31 Aralık 2010 Cuma

FİL VE GÜVERCİN'DEN NEŞESİZ BİR SON

Geçtiğimiz hafta Pera Müzesi'nde açılan 'Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera' isimli sergi oldukça hüzünlü biten bir öykünün küçük bir parçasını anlatıyor.


Frida Kahlo ve Diego Rivera'nın 40 yapıtı, Pera Müzesi'nin 3. katına yerleşti. New York'ta sıkılmış, Paris'te yalnız ve mutsuz hissetmişti kendini Frida. İstanbul'da yalnız değil, Diego yanında. Mutsuz da olmamalı... Çünkü İstanbul taktı takıştırdı ve onu rengârenk karşıladı. Hatta 'yeni yıl' gibi bir bahane bularak geçtiği yolları tam 68 bin 412 ampulle ışıklandırdı.

Pera Müzesi'ne çıkan sokakların koku ve sesleri değişti. Kestane ve simit kokusu yerini ıtır ve lavantaya, kösele sesleri ise yerini çıtı pıtı topuk tıkırtılarına bıraktı. Sergiyi en çok, kadınlar beklemişti merakla. Sebep 12 Temmuz 1953 tarihli La Prensa'nın birkaç cümlesinde gizli: "... Sanat tarihinde ilk kez bir kadın, sadece kadını ilgilendiren genel ve özel meseleleri mutlak, çiğ ve diyebiliriz ki sakin ve yırtıcı bir açık sözlülükle dile getirdi..."

KIRMIZI BİR YIĞIN İÇİNDE YEŞİL BİR NOKTA

Bu dile getirişi hazırlayan yaşamın bilinen özeti şöyle: 1907'nin 6 Temmuz'unda Meksiko'ya bağlı Coyoácan'da doğar Frida. Escuela Nacional Preparatoria'ya (Ulusal Hazırlık Okulu) devam ettiği sırada, 1925'in 17 Eylül'ünde, ağır bir otobüs kazası geçirir. Demir bir çubuğun bedenini boydan boya delip geçtiği o kazayla birlikte öğretmenlerinin birinin deyişiyle 'hayat dolu genç kız gider, hüzünlü bir kadın' gelir.

Upuzun iyileşme döneminde resim yapar o hüzünlü kadın. Yürüyebildiğinde resimlerini yıllar önce okulun toplantı salonunda duvar resmi yaparken hayranlıkla izlediği ünlü ressam Diego Rivera'ya götürür. Tek bir sorusu vardır: "Resim yapmaya devam etmeli miyim?" Cevap Diego'nun cüssesi kadar dev bir 'Evet'tir. Bir evet de evliliğe...

1929'un 21 Ağustos'unda evlendiklerinde Frida'nın ailesi yeni evli çifti 'güvercinle fil'e benzetir. Her ne kadar herkes -özellikle de Frida'nın annesi- Diego'yu çirkin, şişko ve yaşlı bulsa da 1949'da bir sergi kataloğu için yazdığı 'Diego'nun Portresi' başlıklı makalesinde şöyle anlatır onu Frida: "...Diego'yu onun yaşamının bir 'izleyicisi' olamayacak ancak bir parçası olacak şekilde seviyorum. ...Belki insanın Diego gibi bir adamla yaşarken 'ne çok sıkıntı çektiği'ne dair sızlanmalar duymayı bekliyorsunuz benden. Ama ben, nehir akıyor diye kıyılarının sıkıntı çektiğine, yağmur yağıyor diye dünyanın sıkıntı çektiğine, enerjisini salarken atomun sıkıntı çektiğine inanmıyorum... benim için her şeyin doğal bir telafisi vardır. Olağanüstü bir yaratığın müttefiki olarak üstlendiğim zor ve anlaşılması güç rolde ödülüm, kırmızı bir yığın içinde yeşil bir noktadır; 'denge'dir benim ödülüm."

ÖYKÜNÜN KÜÇÜK BİR KISMI

1944'te, kötüleşen sağlık durumu nedeniyle çelik korse giymeye ve günlük tutmaya başladığında ünlü bir ressam olmasının yanı sıra hareket etmek isteyen ama hareketsiz, anne olmak isteyen ama çocuksuz bir kadındır Frida. Sayısız ameliyata ve kıpırdayamamasına rağmen 1953 Nisan'ında ülkesindeki ilk kişisel sergisinin açılışına gider, öyle bağlıdır hayata. Bir yandan da günlüğüne "Umarım çıkış neşelidir. Bir daha asla dönmemeyi umut ediyorum." yazacak kadar yorgun. Frida, 1954'ün 13 Temmuz'unda hayattan çıkıp gittiğinde 140 tablo ve bir o kadar çizimin yanı sıra kocaman bir öykü bırakır ardında.

Pera Müzesi'nde 20 Mart'a dek görülebilecek 'Gelman Koleksiyonu'ndan Frida Kahlo ve Diego Rivera' isimli sergi; tablo, desen, fotoğraf ve bir belgesel film yardımıyla bu kocaman öykünün küçük bir kısmını anlatıyor izleyiciye. Frida'nın 'Diego Rivera'nın Portresi' isimli eseriyle başlayan sergi; Kolyeli, Saçörgülü ve Maymunlu Otoportre ile devam ediyor. Tüm bu sorgu dolu portrelerin ardından 'İçi Açılmış Yaşamı Görünce Korkan Gelin'e bakmak neşelendiriyor insanı. 76x61 cm'lik boyutlarıyla nispeten büyük olan bu yağlıboya, iki yarım karpuz parçası ve iki hindistancevizinin beraberce ying-yang oluşturması bir yana baykuş ve çekirge ile Ezop Masalları'nı hatırlatıyor. Tüm bunlardan sonra Diego'nun Kaktüslü Manzara, Ayçiçekleri ve Kala Çiçekçisi gibi yapıtları izleyiciyi öyküden uzaklaştırsa da serginin sonunda 40 dakikalık bir belgesel var ki, çıkışın neşeli olması imkânsız...

Jülide Karahan

Zaman Kültür/ 29 Aralık 2010

21 Aralık 2010 Salı

AYASOFYA'NIN TAVANINA DOKUNMAK

İstanbul'un karla karışık yağmur ve şiddetli rüzgarla başlayan 2010 Avrupa Kültür Başkentliği, 'zorlu hava koşulları' eşliğinde sona eriyor. 2010'un rüya ve kâbusları ile 2011'in beklenti ve umutlarını Genel Sekreter Yılmaz Kurt'tan dinledik.


Hava aynı böyleydi: Yağmur, kar, rüz-gâr... İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği, karla karışık yağmur ve havai fişekle 16 Ocak akşamı 'resmen' başlamıştı. Bugün akşam saatlerinde Harbiye Kongre Merkezi'nde gerçekleşecek mütevazı bir resepsiyonla nokta değilse de noktalı virgül konulacak sürece. Tek fark: Havai fişek. Peşine düştüğümüz yegâne soru: 2011'de ne olacak?

İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajans Başkanı Şekib Avdagiç, Skylife'ın Aralık sayısında gergin bir kesinlikle "Bizim 2011, 2012, 2013'ümüz yok. Biz 2010 yılına özgü bir kuruluşuz. 2010 sonu itibarıyla icraatımız tamamlanmış olacak. Altı aylık bir raporlama ve bürokratik işlemler döneminin ardından Haziran 2011'de noktayı koyacağız." demişti. Ama... Her şey ve herkes bu kadar netken kapılar arkasındaki tüm ilgili aktörler ajansın geleceğini konuşuyordu. Çokça geçen bir isim bile vardı: İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Genel Sekreteri Yılmaz Kurt.

Yasa bizi bağlıyor

Kapısındayız. Devlet memurluğunu itinayla hatırlatan pembe imza klasörleriyle aynı memuriyeti her fırsatta unutturan uzun çalışma saatleri arasında gülümsüyordu Yılmaz Bey. Enikonu neşeliydi. Neşesini balla kestik: "Ajans başka bir yapı, başka bir isim ve başka bir modelde devam edecek mi? Siz yeni oluşumun içinde olacak mısınız?" Tanıdık bir cevap: "5706 sayılı bir yasa var, ajansın kuruluş yasası. Ona göre Ajans 31 Aralık'ta tasfiye edilecek, 6 ay içinde de tasnif... Yasada bir değişiklik yapılmadığı sürece bu böyle. Başka bir şey mümkün değil. Ama..." Sevgiliden duyulduğunda kaçılacak kelimeler listesinde 'Bak güzelim'in altında yer alan 'Ama' pek kıymetli bu durumda. Kaldığımız yerden aynen: "... Ama bu soru bizi çok mutlu ediyor. Demek ki 2010 bir misyonu ifa etti, demek ki yokluğu bir eksiklik oluşturacak, demek ki herkes devamını istiyor..."

"40 defa sorup İstanbul'un kültür sanat hayatını batıl inançlarımıza yaslayacağız." diyor ve ekliyoruz: "Daha ikideyiz. Dost sohbetlerinde geleceğe yönelik yeni bir yapı konuşuluyor mu?" Kaçış: "Özel sohbetlerimizi bir gazeteciye nasıl anlatalım? Ama evet, konuşuluyor bu. 2011'de İstanbul'un kültür sanat ihtiyacı kalmayacak mı ki deniyor..." Edilgen değil, etken cümleler rica ediyoruz, nafile... Aldığımız alacağımız yegâne cevap: "Kamu, özel sektör ve sivil toplum bir çatı altında ilk defa buluştu, çok sıkıntılı süreçler yaşandı. Bu haliyle devam etmesi zor. 2010 sayesinde İstanbul'u daha iyi tanıttık. Bu anlamda İstanbul'u tanıtan ve birimler arasında koordinasyon sağlayan bir yapıya ihtiyaç var mı derseniz, kesinlikle var. Bir kültür ve tanıtım ajansı çok güzel olur." Üçüncü kez yokluyor ve "Böyle bir yapı düşünüyoruz ve içinde ben de varım der misiniz?" diyoruz. Cevap – henüz - şöyle: "Yok bunu şu anda söyleyemem. Yasa bizi bağlıyor."

Yeni bir konu ve soru: "Tek kelimeyle nasıl geçti?" Üçüncü not defterini bitirip dördüncüye gözümüzün önünde geçen Yılmaz Bey'in o tek kelimesi 'rüya gibi'. Sonrakiler şöyle: "Of of of... Çoğuna yetişemedik gerçi ama yine de Boylu Soylu Yelkenler'i kaçırmadım. Efsane İstanbul sergisini unutamam. Arvo Pärt konseri benim için çok etkileyiciydi. Bono'yla köprüde yürüdük, uzun uzun sohbet ettik. Daha çok sevdim adamı, hele konseri dinleyince... En unutulmazı ise, bakın bu çok özel, iskeleye çıkıp Ayasofya'nın tavanına avucumu yaslamaktı. Tarihin içinde bir yolculuktu, harika bir histi, tarif edemem. Yazmak lazım bunları..." Yılmaz Bey gerçekten yazacak anılarını. O yazmasa anılar yazdırır kendini. İspat için bakınız: Ötüken Neşriyat, 'Bir Bıldırcın Misali' ve İstanbul 2010 Dergisi, sayı 4, sayfa 62.

Kâbuslar anlatılmaz

Rüyalar iyi, hoş, güzel... Peki ya kâbuslar? "Onlar anlatılmaz bizim kültürümüzde." diyor ama yanılıyor Yılmaz Bey: Akan suya ya da akan banda anlatılır. Hatta anlatılırsa iyi de olur! İkna oluyor: "En büyük kâbus proje sağanağı altında kalmaktı. Projelerde bir standart yok. 5 bin TL'lik de var, 60 milyon TL'lik de... Bir müellif geldi, projesini anlattı, 60 milyon TL istedi. Düşünebiliyor musunuz? İlk kez bir kurum çıktı ve 'Bir fikriniz var mı' dedi. 2500'e yakın fikir geldi. Bir tarafta binlerce proje, bir tarafta kısıtlı zaman... Zor günlerdi. Projelerin ancak yüzde 20'sini kabul edebildik, kalan yüzde 80'i karşımıza aldık. Bir de hemen şurada bir kasamız olduğu fikri vardı ortada. Her litre benzinden bilmem ne kadar para alıyoruz, para hemen şuraya oluk oluk akıyor; projesini anlatana çıkarıp trink diye veriyoruz. Öyle sanıyorlardı. Her benzin aldığında 'şu kadar kuruş 2010'a verdim' diye beni arayan arkadaşlarım oldu. Öyle böyle değil. Anlat, anlat; bittik."

Yılmaz Bey'i bir kez daha yormayalım. Olay şu: Vergiler bir havuzda toplanıyor ve belirlenen bütçe doğrultusunda ödenek aktarılıyor. Ajansa ve diğer her şeye... Benzinden alınan ayrı bir yüzde söz konusu değil. Ajans'ın web sitesinde Maliye Bakanlığı'ndan gelen bir yazı da var bu konuda. Yine de -ille de- merak edenlere, Ajans'ın harcadığı para 320 milyon TL. Bunun 500 milyon TL'ye kadar yolu var.

Az ya da çok, iyi ya da kötü... İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği sona eriyor. 'Helal olsun'dan 'Şimdi bittik'e uzun ince bir çizgide olanca samimiyetiyle yürüdü Yılmaz Bey. Kendi deyişiyle sadece bir şeyi unutmamaya çalıştı: Cumhurbaşkanının 'İstanbul'a hizmet ibadettir' lafını.


Jülide Karahan

Zaman Pazar / 19 Aralık 2010

KAYNAĞIM GELENEK DEĞİL, İÇİM

Nispeten eski bir dizi ‘Aşk Yakar'ın Belda'sından (Ece Sükan) bir replik: “Ama bu bir Ergin İnan… ‘İnsan'! Nasıl ele geçirdin bunu?” Esas kızın coşkusundan anlıyoruz ki ekrandaki tablo pek değerli. Geçen yıl İstanbul Modern'de açılan ‘Gelenekten Çağdaşa' isimli sergiyi gezmemiş, elimize bir müzayede kataloğu almamış olabiliriz. Mühim değil. Dizideki o pek değerli tablonun sanatçısını tanımak için 15 Aralık öğle ve akşam haberleri iyi bir fırsat.

Ressam Ergin İnan, 2010 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü'nü İstanbul Modern Müzesi ve tarihçi Cemal Kafadar ile birlikte 15 Aralık Çarşamba günü 11.00 itibarıyla Köşk'te yapılacak bir törenle alacak. Tören sırasında İnan'la ilgili 10 dakikalık bir VTR de gösterilecek. Orada yakın çekim eserleri, burada iç dünyası…

Ödülün gerekçesinde “… Modern ve evrensel olanla gelenekseli buluşturma çabaları için Ergin İnan'a...” ifadesi geçiyor. Resminizde gelenekle çağdaşı buluşturma gibi bir çabanız var mı?

Aslında yok. Öyle bir çabam, geleneği resme yansıtmak gibi bir amacım hiçbir zaman olmadı. Ama resim bir amaçla yapılmaz zaten. Bir düşünce koymaya çalışıyorsanız biçimleme kaygısı ortaya çıkar ve özgürlük ortadan kalkar. Ben her zaman kendimi kendi iç dünyama bırakmışımdır. Bir şeyi bahane ederek, planlayarak yaparsam olmaz. Benim için en önemli kaynak içtedir. Ama tabii içimiz çocukluktan itibaren pek çok şeyden beslenir. Malatya'da doğdum, geleneksel sanatlarla bir arada büyüdüm, bu memlekette yaşadım ve var oldum. Gelenekseli özümsedim muhakkak.

Minyatür ve hat motifleri kullanmanız geleneksel sanatı bugüne taşıma çabası içinde olduğunuz izlenimi veriyor olabilir mi?

Olabilir. Ama özellikle yapılmış bir şey değil bu. Ben de soruyorum zaman zaman ‘niye o eski yazıyı aldım da bu tabloya koydum' diye… Sahaflara gider, eski kitaplara sık sık bakarım. Geçmişe gitmek gibi bir şey bu. Küçücük bir kâğıt parçasına severek yaklaşır ve eski yazıda geçmişin izlerini görürüm. Onu alıp eve götürmek ve resmime dâhil etmek isterim. Düşününce sebebi çocukluğa kadar gider... Her şey gidip bir şekilde çocukluğa bağlanıyor zaten.

Eski yazıyla ilk karşılaşmanız?

4 -5 yaşlarımdaydım. Bahçede sundurma içerisinde eski kitaplar vardı. Oraya girmek yasaktı ama yine de gidip karıştırırdım. Evde kiracıydık biz, o kitaplar da başkasının, belki de ev sahibinindi.

Eski yazıya karşı içgüdüsel bir yöneliş mi sizinki?

O kesin. Eski yazıyı sezgisel olarak resme yapıştırıyorum. Onun orada olması gerektiğini hissediyorum. Resmin içinde çok yoğruldum ben, onun için o eski yazıyı nereye koyacağımı sezgisel olarak biliyorum. Koyuyorum, sonra da üzerine bir arı çiziyorum mesela… Yazı arıyı anlatıyor çıkıyor. Böyle çok şey, tesadüf demek istemiyorum, oluyor. Sahaflarda çok hikâyem var benim.

Birini anlatır mısınız?

İbrahim Hakkı Hazretleri'ni hiç bilmiyordum. Sahaflara gider, bilmeden alırdım. Yine eski bir kitap buldum, gökyüzüyle ilgili çizimler de var içinde. Sayfalar eski, taş baskı. İki resim yapıyordum o sırada; biri Âdem, biri Havva. Sayfaları resmimde kullanmaya başladım. Çalışıyorum bir gün... Berlin'den tanıdığım tiyatrocu Çetin İpekkaya ziyarete gelecek. Pazar kuruluyor evin yakınlarında, gideyim de bir karpuz alayım bari dedim. Satıcının üzerinde bir şalvar vardı, gri mavi renkli çok değişik bir şey. Sordum, ‘nerelisin, bu hangi yörenin şalvarı' diye. ‘Ben İbrahim Hakkı Hazretleri'nin memleketindenim' dedi adam. Bir şey söyleyemedim tabii, bilmiyorum İbrahim Hakkı Hazretleri'ni. Aldım karpuzu, gittim eve. Çetin İpekkaya geldi, laf lafı açtı. Nasıl oldu bilmiyorum, o da İbrahim Hakkı Hazretleri'nden bahsetmeye başladı. Resmimdeki şekillerin Marifetname'den olduğunun farkında değil tabii. Sonra gittim Türkçesini buldum, Marifetname'yi okudum. Sadece susayan suyu değil, su da susayanı buluyor.

Bir hikâye de Mesnevi'den o zaman…

İki ressam var, biri Doğulu, biri Batılı (Frenk). Bir yarışma var. Bu iki ressam karşılıklı iki duvarda hünerlerini gösteriyor. Doğulu olan kılı kırk yararcasına çalışıyor; evrenin tüm ayrıntılarını ortaya çıkarmak, çizmek, göstermek istiyor. Batılı devamlı duvarı perdahlıyor, cilalıyor yani. Duvar öyle bir hâle geliyor ki adeta ayna. Güneş doğuyor. Doğulunun resmi Batılının duvarına yansıyor. Bu hikâyeyi çok severim işte.

Sizin için nasıl? İnce ince mi, hikâyedeki gibi…

İnce ince. Ben resimde iç dünyamla hesaplaşırım. Yapmadan duramadığım için yaparım. Çağdaş sanat biraz daha hesaplı kitaplı; bir düşünce, bir söylem odaklı. Bir şeylere - para ya da görüntü - hizmet ediyor. Benim için öyle değil. Geçtiğimiz günlerde Gilbert & George'un devasa resimlerini gördüm, hepsi bilgisayar çıkışlı, hepsi tekdüze. Eskiden Rubens ve diğerleri bir sürü insan çalıştırır ve devasa eserler yaparlardı. Ama küçük Rubens'ler ve eskizler daha bir başka. Büyüdükçe, resme başka eller değdikçe bir şey eksiliyor. Gilbert & George'un devasa resimlerinde de öyle, bir şey eksik.

O şey ne?

His, ruh, öz… İçin yansıması. Fırça sürüşte, boyanın katında var oluyor o şey. Elden resme geçiyor. Bakıyorum, çağdaş sanatta o eksik. Ben öyle bir yola girmek istemedim hiç.

Elinizden çıkaramadığınız, kendinize sakladığınız eserler var mı?

İlk yıllardan var. 67'deki ilk sergimde grotesk figürler vardı, kendime dönük. Onlar hakikaten önemlidir benim için. O zaman da almak isteyenler olmuştu ama satmadım. İlk böcekli işim de bende durur. 69'da yapmıştım.

İlk çiziminiz?

Hatçe Bacı. Komşumuzdu, duvar komşumuz. Çok yaşlıydı. Ben 4-5 yaşlarındaydım. Toprağa su döker, çıkan şekilleri izler, ‘ne yapıyorsun' diyenlere ‘Hatçe Bacı'yı çiziyorum' derdim. Devamlı resim yaptım sonra, defter kenarlarına falan. Lisede yavaş yavaş kendimi bulmaya başladım. Bir hocamız sürekli perspektif çizdirirdi. Bir gün bahçede özgürce bir şey çiziyordum, çıplak bir insan figürü, bıkmış olmalıyım perspektiften... Çocuklar etrafıma toplandı, hoca gördü, resmi istedi. Ne diyeceğimi, ne yapacağımı bilemedim, resim çıplak diye utandım, resmi yırtıverdim. Büyük bir ceza aldım sonra. Hem karneme 1 geldi, hem tekdir cezası aldım. Sonra tabii bitirmelerde en yüksek notu alarak geçtim.

O kendini yavaş yavaş bulma, içe dönme zamanlarında; neyim, ne yapıyorum, neraden geliyorum, nereye gidiyorum gibi sorular sarar etrafımızı. Sizin sorunuz neden ‘ben ben miyim'?

Yalnız kaldığımda şöyle sorarım onu: İlyas mı ben, ben mi İlyas…

Neden İlyas?

Her şeyi söylemek de iyi değil ama… İkinci ismim İlyas benim. Anneannem bir rüya görmüş. Bence rüya, ona göre gerçek… Ben yeni doğmuşum, bir iki aylık ya varım ya yok. Anneannem namaz kılarken ağlamış mıyım ne, biri beşiğimi sallamış, adının Hızır İlyas olduğunu söylemiş. Anneannem namazı bitirdiğinde kaybolmuş. Oradan geliyor olabilir o sorular. ‘İlyas mı ben, ben mi İlyas' ve ‘ben ben miyim'...

‘Dünyadaki en zor şey insanın kendisi olabilmesidir.' diyor ‘Kara Kitap'. Siz kendiniz olabildiniz mi?

Olmaya çalışıyorum. En çok resimlerin içinde kendimim. Hatta garip gelebilir ama resim yaparken tam anlamıyla o resim oluyorum.

Jülide Karahan

Zaman Pazar / 12 Aralık 2010

.............

2011 YOK!

İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkentliği macerası sona yaklaşıyor. “Ya sonrası; yani 2011, 2012, 2013 diyoruz…” Aldığımız cevap net: “2011 ve sonrası diye bir şey yok.”


2010 bitiyor. İstanbul’un, Haliç'teki görkemli havai fişek gösterisiyle başlayan 2010 Avrupa Kültür Başkentliği’yle birlikte… İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajans Başkanı Şekib Avdagiç bitişe sayılı gün kala sorularımızı cevapladı.

En çarpıcı, en etkili proje hangisiydi?

Kategorize etmek hiç arzu ettiğimiz bir şey değil. Bütün projelerimiz kendi sanat dalları itibariyle önemli.

Avrupa Kültür Başkentliği’ni ‘kent pazarlama modeli’ olarak kavrayıp avantaja dönüştüren ilk kent 1990 Avrupa Kültür Başkenti Glasgow (İskoçya). Bunca yıl sonra başarısı hâlâ herkesin dilinde olan Glasgow’da üç önemli konser gerçekleşmiş: Pavarotti, Paul Mc Cartney ve Wings ile Frank Sinatra... Herkes bu üç konseri 1990 tecrübesinin en çarpıcı olayları olarak hatırlıyor. Bu taraftan bakarsak İstanbul’da ne hatırlanacak?

Glasgow’la İstanbul’u karşılaştıramayız. İstanbul 8000 yıllık tarihiyle pek çok imparatorluğa başkentlik yapmış bir şehir. Bir iki konserle hatırlanmaktan öte bir şeyler var burada. Biz bunları ortaya koyma gayreti içinde olduk.

Sürdürülebilir projelerimiz hangileri? Yani 2020’ye geldiğimizde anacağımız, ‘bu uygulama 2010’da başlamıştı’ diyeceğimiz…

Salı Pazarı’ndaki eski bir antrepoyu ‘Sanat Limanı’ ismiyle kamusal bir sanat mekânı haline getirdik. ‘Sanat Limanı’ çok güzel bir sergi alanı oldu. Birçok genç arkadaşımızın işleri orada görücüye çıktı. Biz altyapıyı kurduk, mekân problemini çözdük. Bundan sonrası genç sanatçılarımızın işi… Faaliyetlerini kendi imkânlarıyla sürdüreceklerdir.

Festivaller için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz?

Tabii ki. Opera, dans ve şiir gibi festivallerin başlamasına ön ayak olduk. Temelleri atıp altyapıları oluşturduk. Onlar sponsor desteğiyle yola devam edecektir bundan sonra.

Kişisel olarak keyifle takip ettiğiniz etkinlikler nelerdi?

Ben her şeyi, bütün disiplinleri yakından izlemeye çalıştım. Birini öne çıkaramıyorum.

Şöyle soralım: Eğer gitmediysek neleri kaçırdık?

Topkapı Sarayı’ndaki ‘On Bin Yıllık İran Medeniyeti ve İki Bin Yıllık Ortak Miras’ ile yine oradaki ‘Moskova Kremlin Sarayı Hazineleri Topkapı Sarayı'nda başlıklı sergileri kaçırdınız. Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki ‘Efsane İstanbul: Bizantion'dan İstanbul'a - Bir Başkentin 8000 Yılı’ başlıklı sergiyi görmediyseniz yazık oldu. Santralistanbul’daki ‘İstanbul 1910 – 2010 Kent, Yapılı Çevre ve Mimarlık Kültürü Sergisi’ de, eğer görmediyseniz, kaçırdıklarınız arasında.

Kaynaklar en çok nelere harcandı?

Yapım ve restorasyon projelerinin bütçeleri çok yüksekti. En önemli kaynaklarımızı Ayasofya ve Topkapı içindeki restorasyonlara harcadık.

2011 Ocak itibariyle neler olacak?

Bizim 2011, 2012, 2013’ümüz yok. Biz 2010 yılına özgü bir kuruluşuz. 2010 sonu itibariyle icraatımız tamamlanmış olacak. Etkinlikler bitecek. 6 aylık bir raporlama ve bürokratik işlemler döneminin ardından, Haziran 2011 itibariyle de işimiz tamamen bitecek.

2002 Avrupa Kültür Başkenti Brugge, 2002’yi gelecek yıllar için bir başlangıç kabul edip bağımsız organizasyonunu muhafaza etti ve etkinlikleri sürdürdü. Böyle bir şey İstanbul için mümkün değil mi?

Avrupa Kültür Başkenti olmuş pek az şehir bu projeyi uzun vadeli bir olaya dönüştürdü. Brugge ve Lille gibi… İstanbul için Avrupa Kültür Başkentliği kendi dönemi içinde icra edildi ve tamamlandı. 2011 diye bir şey yok. Şimdilik durum bu.

Hayal kırıklıkları var mı? Şunu yapmakta geciktik, bunu düşünemedik ya da şunu şöyle yapsaydık gibi…

En çok üzüldüğümüz konu Atatürk Kültür Merkezi. Binanın restorasyonunun bitmesi için çok büyük gayret gösterdik. Projelerin hazırlanması, ihaleler… Mahkeme engeliyle karşılaştık, o engelin ortadan kalkması için tarafları bir araya getirdik ve uzun bir süreç geçirdik ama maalesef taraflar anlaşma sağlayamadı. Elimizde olmayan, bizim dışımızdaki sebeplerden dolayı Atatürk Kültür Merkezi’ni yenileyemedik, üzgünüz. İstanbul için hâlâ büyük bir sıkıntı bu.

Başka?

Çok fazla hayal kırıklığımız yok. Patinaj yaptığımız çok fazla proje olmadı. Altından kalkamayacaklarımızı zaten baştan kabul etmedik.

Epey eleştiri oldu. Özellikle nüfuz edememe odaklı… Onlara ne dersiniz?

Kahvelerde oturup çay kahve içerek değerlendirme yapmak son derece gerçek dışı. 1.5 yıldır hayata geçirdiğimiz proje sayısı 600. İstanbul’un kelli felli bir sürü kurumu var; hangisi bu kadar sürede bu kadar projeyi, farklı disiplinlerde üstelik, hayata geçirdi? Bu kadar kısa zamanda, bu kadar farklı disiplinde, bu kadar projeyi hayata geçiren başka bir kurum olmadı; olma ihtimali de yok. Bu eleştirileri doğru, gerçekçi ve şık bulmuyorum.

Eleştirisi haklı olan bir durum var mı? Şunu eleştirseler haklılar dediğiniz…

Biz kendi eleştirimizi yapıyoruz. Şu var: Bu kadar çok proje başvurusuyla karşı karşıya kaldığımız bir mekanizma oluşturmakla hata etmişiz. Bu kadar çok sayıda proje başvurusu bizim işleyişimizi olumsuz etkiledi. Sınırlı başvuru ve sınırlı kabulü baştan tarif edebilmiş olsaydık Ajans çok daha verimli çalışırdı.

Son olarak ve kısaca İstanbul’un 2010 Avrupa Kültür Başkenti olması İstanbul’a ve İstanbulluya ne kattı?

İstanbul 100’ün üzerinde restorasyon çalışmasıyla yenilendi. Şehir, ‘Adalar Müzesi’nden ‘Sanat Limanı’na pek çok yeni yapıya kavuştu. İstanbul’un tamamını kapsayan bir proje bu. İlk defa Tuzla’dan Küçükçekmece’ye, Beykoz’dan Şile’ye şehrin tamamına yayılan… Tüm İstanbul ve tüm İstanbullularla buluştuk, öyle ya da böyle. Öğrenciler, kültür yöneticileri ve sanatçılar bir araya geldi. Herkese proje yapma imkânı verdik. Ciddi bir proje hazırlama ve sunma kültürü oluştu. Ajansta 75 kadar genç arkadaş çalıştı. Onlar İstanbul’un kültür sanat hayatında etkin olmaya devam edecek.

JÜLİDE KARAHAN / SKYLIFE ARALIK

........

20 Aralık 2010 Pazartesi

SİNOP’TA ÇOCUK OLMAK, ÇOCUK KALMAK…

Sinop’ta çocuklar mutlu. Bunda dondurmanın kilosunun 3.75 YTL olmasının epey payı olsa gerek ama onları asıl mutlu eden bunca oyun…

"Yön tarif edemezsiniz Sinop'ta. Karadeniz’de deniz normalde kuzeydedir ama burada hem kuzeyde hem güneyde” diyor Ali Bey. Deniz dalgalı olduğu kadar da oyuncu Sinop’ta. Yeni bir oyun buluyoruz. İsmi ‘Dalgalarla dalga geçme’ oyunu.
Hava denize girilmeyecek kadar serin ama ayakları suya sokacak kadar ılıksa oynanabiliyor. Kuralları şöyle: Kumsalın dalganın erişebildiği bir noktasında sabit durulur. Dalga beklenir. Dalga ayak bileğine erişirse deniz kazanır ve kişi denize doğru bir adım ilerler. Eğer dalga bileğe ulaşamazsa bir adım geri çıkılır kumsala. Böyle böyle bir ileri bir geri derken kumların kuru noktasında kişi, denizin içinde dalga kazanır. Hep deniz kazanacakmış gibi gelebilir ama öyle değil. Bazen uzaktan kocaman görünen bir dalga biraz erken kırılırsa ulaşamıyor kıyıya. Bazense küçücük bir dalga sabreder ve hemen kırılmazsa tam tersi oluyor. Tamamen şans ve zamanlama işi. Pek çok oyunda olduğu gibi…

Sinop’ta oyun pek çok. Saymaya kalkınca 20’yi rahat geçiyor. Öyle ki geçtiğimiz aylarda üçüncüsünü izlediğimiz Uluslararası Sinop Bienali Sinopale’deki işlerden biri sadece oyunlar üzerineydi. Bahar Aksel ve Ayhan Enşici Sinoplularla bir bir konuştu ve Sinop Geleneksel Çocuk Oyunlarını derledi. Bize sadece oynamak kaldı. Ve bir de anlatmak… Anlatalım ki unutulan ya da artık oynanmayan oyunlar tekrar gün yüzüne çıksın ve bugünün çocukları onlardan haberdar olsun. Büyükleri de tabii. Çünkü oyun oynamanın yaşı yok...


OYUNLAR

Aç Kapıyı Bezirgan Başı
5 Taş
Birdirbir
Cicoz
Çember Çevirmece
Çubuk Deste
Fırfır
Güvercin Takla
Kale Taşı
Kovaya (Kuva) Dildan Atmak
Köşe Kapmaca
Kör Ebe
Malak
Met (Çelik Çomak)
Saklambaç
Sek Sek
Topaç
Uçurtma Uçurma / Uçurtma Dövüşü
Uzun Eşek
Yağ Satarım Bal Satarım
Yakantop
Yeditaş – Dokuztaş
Yılan


OYNAMAK İSTEYENLERE…

CİCOZ

İki kişiyle oynanır. Her oyuncu için 9 pul (küçük taşlar ya da gazoz kapağı) gerekir. Bir oyuncuya ait 9 pulun 9’u da aynı renk olur; oyuncuların pulları ayrı renkler kullanılarak farklılaşır. Oyunun amacı aynı renkli 3 taşı aynı hizada yan yana getirerek rakip oyuncunun taşlarını almaya hak kazanmaktır. Kuralları şöyle: Yere cicozun oynanacağı 3 kareden ve köşegenleri birleştiren çizgilerden oluşan şekil çizilir. Oyuna başlamadan önce iki oyuncu sayışarak kimin başlayacağını belirler. Sayışmanın en çok kullanılan yöntemi oyunculardan birinin tek bir pulu avucunun içine saklaması, diğer oyuncunun ise pulun hangi elde olduğunu bilmeye çalışmasıdır. Pulu bulmaya çalışan oyuncu bilirse oyuna başlar, bilemezse pulu saklayan oyuncu başlangıcı yapar. Oyuna başlayan oyuncu kendi taşlarından birini çizgilerin kesişim noktalarından istediğine koyar. Sıra diğer oyuncuya geçer ve o da istediği bir noktaya kendi pulunu yerleştirir. Her oyuncuya ait toplam 9 taş sırayla olmak üzere birer birer istenilen noktalara konulur. Taşları yerleştirirken amaç 3 tanesini yan yana gelecek şekilde koymaktır. Ancak rakip oyuncular kendi sıraları geldiğinde kendilerine ait taşları diğerinin 3’lü sıra yapmasını engelleyecek şekilde yerleştirirler. Her oyuncu 9 adet taşını yerleştirdikten sonra sırayla çizilmiş çizgiler boyunca taşlarını kaydırarak ilerler. 3 taştan oluşan sıralamayı yapan, rakibinin taşlarından birini almaya hak kazanır. Taşı biten taraf oyunu kaybeder.

YEDİ TAŞ (DOKUZ TAŞ)

2 takım halinde, toplam 2 – 10 kişi ile oynanır. Gerekli olan malzeme üst üste dizilecek 7 tane iri ve yassı taş ile orta büyüklükte bir lastik toptur. Oyunun amacı kule haline gelecek şekilde üst üste dizilen taşları topla yıkıp daha sonra karşı takım tarafından vurulmadan tekrar kule halinde dizmektir. Bu biraz zor bir iştir. Ama imkansız değil… Kurallara gelince; 7 iri taş üst üste dizilerek kule haline getirilir. Oyun kimi mahallelerde 8 ya da 9 taşla da oynanır. Kuleden 5–10 metre uzaklıkta bir çizgi çizilir. Takımlardan biri atıcı, diğeri ise savunucu olur. Takımların oynayacağı rol sayışma ile belirlenir. Atıcı takımın oyuncuları çizilen çizginin dışına geçerek topu kuleye doğru atar ve taşları yıkmaya çalışır. Taşlar yıkıldığında kuleyi savunan grup atılan topu almaya gider, o sırada atışı yapan grup taşları dizerek kuleyi tekrar oluşturmaya çalışır. Atıcı grup kuleyi tekrar dizerken savunucu grup topla rakip takımın oyuncularından birini vurmayı başarırsa o oyuncu yanar ve oyun dışında kalır. Oyun yeniden başlar ve atıcı grup aynı şekilde yıkılan kuleyi tekrar dizmeye çalışır. Eğer vurulmadan dizmeyi başarırsa yanan oyuncularını tekrar oyuna dahil etme hakkı kazanır. Taşları tekrar dizmeyi başaramayan ve tüm oyuncuları yanan takım oyunu kaybeder. Atıcı olma hakkı diğer takıma geçer.

KOVAYA (KUVAYA) DİLDAN ATMAK

Oynamak için en az iki kişi gerekir. Bir de yere açılan bir çukur ve çok sayıda dildan (misket). Oyunun amacı yere açılan kovaya (çukur) en fazla sayıda dildanı atmaktır. Kurallar şöyle: Oyun toprak zeminde oynanır. Önce yere bir daire çizilir ve içi çok derin olmayacak şekilde çukurlaştırılır. Ardından, oynayacak çocukların yaş aralığının el verdiği uzaklıkta bir atış çizgisi çizilir. Her oyuncu sırasıyla eline bir avuç dildan alır ve çukura doğru atar. Kovaya en fazla sayıda dildanı isabet ettirmeyi başaran kazanır ve kendi attığı sayıda dildanı diğer oyunculardan alır.

Dildan ile oynanan çok sayıda oyun vardır. Bunlar arasında kovanın içine konan dildanları atılan başka bir dildanla vurarak dışarıya çıkarmaya çalışmak, kovanın etrafına serpilen dildanları başka bir dildanla vurarak içeri düşürmeye çalışmak ya da yere çizilen üçgen / dairenin içine dizilen dildanları çizginin dışına çıkarmak vardır. Dildan oyunları mahallelere göre bile çeşitlilik göstermektedir.

YILAN

En az iki kişiyle oynanan bu oyun için yere yılan şeklini çizmek için tebeşir ya da kiremit parçası, her oyuncuya ait bir adet gazoz kapağı ya da pul gerekir. Amaç, yılanın gövdesi olarak çizilen yolu izleyerek hedef noktasına ulaşmaktır. İşleyişe gelince; önce yere yılan şekli çizilir. Kuyruğun, yani oyun çizgisinin uzunluğu oyuncu sayısına göre belirlenir. Kalabalık oyunlar daha uzun bir çizgide oynanır. Oyuncular aralarında sayışarak başlama sırasını belirler. İlk oyuncu kendi pulunu yılanın başladığı noktaya koyar ve fiskeyle vurarak hat boyunca ilerletir. Herkesin çizgilerin içinde kalmak koşuluyla arka arkaya 3 vuruş hakkı vardır. Amaç, bu 3 vuruşta en uzun mesafeyi kat etmektir. Eğer pul çizgilerin dışına çıkarsa oyun sırası sonraki oyuncuya geçer ve pulu dışarı çıkan oyuncu diğer elde yine en baştan başlar. 3 vuruşta çizgi içinde ilerleyen oyuncu sıra tekrar ona geldiğinde kaldığı yerden devam eder. Oyuncular kendi yollarında bulunan diğer pulları çizgi dışına çıkarabilirler, bu önemli değildir. Asıl olan kendi pulunu çizginin içinde tutmaktır. Aksi halde o da sırasını kaybeder ve en baştan tekrar başlar. Kendine güvenen oyuncular, çizilen ‘S’ şeklini dik geçmeye çalışır. Atılan pulun her seferinde çizgiler arasında kalması koşuluyla bu atışlar sayılır. Yılanın başında bulunan hedef noktasına en önce ulaşan oyuncu oyunu kazanır. Hatta bir sonraki elde başlangıç noktasından bir adım ilerleyerek başlamaya hak kazanır.


JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET/ ARALIK 2010

.........

YENİ BİR TELAŞ!

İstanbul Kültür Sanat Vakfı’na yepyeni bir telaş daha: İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali


GELECEK UZUN SÜRMEDİ

Beğeninin fonksiyonun koltuğuna kurulduğu o günü hatırlayan var mı? Muhtemelen yok. Çünkü her şey çok hızlı gelişti. Kendimizi “Güzel de ne işe yarayacak?” derken bulduğumuz günlerde, geçen yıl bu zamanlar, bir sergi çıktı karşımıza: ‘Kesişme Noktası’. Mekânı Cihangir’deki Ark Kültür olan sergi, Türk tasarımcıları bir araya getirmiş ve onların genel eğilimleri ve birbiriyle olan diyaloglarını tartışmaya açmıştı. Malûm soruyla birlikte… Sergiyi Melih Cevdet Anday’a adayan küratör Mahmut Nüvit Doksatlı güzelce alıntıladı: “Biz bir rüzgâr estirdik. Bu rüzgârın dalga boyunu gelecek gösterecek.” Ve bu defa gelecek uzun sürmedi. Olay şu ki, Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali 2012 itibariyle hayata geçiyor.

Tasarım odaklı düşünmenin önemini anlatmayı şiar edinen bienal; kentsel tasarım, mimarlık, iç mimarlık, endüstriyel tasarım, grafik tasarım ve modayla birlikte pek çok yaratıcı disiplini kapsayacak. Hedef: Tasarımı anlamak, anlatmak ve bu konudaki farklı tartışma noktalarını İstanbul’un kültür ve sanat yaşamının gündemine oturtmak. Bienalin ana teması henüz belli olmasa da direktör Özlem Yalım’ın ipuçları ortada: “İstanbul ve tasarımla ilgili çağdaş konulara yönelen, sorgulayan ve problem ortaya koyan bir tema belirlenmesini hedefliyoruz.”

BİR PARMAK BAL

Bienalin uzun süreceğe benzeyen hazırlık sürecinde; sempozyum, atölye çalışmaları ve sergilerden oluşan çeşitli etkinlikler mevcut. İlk etkinlik 2 ve 3 Aralık tarihlerinde Kadir Has Üniversitesi’nde düzenlenecek Uluslararası İstanbul Tasarım Sempozyumu. Tasarım dünyasının önemli isimleri iki gün boyunca tasarımın insan, çevre, kültür, politika, ekonomi, eğitim, teknoloji ve bilim gibi alanlarla ilişkisini tartışacak. Bir parmak bal niyetine…

Sempozyuma katılacak konuşmacılar arasında Alphan Manas, Defne Koz, Deyan Sudjik, Faruk Malhan, George Beylerian, Prof. John Heskett, Levent Çalıkoğlu ve Doç. Dr. Mehmet Asatekin’in yanı sıra; Prof. Dr. Alpay Er, Bahar Korçan, Deborah Dawton, Gamze Güven, Gökhan Avcıoğlu, Yard. Doç. Dr. Serhan Ada, Seyhan Özdemir, Prof. Dr. Tevfik Balcıoğlu, Thomas Lockwood ve Valerio Castelli de var.


TASARIMIN ADRESİ İSTANBUL

‘Tasarımın Doğası’ tasarımın yakaladığı ufukları görmek isteyenlere çok şey vaat ediyor. Tasarımda farkını koyamayan ne kadar üretirse üretsin çağa ayak uyduramıyor ve kervanı geriden takip etmeye mahkûm oluyor. İstanbul’un katma değeri yüksek ürünlerin kalbi olması için düzenlenen etkinliklere ise her geçen gün bir yenisi ekleniyor. 4 Kasım - 15 Aralık tarihleri arasında addresistanbul’da gezilebilecek ‘Tasarımın Doğası’ isimli sergi tam da tasarımın bugününü ve önümüzdeki dönemde yöneleceği trendleri yakalamak isteyenler için…

Küratörlüğünü maybedesign’ın kurucularından ödüllü tasarımcı Erdem Akan’ın üstlendiği sergide; Türkiye’nin önde gelen 30 tasarımcısının yanı sıra 20 markanın doğal malzemelerle üretilmiş, organik formlardan ilham alan ve doğaya saygılı
ürünlerini görmek mümkün. Endüstriyelleşmenin son yüzyılda doğa üzerindeki etkilerini aşmak üzere tasarlanmış ürünler hakkında ‘ilham kaynağı’ olabilecek bir dizi çalışma da, tasarım hâlinde de olsa, görülecekler arasında.

JÜLİDE KARAHAN / SKYLIFE ARALIK

..........

ÇOK YAKIN, O YÜZDEN UZAK…

İstanbul’da yaşıyoruz ama etrafımızı kuşatan nice hazineyi görmüyoruz. Çok yakın oldukları için uzaklar. Çok uzaklardan gelenlerse daha yakın, çünkü onları görmek için vakit dar.


Sergi küratörü Benoit Junod en baştan uyarmıştı: “Bu sadece bir sergi değil, çığır açacak bir koleksiyon, çok büyük bir ilk…” Ağır basan duygu: heyecan. Başlık: 'Ağa Han Müzesi'nin Hazineleri'. Mekân: Sakıp Sabancı Müzesi.

Öncelikle şu ‘ilk’ vurgusunu açalım: Sergi, gelip geçmiş en değerli İslam sanat eserlerini bünyesinde barındıran Ağa Han Müzesi’nin başyapıtlarından menkul. Bilhassa 11 Eylül sonrasında Amerika'da oluşan İslam karşıtlığını yıkmak için yola koyuldu; ilk kez Müslüman bir ülkede… 2007'den beri Londra, Paris, Madrid, Barcelona, Berlin ve Lizbon gibi kentleri dolaşan sergi; 2013'te Kanada'nın Toronto şehrinde açılacak ‘Ağa Han Müzesi'ni müjdelemesi bakımından da önemli.

AĞA HAN MÜZESİ

Kapılarını açmadan koleksiyonunu dünyaya açan Ağa Han Müzesi, ünlü Japon Mimar Fumihiko Maki tarafından tasarlanıyor. İslam dünyasının değişik dönemlerinden ve bölgelerinden derlenen yapıtların korunması ve sergilenmesini hedefleyen müzenin koleksiyonunda - şimdilik - bin kadar sanat eseri var. Gelişmeye ve büyümeye devam eden koleksiyon, İber Yarımadası'ndan Çin'e İslam uygarlıklarının sanatsal üretimlerini araştırıp topluyor.

Müzenin adı; zenginlik, medeniyet, çağdaşlık ve zarafetle anılan Ağa Han (4. Kerim Ağa Han)’dan… Şii İmamî İsmailî mezhebinin 49. imamı Ağa Han, 1977’den beri İslam kültürünü başarıyla yorumlayan çağdaş tasarımlara verilen ‘Ağa Han Mimarlık Ödülleri’nden âşina olduğumuz bir isim. Harvard Üniversitesi İslam Tarihi Bölümü’nden mezun olan Ağa Han, üniversitede okuduğu yıllarda koleksiyonerliğe merak salmış ve bugünkü Ağa Han İslam eserleri koleksiyonunu oluşturmaya başlamış. İşi, 1988’den beri Ağa Han Kültür Vakfı sürdürüyor.

PROVA NİYETİNE…

Sakıp Sabancı Müzesi’ndeki 'Ağa Han Müzesi'nin Hazineleri', müzenin provası niteliğinde. Sergiyi gezdiğinizde ‘prova buysa…’ diyecek ve müzeyi hayalinize sığdıramayacaksınız.

İslam dünyasının Endonezya’dan Sicilya’ya, Endülüs’ten Çin’e uzanan farklı coğrafyalarının aynı döneme denk gelen yansımalarını ilk kez vitrine çıkaran serginin büyük bir kısmı kitap ve hat sanatı eserlerinden oluşuyor. Sergide; seramik, ahşap, metal ve kumaşlardan menkul olan ve üzerlerinde Kuran’dan metinlerin yer aldığı pek çok obje, elyazması ve minyatür var. Biraz açalım… Şah Tahmasp’ın ünlü Şehname’sinin minyatürleri, İbn-i Sina’nın Avrupa’da tıp konusunda en yetkin kaynak kabul edilen ‘El-Kanun fi’t-Tıb’ adlı yapıtının en eski elyazması, ‘1001 Gece Masalları’nın 500 yıl öncesine tarihlenen yeni bulunmuş elyazması ve Osmanlı Padişahı II. Selim’in Reis Haydar Nigâri’ye atfedilen portresi…

NADİR SAYFALAR

Kuran’ın nadir sayfalarını unutmamalı. Sergide mavimsi yeşil boyayla renklendirilmiş parşömen üzerine altın harflerle yazılı ünlü Mavi Kuran’ın bir sayfası yer alıyor. Sayfada Bakara Suresi'nin 148-155. Ayetleri… Söylenen o ki, günümüze ulaşmış hiçbir yazma Kuran'da buradaki gibi koyu mavi bir zemin ve böyle altın harfler yok. Bir sayfa da Karmati Kuran'dan… Özgün halinin 4 bin 500 sayfa olduğu tahmin edilen yazmanın her sayfasına Karmati adı verilen köşeli hatla dört satır metin yazılmış. Sergideki sayfada Maide Suresi'nin 44-45. ayetleri yer alıyor.

Sergide ayrıca Siyavuş ile Ferengis'in düğününü anlatan nüshalar, İranlı şair Nizami'nin Hamse'si, Hüseyin el-Vaiz el Kaşif'in masal derlemesi, Firdevsi'nin Şehname'si… Ve daha neler neler ama serginin bir alemet-i farikası daha var: Modern sunum. Bir örnek: Firdevsi'nin Şehname'sinin 1492 ile 1654 tarihli nüshalarını ekranlardan Farsça, Türkçe ve İngilizce okuyabiliyorsunuz.

'Ağa Han Müzesi'nin Hazineleri' 27 Şubat’a dek Sakıp Sabancı Müzesi’nde ziyaret edilebilir. Yalnız vakti biraz bol tutmalı, zira okuyacak çok şey var.


JÜLİDE KARAHAN / İNFOMAG ARALIK

......

18 Aralık 2010 Cumartesi

GERÇEKLERE BAKMAYAN KALMASIN!

Serhan Ada Radikal’deki ‘İnce/Uzun’ köşesinin son yazısını “… Biz gerçeklere bakamazsak (görmek ne haddimize) gerçekler günün birinde gelip bizi görür.” cümlesiyle bitirmişti. Ani Çelik Arevyan’ın İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ndeki sergisi de - yaklaşık olarak – şöyle bitiyor: “Bütünün içindeyken gördüklerimiz/gösterdiklerimiz aslında göründüğü gibi değil. Görüneni anlayabilmek bütün karmaşıklığı ve sadeliğiyle insanın kendi içinde.”

Bu iki bitiş bir zihinde birleşince, o zihni taşıyan beden ve o bedende saklanan ruh; içeri, içeri ve daha içeri kaçıyor. Tüm şu ‘anda kal’ ve ‘olaylara biraz yukarıdan bak’ martavallarına rağmen/inat. Yukarısı/dışarısı değil; aşağısı/içerisi daha kıymetli. Belki de sadece içeriden bakmak gerekli. İçerideki sesi duymak, iç kokusuyla sarmalanmak… O zaman anlaşılıyor ki hiçbir şey göründüğü gibi değil. Ne gibi peki? En basit ifadeyle hissedildiği gibi…

AH ŞU SÖZCÜK ÖBEKLERİ…

Anahtar sözcük öbeği: ‘Göründüğü Gibi Değil’. İstanbul Modern Fotoğraf Galerisi’ndeki sergisine ne güzel bir öbek seçmiş Ani Çelik Arevyan. 1961 İstanbul doğumlu sanatçı, 1985’ten bu yana fotoğrafla uğraşmasına ve daha önce üç kişisel sergi açmış olmasına rağmen, böylesi bir öbekle ilk kez karşımızda.
Sergi 29 Eylül’de açıldı. İlk izlenimi - sonra büyülenecek bir şey buluyor insan - bir çırpıda itiraf etmeli: Başlık harika ama o da ne? Çok suni bir baskı tekniği… Galeri yatmış, uzamış; fotoğraflar da onun peşinden… Yazı, kışı, sonbaharı ve baharıyla cânım doğa alaşağı. Ağaç gövdeleri, dalları, yaprakları âdeta birer tasarım harikası.

Karşı duvardaki o sabun köpükleri de olmasa… Ah o bakıştan görüşe, görüşten gönle uçuşan sabun köpükleri… ‘Bi dakka’ diyor insana; ‘O kadar basit değil…’ Sonrası çorap söküğü: Bitişteki “Görüneni anlayabilmek bütün karmaşıklığı ve sadeliğiyle insanın kendi içinde…” minvalindeki cümle, elde okunup kıvrılmış gazete ve yeni baştan - bir de böyle düşünerek - gezilecek bir sergi.

BOL KESEDEN ATILAN HAYALLER

Gündelik nesnelerden oluşan yeni bir anlatım dili karşımızdaki. Doğa ve gündelik şeylerin - pantolon, etek, elbise, gömlek – birlikteliğinden doğan bir yorumlar zinciri… Ani Çelik Arevyan’ın 20 yıl boyunca giydiği ve can verdiği 187 giysi, tekmili birden; olduğu gibi değil, göründüğü gibi…

Çiçeklenmiş ağaç dalı, tırtıl kemriği yaprak, tam yere düşecekken bir evin çatısına takılan kar tanesi, tütmeye mecali kalmamış baca, sevgilisiyle buluşmak için süslenmiş gök taşı ya da ruhuna kavuşmuş bir beden… Bol keseden atın hayallerinizi. Sanatçıdan destek: “Aslında her şey tanıdık ama yorum farklı. Ağaçlar çingene pembesi ve dikdörtgen dallı veya bulutlar köşeli. Ben gördüklerimizi farklı gördüm.”

BELKİ MUTLULUKTAN ÖLÜYOR DOĞA!

Serginin küratörü Engin Özendes’in üzerinde durduğu gibi hem karmaşa hem de sadelik var fotoğraflarda. Aslında her şey tanıdık, aslında her şey yabancı. Sanatçıdan bir açıklama daha: “Anlatımı oluştururken kullandığım nesnelerin formları birbirinin benzeri gibi görünseler de aynı değil, insanlar gibi. Tekrar gibi görünseler de tekrarı değil, yaşam gibi. Ancak bir sürekliliği ifade ederler; tıpkı yaşam gibi, tıpkı insanlar gibi…”

Arevyan’a göre ağaç ve nesne görüntüleri birbirini tamamlayarak yeni bir bütün oluşturmuş. Bize göreyse zorlanmış cânım doğa. Herkesin kendi bakış açısı, doğrusu ve haklılığı olduğu gerçeğinden hareket edip kimine ters gelenin öteki için gayet anlamlı olduğu durakta inelim: Ne biliyoruz? Belki mutluluktan ölüyor doğa.
Görünmeyenin karşıtlığı ya da paralelliğini bir araya getirerek daha büyük bir bütün meydana getirdiğini söyleyen sanatçı açıklamakta kararlı: “Bu da hayatı anlatıyor bir anlamda. Aslında yaşamak da öyle değil mi? Detayları bir araya getirerek daha büyük bir resim, bir bütün oluşturmuyor muyuz hayatımız boyunca?” Şimdi oldu. Taşlar yerine oturuyor. Oluşturuyoruz ve… İnsan, doğa ve hayattan oluşan bu bütün; sadece bizim gördüğümüz, anladığımız ve algıladığımız kadar. İşte bu kadar.

SON CÜMLE SABUN KÖPÜKLERİNDEN

Bütünün içinde yer ve yol alırken kişinin kendini düşünmesini salık veriyor Arevyan… Ne iyi ediyor, nasıl güzel geliyor: “Bazen sevinçlerimizi, bazen üzüntülerimizi yani duygularımızı ‘örtmek’ zorunda kalabiliriz. Tıpkı örtünmek gibi. Aslında işte tam da burada gördüğümüz, başkaları tarafından bize gösterilen ve bizim algıladığımız şekil/durum/hâl… Ki bu göründüğü gibi olmayabilir.” Kıssadan hisse: Baktıklarımız, gördüklerimiz ve yaşadıklarımız, yakından ya da uzaktan bakılsın, göründüğü gibi değil. Değil işte! Oh be!

Sergideki fotoğrafların son cümlesi sabun köpüklerinden: “Köpükler gibi renkler, şekiller ve ışık da sanki sürekli değişmekte. Hafiflikleri ve ağırlıkları, bir anda varken aniden yok. Tam da göründüğü gibi değil...”

Bunca şeyi o sergide görür müsünüz? Tam bir muamma. Net olan iki şey var: Biri sergi 9 Ocak’a dek açık diğeri de gerçeklere bakmazsak onlar günün birinde gelip bizi görür…

...........

JÜLİDE KARAHAN

Fotoğraf Dergisi / Aralık-Ocak