle kalmamalı. Çoğu sanatçı fildişi kulesinde yaşıyor. Ben öyle değilim. Sergi, konferans ve eğitimlerle neredeyse tüm ülkeyi dolaştım. Sanatın, Anadolu’nun her noktasına ulaşmasını önemsiyorum. Ayrıca Anadolu’dan çok şey öğreniyorum. Ben sanatı oralara götürdüğümü sandıkça oralardan topluyorum da…


Mesela?

Van’a gittim, Akdamar kilisesini gördüm, şaşırdım kaldım. O kilisenin rölyeflerini yapan kişi Floransa’da dünyaya gelmiş olsaydı bir Mikelanj’dı. Bunu bir kişinin yeteneği olarak düşünmemek lazım. Orada bir kültür var. Heykelin geçirdiği bir süreç, bir gelenek var. Arkasında kocaman bir Anadolu uygarlığı var. Ani de öyle... O kentleşme, o mimari... İnanılır gibi değil.


Anadolu kültürünü sanatına bu denli yansıtan ender sanatçılardan birisiniz. Bunda Bedri Rahmi geleneğinden gelmenizin etkisi var mı?

Elbette. Bedri Rahmi bizi çok farklı kaynaklara yöneltti. 1954-59 yıllarında o dönem için diğer atölyelerden farklı bir eğitim aldık. Anadolu kültür ve minyatürünü, Afrika ve Uzak Doğu sanatının ayrıcalıklarını keşfettik. Minyatür, halı, kilim, çini ve hat sanatının farkındaydık. Velasquez resmini de Nakkaş Osman Paşa’nın ‘El Fetihname’sini de bilirdik. Bunlar hep Bedri Rahmi sayesinde… Hâla Kariye Camii ve Türk İslam Eserleri Müzesi’ni görmeyen sanatçılarımız olduğunu düşününce çok şanslı olduğumu bir kez daha anlıyorum.


Türk sanatçıların yoğun olarak Paris’e gittiği dönemin sonlarına yetişmiş bir ressam olarak; akranlarınız bambaşka eğilimler içindeyken siz nasıl oldu da eserlerinizde Anadolu kültürüne bu kadar bağlı kaldınız?

Yurt dışına bir hesaplaşma, bir de kabullenme gözlüğüyle gidersiniz. Ben körü körüne kabullenmedim. Elbette Mikelanj’ın Sistin Şapeli’ndeki eserlerine şaşırdım, Musa Heykeli’ne çıldırdım ama kendi zenginliklerimizin de farkındaydım. Bizden önceki kuşak Batı’ya hayranlıkla gitti. Paris’ten uzaklaştıkça resim yapılamaz sandılar. Benim sanatımda ise Anadolu kültürü her zaman belirleyici oldu. Ben bir Anadolu çocuğuyum sonuçta. Onun hoş ve şiirsel güzelliği kadar insanın içini burkan yaşam biçimlerinden de etkilenirim.


Şimdi; 50 yılı geride bırakmış ve ‘İstanbul’ resimleriyle parlamış tuzu kuru bir sanatçı olarak denediğiniz yeni şeyler var mı? Yoksa sizden bu kadar mı?

Olur mu? Denemeye devam elbette. Çeşitli malzemeler denedim, biliyorsunuz. Ama şimdi bambaşka bir şey var gündemimde. Kızım Renk Erbil’le ses, ışık ve renk bağlamında yeni görsel boyutları olan çalışmalar yapıyoruz. Kasım’da Londra’ya gideceğim ve bir ses mühendisiyle çalışacağız. Ses ve renk bağlantılarından hareketle üçlü bir sergi açmayı planlıyoruz.


Bir Akademi hocasından güncel sanat mı?

Akademi hocası akademik bilgileri verir ama kendisi akademik resim yapmak zorunda değildir. Tuval resminin dışına çıkmak, teknolojiye de bulaşmak istiyorum. Bundan da hiç çekinmiyorum.


JÜLİDE KARAHAN

SKY LIFE / EYLÜL 2009

..............

9 Eylül 2009 Çarşamba

Kırmızı ipliğin ucu, İstanbul Bienali

Dünyalı sanatseveri bir kez daha İstanbul’da buluşturacak 11. Uluslararası İstanbul Bienali başlıyor. Bienalin küratörlüğünü, çalışmalarını Hırvatistan’ın Zagreb kentinde sürdüren küratör kolektifi WHW / What, How & for Whom (Ne, Nasıl ve Kimin İçin) üstleniyor.


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından Koç Holding sponsorluğunda gerçekleşen Bienal, kapılarını 12 Eylül’de açıyor olsa da aslında ‘Kırmızı İplik’ söyleşi ve sergileriyle bundan 1,5 yıl önce başlamıştı. Küratöryel araştırma süreci sırasında bir dizi yuvarlak masa toplantısı ve halka açık konferans yanı sıra geçtiğimiz aylarda Berlin’de gerçekleşen ‘Kırmızı İplik’ isimli sergi; bienalin ne menem bir şey olacağının ipuçlarını da vermişti. Şimdi ipliğin ucu göründü: Bienal; daha çok Orta Doğu, Orta Asya ve Doğu Avrupa gibi coğrafi bölgelere odaklı. Yine de ipliğin esneyip çatallanabileceği her daim saklı tutulmalı.


İnsan Neyle Yaşar?


11. Uluslararası İstanbul Bienali, başlığını, Bertolt Brecht’in Elisabeth Hauptmann ve Kurt Weill ile birlikte 1928’de yazdığı ‘Üç Kuruşluk Opera’ adlı oyunun Türkçe’ye ‘İnsan Neyle Yaşar?’ olarak çevrilen ‘Denn wovon lebt der Mensch?’ adlı şarkısından alıyor. Bir sergi başlığı olarak bu cümle kulağa fazlasıyla abartılı gelebilir; özellikle de vurgunun cevapta değil, sorunun kendisinde olduğu düşünülürse… Ama sorunun bugün de aynı aciliyeti taşıdığını savunan WHW; kavramsal çerçevenin Brecht’e, yeniden keşfedilmesi ve yeni kuşaklara gösterilmesi gereken bir klasik olarak bakılması niyetiyle belirlenmediğini tekrar tekrar vurguluyor. Niyetleri; kendi deyişleriyle “Geçmişin şimdide saklanan yönlerini düşünmek ve sanatın, toplumsal angajman ve estetik jest arasındaki ilişkilerini değerlendirip yeni ilişkiler kurabilme olasılıklarını araştırmak…”


İzleyiciyi İstanbul’da nelerin beklediğine gelince; en genel ifadeyle dünya güncel sanat çevrelerinde tanınan ya da yeni keşfedilen 70 sanatçı ve sanatçı gurubunun 120 projesi. Nesiller arası denge ve çeşitlilik WHW’nin özellikle önemsediği bir mesele. 1960’lı yılların sanatçıları ile günümüz sanatçılarını buluşturmaya çalışmaları da zaten bu sebeple. 11. Uluslararası İstanbul Bienali’ni görmek için verilen son tarih 8 Kasım. Yine de WHW’nin sürprizlerine hazırlıklı olmakta fayda var.


Bienal mekanları

11. Uluslararası İstanbul Bienali’nin üç mekânı var. Biri, pek çok Bienali ağırlayan Fındıklı’daki İstanbul Denizcilik İşletmeleri’ne ait 3 numaralı Antrepo. Diğeri, 9. Bienalle keşfedilen Tophane’deki Tütün Deposu. Sonuncusu ise Şişli’deki Feriköy Rum Okulu. 1875’te Feriköy Avukat Caddesi’nde açılan ama sonra 1900’de Abide-i Hürriyet Caddesine taşınan okul, 2003 yılından bu yana öğrencisi olmadığı için hizmet vermiyordu.


WHW’den Yüksel Arslan’a özel


“Yüksel Arslan’ın çalışmalarını sergide sunabildiğimiz için çok mutluyuz. Onun sanata dair araştırmalarının sık sık edebiyata, tarihe ve felsefeye referanslar içermesi; Arslan’a çok önemli ve eşsiz bir varoluş sağlıyor. Bizce, onun iktisat ve politikaya dair sorunlarla alakalı sanatçı duyarlılığı özellikle merak uyandırıcı ve ilgi çekici. Bu çerçevede, Bienal’de Yücel Arslan’ın, Karl Marx’ın Capital’ini temel alan karışık medya dizisi ‘Capital’den kapsamlı bir seçki yer alıyor. Aslında 1970’lerde üretilen bu dizi, kapitalist toplumun paradoksları üzerindeki keskin ve affetmeyici anlayışını halen koruyor.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE /EYLÜL 2009

....

Dünyanın en güvenli yolu: Havayolu

Tesadüfler tesadüf değil aslında. Eğer öyle olsaydı; çocukluğunu Samsun’da Pervaneli Fokker F-27’lerin iniş kalkışlarını izleyerek geçiren birinin ofisi, Atatürk Havalimanına bakmazdı. Eğer öyle olsaydı inşaatların ikinci katına çıkıp kollarını iki yana açarak kum tepelerinin üzerine atlayan çocuk, Planör’den Concorde’a uçabilen her şeyi denemezdi. Eğer öyle olsaydı, DHA (Doğan Haber Ajansı) Genel Müdürü Uğur Cebeci; 12 yıldır ‘Kokpit’ sayfasını ve programını hazırlıyor olmazdı.

Yılda ortalama kaç uçuş yapıyorsunuz?

Geçen ay 81 saat uçmuşum. Gerçi bir kısmı normal yolcu uçuşu değildi. Kimi demo, kimi test uçuşuydu. Ama yıl ortalamam 150 uçuş. 30 yaşımdan beri bu böyle. Yani nereden baksak 6000- 7000 kez havalanmışımdır.

Hiç zorlanmıyor musunuz?

Jet-lag falan önemli değil de, dönüşlerimde çalışmak istemiyorum, o sorun oluyor. En rahat ettiğim yer yukarısı. Keşke hiç aşağı inmeden günlerce uçabilsem...

2006’da emekli olup asma gölgesinde hikâyeler yazacaktınız; ne oldu?

Niyetim gerçekten öyleydi. Fakat nasıl desem, hayatımda hiçbir şeyi yarım bırakmadım. Her şeyi hedefine ulaştırdım. DHA’yı da ulaştırmak istiyorum. Son rötuşlar kaldı.

Yarın işe gelmeseniz gazete çıkmayacak gibi mi geliyor size?

Aynen. Pek çok gazetecide olduğu gibi... Gelmezsem kanal ve gazete öksüz kalacak sanıyorum. Böyle bir şey yok tabii, bir gün ben gelmeyeceğim ve hayat devam edecek.

Korkularınız var mı?

Hayır, ben korkuyla tanışmadım daha. Hele havada asla. Bazen ‘bu uçak çok eski’ denir, çekinilir. Ama eski ve yaşlı uçak yoktur, yaşlı kadın olmadığı gibi... Olsa olsa onun da bakımsızı olur.

Çirkin kadındı o...

Çirkin uçak zaten yoktur. Doğal bir ortamda mükemmel bir kuşu izler gibi izlerim ben uçakları. Bence metal canlıdır zaten. Molekülü olan her şey canlıdır.

İyi bir pilot nasıl olmalı?

Artık her türlü kolaylık olsa bile, geleneksel uçuş kurallarını es geçmemeli. Dinlenme ve beslenme de tabii önemli.

İyi bir yolcu…

Havalimanına zamanında gitmeli. İç hatlara 1, dış hatlara 2 saat önceden. Kuralları küçümsememeli. Kemeri bağlamakla kalmayıp, beline göre ayarlamalı. Güvenlik anonslarını her defasında ilk kez duyuyormuş gibi dinlemeli. Hosteslere ve uçuş ekibine zarif davranmalı. Kısacası kuzu gibi olmalı.

Siz öyle misiniz?

Evet, her seferinde. Sıraya kuzu kuzu girer beklerim. Her defasında bütün kuralları itinayla uygularım. Kemerim mutlaka sıkıdır. Koltuğumu hep kontrol ederim.

İlk uçuşunuz?

15-16 yaşlarımdayken pervaneli bir uçakla Samsun’dan İstanbul’a gelmiştim. Epey etkiledi beni, hayran kaldım. İlgim günden güne arttı zaten. 1980’li yılların başında Boeing’e havacılık teknolojisiyle ilgilenen bir gazeteci olduğumu anlatan bir mektup yazdım. Davet ettiler, Boeing’in merkezi Seattle’a gittim. Bir uçağın imalatını başından sonuna gördüm.

Hiç pilot olmayı düşündünüz mü?


Hayır hiç. Pilotluk eğitimi uzun zaman alıyor. Ben bu işe profesyonel olarak merak saldığımda ipin ucu çoktan kaçmıştı. Başlayamazdım. Başlasam, hayatım boyunca her şeyin en iyisini yapmaya alıştığımdan yarım bırakamazdım. Küçük bir uçakla yetinmez, öbürünü de öbürünü de isterdim. Önüne geçemezdim. İmkânlarım da yetmezdi. Mutsuz olurdum. Şimdi memnunum. Sadece uçmak değil; uçağın bakımı, metali, pilotun hayatı, yolcunun hissiyatı, uçaktaki yiyecek, kısacası her şey ilgilendiriyor beni. Dışarıdan bakıyorum. Başkalarının önemsemediği şeyleri görüyorum. Tepsilerin kayma değerlerini, bardakların savrulma oranlarını falan...

Uçak kullandınız mı hiç?

Tabii ki kullandım, test pilotuyla birlikte... En son Airbus 380’i denedim. Yani iki pilot aynı yemeği yiyip zehirlense, uçak havada kalsa, hostes ‘yolcuların arasında pilot var mı?’ dese ve kimse el kaldırmasa uçağı indirebilirim.

Yamaç paraşütü gibi sporları denediniz mi?

Yok. Ben baba uçaklarla uçarım.

Çılgınlık yapacak olsanız…

Akrobasi uçaklarıyla uçarım.

Yolculukta en çok neye sinirleniyorsunuz?

En çok kızdığım şey şu: Adamın koltuğu 26B mesela. Bilir ama daha birinci sıradayken durup ‘burası kaç numara acaba?’ diye bakar. Bu beni çıldırtıyor. O yolcuyu kesip yemek istiyorum.

Yolculukta angarya bulduğunuz şeyler var mı?

Hiçbir güvenlik geçişi ve bekleme benim için yorucu ve külfetli değildir. Oflamam puflamam, kuzu gibi kuyruğa girerim. Hiçbir şey bana angarya gelmez. Ama mesela kemer çıkarma meselesi... Çok uçanlar için X-Ray cihazında ötmeyen kemer üretilmeli. Niye hala yapmadılar bilmiyorum. Birisi akıl etsin artık.

Pek çok yolcu bu angaryaları bahane ederek uçağı tercih etmiyor, karayoluna yöneliyor.

Yok canım, bence karayolunu tercih eden kalmadı artık. Uçmayı merak edip keyfi olarak yola çıkanlar bile var. Adana’ya bir bilet istiyor mesela, yoksa Samsun’a... Uçmaya bir defa alışan bırakamaz zaten. Devamlı uçmak ister. Uçarak bir yere gitmek bağımlılık yapar. İnsan bir daha karayoluna dönemez. Ayrıca niye saatlerce yol gitsin?

Yolcular ne yaparlarsa işleri çok kolaylaşır? Uçuşa dair tavsiyeleriniz neler?

Öncelikle panik yapmasınlar, korkmasınlar. Çünkü dünyanın en güvenli yolu, havayolu. Binerken akıllarına korku gelirse; evde yaşadıkları kazaları; ıslak elle tuttukları prizleri, kaygan zeminleri, bir ayağı sallanan sandalyeleri düşünsünler. Uçağın ne kadar güvenli olduğunu anlayacaklar. Telaşı azaltmak için havaalanına erken gitsinler, işlemlerini zamanında yapsınlar. Güvenlik anonslarını da her defasında dikkatle dinlesinler.

Ucu bucağı olmayan bir proje: Anadolu Jet

Siz uçmakla kalmıyor, deneyimlerinizi 12 yıldır ‘Kokpit’le aktarıyorsunuz. Her hafta farklı bir konu bulmak zor değil mi?

İlk başta herkes, ‘Bu herif başladı ama bakalım ikinci hafta ne yazacak?’ dedi. Zannediyorum gazetede 700. haftaya yaklaştık. Aynı şey televizyon programı için de geçerli. Orada da 400’e ulaşmışızdır. Kendimizi tekrar etmeden üstelik. Bunun iki nedeni var. Birincisi, havacılık çok yüksek bir teknoloji ve her gün yeni bir şey çıkıyor. Dünyada her yıl 1,5 ile 1,7 milyar hava yolculuğu yapılıyor. Şu anda 17 binden fazla yolcu uçağı faal. İkincisi insanlar gökyüzüne çok meraklı, herkesin gözü yukarıda.

Türk havacılığının hızla gelişiyor olması konu sıkıntısı çekmemenizde ne kadar etkili?

Elbette çok. Bir kere son yıllarda Türkiye’de yolcu patlaması oldu. Bunun bir kaç nedeni var. Biri biziz, bu konuda alçak gönüllü davranmıyorum. İkincisi konuyu yasal platforma oturtan Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım. Üçüncüsü THY (Türk Hava Yolları). Türkiye’de havacılık sektörünün büyümesi THY’nin büyümesiyle doğru orantılı. Gençlik yıllarımızda Sao Paulo uzayda bir yerdeydi bizim için; THY sayesinde dünyaya bağlandık.

Şimdi de Anadolu Jet sayesinde Türkiye’nin her yerine bağlanıyoruz...

Evet, Anadolu Jet Ankara merkezli ama ucu bucağı olmayan bir proje. Fiyatlar makul. Başında Sami Alan gibi dahi derecesinde yaratıcı bir insan var. Öyle bir koşturuyor ki Anadolu Jet’in başarılı olmaması mümkün değil. Müthiş bir iç hatlar ağı oluşturdular ama benim hayalimde yarı hazır pistlere de inebilen bir Anadolu Jet var. Deniz uçaklarını da kullanan hatta... Bir gün gelecek Anadolu Jet, Türkiye’yi birbirine bağlamakla yetinmeyerek yakın sınır kent ve merkezlere uçacak. Van’dan Tahran’a mesela...



JÜLİDE KARAHAN

ANADOLU JET MAGAZİN / EYLÜL 2009