29 Ağustos 2011 Pazartesi

Resim ve Heykel Müzesi'nde sular duruldu


Nereden baksak 10 yıldır kapalı olan ve soygun, kayıp haberleriyle gündeme gelen Ankara Resim ve Heykel Müzesi, kapsamlı bir restorasyon çalışmasının ardından geçtiğimiz ay ziyarete açıldı. Güvenlik ve kurumsallaşma gibi sorunlarını geride bırakan müzede 750 eser sergileniyor.


Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nin yakın tarihi biraz problemli, hatta kayıp. Mimar ve mühendis Arif Hikmet Koyunoğlu tarafından 1927'de inşa edilen ve 6 Nisan 1980'den beri müze olarak hizmet veren yapı, 2000'lerin başından bu yana, tadilat gerekçesiyle kapalıydı. 2008'de kimseyi memnun etmeyen bir açılış hamlesi yapan müze, soygun ve kayıp haberleriyle gündeme gelince onarımların yetersiz olduğu gerekçesiyle yeniden kapatıldı.

Müzede ciddi bir yönetim krizi olduğunu kabul eden Ertuğrul Günay, geçtiğimiz ayki açılış konuşmasında süreci anlattı: "Mütevazı bir müze olarak yola çıkan ama epey ihmalkârlığa uğrayan Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nin 2008'deki açılışı kimsenin içine sinmedi. Çünkü binadaki sergi salonları son derece sınırlı, güvenlik imkânları son derece yetersizdi. Bunları yeni baştan ele aldık. Güvenlik sisteminden teşhir mekânlarına, salonlardan bahçeye her yeri yeni baştan düzenledik."

ÖDÜNÇ GİDEN ESERLER DÖNÜYOR

Müzenin sorumluluğu Mart 2011'den bu yana Kültür Bakanlığı Güzel Sanatlar Genel Müdürü Vekili Ömer Bozoğlu'nda. "Şu anda teşhirde 750 eser var. Orijinalliğinden şüphe duyulanların sergilenmesi söz konusu bile değil." diyen Bozoğlu'na toplam eser sayısını soruyoruz. Müzede 4.000'e yakın eser olduğunu söyleyen ama net bir sayı veremeyen Bozoğlu şöyle açıklıyor durumu: "Müzedeki eser sayısı 4.000'in üzerinde ama kesin bir rakam veremiyorum. Çünkü diğer kurumlardan gelecek eserler var. Süreç henüz tamamlanmadı. Geçtiğimiz yıllarda müzede ciddi bir hafıza kesintisi yaşandı ve sayımlar sürüyor. Sadece şunu söyleyebilirim. Çalınan değil de devletin farklı kurumlarına sergilenmek üzere verilen eserler söz konusu. Bakanlık birimleri, Anayasa Mahkemesi gibi... Onları tespit edip geri alıyoruz yavaş yavaş. Müzede bulunan ve orijinalliğiyle ilgili soru işaretleri olan eserler için de bir komisyon kuruldu. İncelemeler sürüyor."

"Gidenler tespit edilemez ve geri gelmezse yapacak bir şey yok." diyen Bozoğlu, müze yönetiminin kurumsal kimliğini oturtmak için çalıştıklarını söylüyor ve ekliyor: "2010'da Resim Heykel Müzeleri Yönetmeliği'ni çıkardık. Bundan böyle müzeye girecek ve müzeden çıkacak eserler resmi kurallar çerçevesinde gerçekleşecek. Her türlü düzenlemenin 2012 ortalarında bitmesini planlıyoruz."


***

Çalınan ve kaybolan eserler

2009 sonunda gündeme gelen çalıntı haberlerine göre Hoca Ali Rıza'ya ait 13 karakalem çalışmasının asıllarının kayıp olduğu, yerlerine fotokopilerinin koyulduğu tespit edilmişti. Çalınan ya da kayıp olan resim sayısının çok daha fazla olduğu, depolarda hatta sergi salonlarında yer alan bazı eserlerin de sahte olduğu söylenenler arasındaydı. Diğer kurumlara sergilenmek üzere giden eserlerin kayıtlarının tutulması sırasında titiz davranılmadığı herkes tarafından kabul edilmiş ve geniş çaplı araştırmalar başlamıştı. Çalışmaların ne zaman sonuçlanacağı henüz belli değil.

100'ün üzerinde güvenlik kamerası

Ankara Resim ve Heykel Müzesi'nin ziyareti ücretsiz. Osman Hamdi Bey Salonu'nda başlayan ziyaret; Abdülmecid Efendi'den Şeker Ahmet Paşa'ya, Şevket Dağ'dan İbrahim Çallı'ya Türk resminin önemli isimlerinin tablolarını görme imkânı sunuyor. Ercüment Kalmık ve Neşet Günal gibi hocaların eserlerinin de bulunduğu müzede Fikret Mualla'ya ayrılmış bir oda var. Belli periyotlarla değişmesi ve kimi zaman belli konseptler çerçevesinde yapılması planlanan sergilere geleneksel bir Ankara ev içi de dahil. Türk süsleme sanatları için de bir odanın ayrıldığı müzede; hat, tezhip, ebru, minyatür ve çini örnekleri de mevcut. Alt kattaki iki galeri ise süreli sergiler için ayrılmış. Müzedeki farklı bölümlere dijital güvenlik kodlarıyla girilebiliyor ve şu anda müzede 100'ün üzerinde güvenlik kamerası bulunuyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 29.08.11

28 Ağustos 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Mısır'ı çok konuşacağız daha!

İstanbul Kitap Fuarı'nın geçtiğimiz yılki onur konuğu, edebiyatı ve kültürüyle İspanya'ydı. İspanyol edebiyatının gözde yazarlarından Julio Llamazares, Soledad Puertolas ve Angelas Caso'nun söyleşilerle renk kattığı fuarda; Flamenko dansının temsilcilerinden Manuel Reina ve grubu Tato Bato İspanyol müziğini Türkiye'deki ezgilerle buluşturmuştu. Her şey güzeldi, hoştu. Biz bu yıl acaba ne olacak, ne bitecek diye düşünedururken haber uçtu geldi, klavyemize kondu. 30'una basmaya hazırlanan İstanbul Kitap Fuarı'nın onur konuğu, geçtiğimiz aylarda çokça konuştuğumuz bir ülke: Mısır. 18 günlük halk hareketi boyunca sıcak takibe aldığımız Mısır demokrasi tesisi için uğraşadururken, biz 12-20 Kasım tarihleri arasında tutulacağımız Mısır edebiyatı ve kültürü sağanağına hazırlanalım. Şimdiden. Katılacak yazarlar henüz belli değil ama adı geçenler arasında Cemal Hüdayi ile Alâ El Asvani bulunmakta. Bu arada fuarın ana teması 'Umut: Düş mü? Gerçek mi?' Umarız tüm umutlar gerçeğe döner.

***

Mehmet Turgut ve Orhan Pamuk'un ortak noktası

Dede mesleği fotoğrafçılığın üçüncü kuşak temsilcisi Mehmet Turgut, Anadolujet Dergisi'ne verdiği röportajda "İyi bir esnaf, iyi bir fotoğrafçı, doğru düzgün bir adam olduktan sonra; 30 yaşımdan sonra kopup geldim İstanbul'a." diyor ve o zamana kadar hayatını geçirdiği Ankara'yı anlatıyor: "Yapacak çok fazla şey yoktur, o yüzden mecburen işinizi yaparsınız. Yalnız dostluk vardır, arkadaşlık vardır. Çünkü çok az insan vardır. Kendi kafanızda birilerini bulmanız zordur, bulunca da kaçırmazsınız." Elinden gelen tek şey fotoğraf çekmek olan ama bundan hiç de memnun kalmayan Turgut, inadına başka şeylere veriyor o yıllarda kendini. Şöyle: "Ankara Resim Heykel Müzesi'ne gidiyor, sabahtan akşama kadar resim çalışıyordum mesela. Neden yapıyordum bunu; belli değil. Hani ağlamadan önce boğazınıza bir şey düğümlenir, yutkunsanız da yok olmaz. İşte öyle bir hâl içindeydim. İçimde bir sürü duygu vardı ve onları nasıl atacağımı bilmiyordum. Bir noktada kendi kendime, istediğim resimleri neden fotoğrafla yapmıyorum ki dedim ve başladım."

Başka yıllarda ve başka bir şehirde ama benzer bir şekilde Orhan Pamuk da sürekli İstanbul Resim Heykel Müzesi'ne gidiyor ve orada saatler geçiriyor. 'İstanbul Hatıralar ve Şehir'de anlattığına bakılırsa iyi bir ressam olma amacı, niyeti ve hayaliyle... Ve derken bir anda, akşamın ilerleyen saatlerinde ve uzun bir yürüyüş dönüşünde ressam değil, mimar hiç değil... Yazar olmaya karar veriyor.

Araştırsak, Türkiye'deki bir elin parmağınca resim heykel müzesinin kim bilir daha kimlerin boğazındaki düğümleri çözdüğüne şahit oluruz. 4 taneler. İstanbul, Ankara, İzmir ve Erzurum'da... Son ikisi epey mütevazı. İstanbul'daki nicedir kapalı. Ankara'daki de daha geçen ay açıldı. Geçtiğimiz hafta müzeyi gezen bir genç, yanındakine anlatıyordu: "Bu eserlerin orijinallerini ilk defa görüyorum. Hatta doğrusu, hayatımda ilk defa orijinal bir eser görüyorum."

Ankara'daki müze, 2000'den beri kapalıydı. 2008'de bir açılış hamlesi yaptıysa da çalıntıydı, fotokopiydi, kayıptı derken... Hiç açılmasa daha iyi olurdu dedirtti. Şimdiyse herkesin içine sindi. İçeride orijinalliği kesin 750 eser var. Osman Hamdi Bey'den Abdülmecid Efendi'ye, Şeker Ahmet Paşa'dan Fikret Mualla'ya, Şevket Dağ'dan İbrahim Çallı'ya... Nasıl derler, böyle içinizden bir şey yükseliyor ve tam boğazınızda durakalıyorsa ziyaret etmenizde fayda var. Bir şekilde ilham veriyor...

***

Ankara'ya gitmişken...

Ankara'da herkes, Anadolu Medeniyetleri Müzesi ile Çengelhan Rahmi M.Koç Müzesi'ni illaki, muhakkak görün diyor. Kale yolu üzerinde, birbirlerine pek yakın iki müze... İlkinde arkeoloji müzesindeki eserlerle çağdaş sanat eserlerini buluşturup konuşturan 'Savaş, Güç ve İnanç' isimli sergi vardı aslında, yeni kapandı. Nasıl bir şey olduğunu merak edenler Fulya'daki Galeri Artist'e uğrayabilir. Çünkü orada Özil Koleksiyonu'ndaki çağdaş sanat eserleriyle tarihi eserler birbirleriyle konuşmaya devam ediyor ve o dilden azıcık anlayanlara çok şey söylüyor.


JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR 28.08.11

27 Ağustos 2011 Cumartesi

'Saraydan taht kaçırma' diye bir şey yok

Topkapı Sarayı'ndaki taht olayı için "Bir tarihi eşyanın kullanılmak üzere lojmana taşınması iddiası kesinlikle doğru değil. Kaldı ki o taht III. Selim'e ait de değil, daha sonraki yıllarda temin edilmiş bir kanepe." diyen Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay ekliyor: "Sarayda epey mesafe aldık, iki sene içinde her şey yerine oturacak."

Galata Mevlevihanesi Müzesi, Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi ve Topkapı Sarayı Silah Seksiyonu bitti. Gezdik, gördük, haber yaptık. Ama halka açılmadılar. Neden, ne zaman?

Resmi açılışların Sayın Başbakan tarafından yapılması gibi bir düşüncemiz var. O nedenle sürekli erteliyoruz. Zeugma için tarih belli: 9 Eylül. Galata Mevlevihanesi yakında... Silah Seksiyonu da zira... Umarım bir an önce açılır, çünkü gerçekten çok özel bir teşhir. Sadece Silahhane de değil Topkapı Sarayı 4. avludaki çeşitli yapılar da elden geçti. Bağdat Köşkü, Revan Köşkü, Lala Mustafa Paşa Köşkü, Sofa Camii... Mecidiye Kuleleri de yolda. Silahhane'yle birlikte onları da açacağız.

Topkapı Sarayı Müzesi'ndeki soruşturma sonuçlandı mı bu arada? Durum ne? Müze Müdürü Yusuf Benli Konya'ya gitti mi?

Evet, Yusuf Bey eski görev yeri Konya'ya döndü. Soruşturma sürüyor. Tespit edilen bazı özensizlikler söz konusu ama ortada basına yansıdığı gibi bir kasıt yok. Yani bir tarihi eşyanın kullanılmak üzere lojmana taşınması iddiası kesinlikle doğru değil. Sadece bir objeyi bir yerden bir yere taşırken talimatlandırma ve koruma konularında bazı özensizlikler yapılmış. 'Saraydan taht kaçırma' deyince obje sarayın dışında bir yere kaçırılıyormuş gibi algılanıyor. Hâlbuki eşya, sarayda aynı avlu içinde bir yapıdan öteki yapıya götürülüyor. Kaldı ki o taht da Necdet Sakaoğlu Hoca'nın bana söylediğine göre daha sonraki yıllarda temin edilmiş bir kanepe.

3. Selim'in tahtı değil mi yani?

Necdet Sakaoğlu'nun verdiği bilgiye göre hayır, 3. Selim'in tahtı değil. Yani haber - amacını bilmiyorum ama - gerçeği abarttı.

Haber nasıl ortaya çıktı?

Onu bilemem. Yalnız benim için zamanlaması çok üzücüydü. Göreve başladığımdan bu yana Topkapı Sarayı kapsamına katmaya çalıştığım birçok yapı vardı. En son, Milli Savunma Tedarik Komutanlığı'nın kullandığı depoları saraya dâhil etmiştik. Taht haberinin basına çıkmasından birkaç gün önce de geniş bir basın topluluğuyla oraları gezdik. Ben bu yapıların saraya katıldığının haber olmasını beklerken... Topkapı Sarayı'ndaki bütün emeğimizi ve gayretimizi küçülten abartılı ve kasıtlı bir haberle karşılaştım. Doğrusu çok üzüldüm.

İlber Ortaylı tahtın 3. Selim'e ait olmadığını fark etmedi mi?

Etse bile... Yusuf Benli'yle aralarında talihsiz bir basın polemiği geçmiş, yetki sürtüşmesi basına taşınmıştı. Sanıyorum insanlar böyle durumlarda öfkelerini ve içlerindeki duyguları öne çıkarıyor.

Şimdi ne olacak? Saray yine müdürsüz mü kalacak?

Şimdilik bir arkadaşımız vekaleten bakıyor. Asaleten de bir arkadaşımız atanacak. Ama açıkçası Topkapı Sarayı'nda son zamanlarda Osmanlı'nın son dönemindeki gibi iş yapmaktan çok laf yapmaya yönelik bir eğilim söz konusu. Yine de, her şeye rağmen Topkapı Sarayı'nda epey mesafe aldık; artık yerimizi, yönümüzü biliyoruz. İki sene içinde her şey yerine oturacak. Şimdi biz İstanbul İl Özel İdaresi'yle birlikte yönümüzü Yıldız Sarayı'na çevirdik. Büyük Mabeyn restore edildi. Orayı devlet kabul salonu yapmaya çalışıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı ve başbakanı misafirlerini otellerde değil, Osmanlı'dan kalmış gösterişli bir yapıda kabul etsin diye... Sıra Küçük Mabeyn'de. Harem yapılarında da restorasyon başladı. Bir de orada küçük bir opera binası var, Sultan Abdülhamid'in Avrupa'daki en son sanat eserlerini getirtip dinlediği... Orası için de sponsor bulduk. Yıldız Sarayı, bahçesi dâhil her şeyiyle ele alındı ve birkaç yıl içinde - birkaç yıl derken 4 yılı bulur - iddialı, güzel ve gezilebilir bir mekân olacak. Kısacası İstanbul, yepyeni bir Topkapı kazanacak. Bu yeni haber, kıymetini bilin!..

Geçtiğimiz aylarda, Topkapı'daki Zührevi Hastalıklar Hastanesi'ni koleksiyoner Öner Kocabeyoğlu'na müze açması için tahsis etmeyi teklif etmiştiniz. Bu konuda bir gelişme kaydedildi mi?

Zührevi Hastalıklar Hastanesi Sur-i Sultani sınırları içerisinde boşalttığımız yapılardan biri. Orada çağdaş bir müze açılsın istiyoruz. O zaman tarihi yarımadada tam bir bütünlük sağlanacak. Düşünün: İslam Eserleri Müzesi, Yerebatan Sarnıcı, Mozaik Müzesi, Topkapı Sarayı, Ayasofya... Bir de çağdaş bir müze... Bu isteğimizi Mimar Sinan Üniversitesi'ne de ilettik; bir proje geliştirin, beraber yapmaya çalışalım dedik. Ama yakın zamana kadar tatmin edici bir öneri gelmedi. Öner Bey'e de söyledim çünkü santralistanbul'daki sergisi çok zengindi. Böyle bir koleksiyonun birkaç ay görünüp sonra depoya kaldırılması İstanbul'a büyük haksızlık. Aslında bazı önemli koleksiyonerler konuyla ilgileniyor, haber gönderenler var. Haklı olarak. Benim elimde binlerce eserlik bir koleksiyon bulunsa ve İstanbul'un zenginlerinden olsam böyle bir yapıyı kaçırmam. Çünkü ticari fonksiyonların da önünü açıyoruz.

Koleksiyonu olan başvursun mu o zaman?

Evet, koleksiyonu olan gelsin. Biz yolunu açacağız. Orası hediyelik eşya, yeme içme ve periyodik sergi alanı gibi ticari fonksiyonlara da olanak sağlayacak bir yapı. Yatırımcılara çeşitli gelir kapıları açacak bir mekân. Bu konu eylül- ekim gündemimizde. Hatta bir ay içinde ilan verip başvuruları almaya başlayacağız. Zührevi Hastalıklar Hastanesi önümüzdeki süreçte bir kültür işletmesi, bir müze olarak hizmet vermeye başlayacak.

İhale gibi bir şey mi yapacaksınız?

Bir biçimde...

Sizin karşı taraftan beklentiniz ne?

Bize proje sunup o çerçevede restorasyona girişecekler ve orayı bir kültür sanat işletmesi haline getirecekler. Karşılığında kira da alacağız ama çok sembolik...

Bakanlığa bağlı özel müze statüsünde mi olacak?

Tabii, işin içine böyle bir kültür işletmesi girerse özel müze olur.

Yalnız koleksiyonerlerin bir derdi var. Hatta avukat ve koleksiyoner Haluk Perk uyarıyor: "Elinizdekiler arkeolojik eser değilse, yani kayıt ve tescil zorunluluğu yoksa müze ismini kullanın ama kesinlikle bakanlığa bağlı özel müze statüsüne geçmeyin." Gerekçesi de 2863 sayılı yasanın 26. maddesi...

Koç, Sabancı, Borusan... Hepsi bakanlığa bağlı müze statüsünde. Nedir bu maddenin meselesi?

26. madde eserleri devlet korumasına alıyor. El ve yer değiştirmede bildirme zorunluluğu yanı sıra satışta alma önceliği devlette...

Bir eser eğer müze koleksiyonuna girmişse devletin defterine de geçmiş olur ve her türlü alım satımının bildirilmesi gerekir. Ama müzecilik böyle bir şey. Hem müzeye koyacağım hem bakkal dükkânı gibi koyduğum her şeyi önüme gelene satacağım, olmaz ki... Kayıt altına almak müzeciliğin ana prensiplerinden biri. Ayrıca işin ne kadar ciddiye alındığını da gösteriyor. Türkiye'de kayıt dışı iş yapma geleneği çok yaygın, demek ki koleksiyonerde de öyle bir yönelim var. Bir de ticari amaçla koleksiyonculuk yapıyorsanız kaydettirmez; rahatça alır, satarsınız. Ama geleceğe kalsın diye koleksiyonculuk yapıyorsanız devletle işbirliği yapmanızda fayda var. Bir de özel müze belgesi almanın getirdiği pek çok kolaylık mevcut, onları da unutmayalım.

AKM için çok güzel haberler verdiniz. Hatta 2011-2012 sezonu dediniz. Bir aksilik olursa size olan güvenimiz sarsılabilir...

Niyet, niyet... Niyet o. Bazen haber algılanmak istendiği gibi algılanıyor. Elimden gelse AKM'yi bu yıl açarım ama... Ses düzeni, ışık düzeni, ısıtma düzeni... Bunlar ciddi tadilatlar gerektiriyor. Şu anda nerden baksanız 50 milyonun üzerinde kaynak gerekiyor. Bizim bütçemizde yatırım için ayrılan miktar yılda ortalama 100 milyon. Bunun yarısından fazlasını AKM'ye yatırırsak 2012'de Türkiye'de başka hiçbir iş yapmamamız gerekir. Onun için ciddi bir sponsora ihtiyacımız var. Önümüzdeki ay İstanbul'da, AKM'ye kaynak ayırabileceğini umduğum çevrelerle bir toplantı yapma düşüncesindeyim. Özellikle orkestrası olan ama binası olmayan büyük kuruluşlarla... Benim derdim AKM'nin haftanın 7 günü açık olması, mümkünse. Eskiden olduğu gibi haftanın 2-3 günü açık olsun, diğer günlerde prova bahanesiyle karanlığa gömülsün istemiyorum. Onun için; orkestrası bulunan ve etkinlikleri için düzenli bir sahneye gereksinim duyan kurumlarla işbirliği yapmak istiyorum. Bir miktar kaynak bulursak, bir kullanım protokolü yapar; geri kalanını da bütçemizden karşılar ve AKM'ye hemen gireriz. O zaman bir yılda bitirir ve 2012'nin sonuna yetiştiririz.

En kötü senaryosu nedir bu işin?

En kötü senaryo... Taksim'de trafik yer altına alınır ve büyük bir meydan yapılırsa... Çünkü Taksim Meydanı'yla bütünleşen büyük bir park ya da Taksim Kışlası'nın özgün yapısıyla ayağa kaldırılması gibi fikirler söz konusu. O çerçevede belediye arsaları da işin içine katılır ve AKM yeniden yapılır. Yıkmak tabirini kesinlikle kullanmıyorum, aman dikkat! O da tabii uzun sürer. Ben açıkçası İstanbul'da, Taksim'de böyle bir sahne yapısının bu kadar uzun bir geleceğe ertelenmesini çok doğru bulmuyorum. Uzaması gerçekten kötü bir senaryo olur.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 27.08.11

25 Ağustos 2011 Perşembe

Çentiksiz Sokaklar


ELİMİZDE LİSTE, ROTA, HARİTA. BÜYÜK BİR İŞTAH, HEYECAN VE TELAŞLA ÇENTİKLER ATIYORUZ ŞEHİRLERİN SOKAKLARINA. PEKİ YA ÇENTİK ATMADIKLARIMIZ, DOKUNMADIKLARIMIZ, KİMSELERİN DOKUNMADIKLARI…


Her yıl İstanbul’a milyonlarca insan tatil ya da iş için geliyor ve ellerine tutuşturulan ezbere rotaları bir koşu tamamlayıp geri dönüyor. Dünyanın bir görülmeye değer şehrini daha görmüş, ölmeden önce yapılacaklar listesine bir çentik daha atmış olarak… O rotaları gezmiş, o çentikleri atmışsanız; yani Kapalıçarşı’nın üstünden girip Sultanahmet’in altından çıkmış, Beyoğlu kalabalığına doyup Adalar’daki tenhalığı ucundan tatmışsanız… Aheste revan bir keşfe - keyfinizin tek kâhyası olarak - başlayabilirsiniz. Şu ön kabulle elbette: İstanbul’da öyle her yeri gezip görmek kolay değil. Vakit ve nakit işleri bir yana arkanızı döndüğünüz anda geçtiğiniz sokağa yeni bir park serilebilir ya da dev cüsseli bir yapı tarihten silinebilir. O vakit, o yer; o yer olmaktan çıkıp yepyeni bir çehreye bürünebilir. Bu durumda hadi bakalım yeni baştan!

Yalnız nadir bir şey var İstanbul’da; dokunulmamış sokaklar… Nostalji kalesinin son bekçileri onlar. Üstelik çoğu öyle turistik filan değil; masum, mazbut, mülayim. Genellikle İstanbul'un pek güzel ama aşina yürüyüş güzergâhlarının dışında, yokuşlu yollardalar. O tıngır mıngır yokuşlarda; çay bahçeleri, kapı önü teyzeleri, çoluk – çocuk sesleri, sürpriz Bizans eserleri, naif Osmanlı çeşmeleri, acilen giderseniz dut ikramları beklemekte sizi.

“ÇOK GÜZEL OLACAK BURALAR”

İlk durak, tüm görmüş geçirmişlerin tercihi Zeyrek bölgesi. Yeri kolayda. Unkapanı Köprüsü’nden geçip Aksaray'a gider gibi yapınca sağda. Zeyrek Su Sarnıcı’nın bin yıllık taş duvarlarının yanı başından yukarıya doğru bir yol kıvrılmakta; zaten Zeyrekhane tabelası hemen orada. O tabela sizi doğrusun doğru Zeyrek Camii’ne – eski Pantokrator Kilisesi - götürecek. Bu, ayakta kalan en büyük ikinci Bizans kilisesi; birincisi Ayasofya. Biraz da bu sebeple zamanının gözdesi bölge. İstanbul'un fethinden sonra da öyle; bu defa seçkin bir Müslüman muhiti mahalle. İsmi de büyük Osmanlı bilgini Molla Zeyrek'ten gelme. Şu sıralar hummalı bir çalışma var etrafında. Zeyrekhane’nin bahçe ve park işlerinden sorumlu görevlisinin dediğine bakılırsa, “Orijinal Bizans Yolu’nu ortaya çıkaracaklar; mozaikler filan… Çok güzel olacak buralar.”

En eskilerin medresesi, biraz eskinin at barınağı Zeyrekhane dört başı mamur bir seyir yeri şimdilerde. Seyir ki ne seyir! En sağda Şehzadebaşı Külliyesi ve tüm endamıyla Süleymaniye, sola doğru Sultanahmet ve Ayasofya yan yana. Tam karşıda Topkapı Sarayı'nın kubbeleri, Haliç ve Karaköy Limanı. Ardı sıra Üsküdar ve Kız Kulesi. Temelli soldaysa Galata ile Beyoğlu. Soluklanıp iki lafın belini kırmak şart oldu!

İSMİ KISA, HİKÂYESİ UZUN: FİL YOKUŞU

Şimdi sıra Zeyrek Açık Hava Müzesi’ndeki zaman yolculuğunda. Eskilerin ‘Serçeden başka kuş, Zeyrek’ten başka yokuş tanımam’ dediğine bakılırsa zorlu bir yolculuk bu. En kıymetlisi Fil Yokuşu. İsmi kısa, hikayesi uzun. Ünü tırmanışının çetinliğinden ziyade Osmanlı ordusunun fillerle muaşakasından gelmekte. Yokuşun yanıbaşında Mehmet Emin Tokadi Hazretleri'nin türbesi, çevresinde nur yüzlü türbedarlar… Zaten neredeyse her köşebaşında ellerini göğe açmış çocuklar, çocuk kadınlar, kadınlar… Huşu içinde 3 Gulhuvalla bir Elham okumaktalar. Dik yokuşlar ve eğri büğrü yollarda birbirine yaslanarak güç bela ayakta duran ahşap evlerin de sırrıdır belki bu dualar.

Yollarda - kim bilir kaç yüzyıllık - ceviz ve dut ağaçları; sağlı sollu. Gölgelerinde yün mü çırpıyor kadınlar? “Pardon ama nasıl yaptınız bunu? Sonbaharlarda nasıl çatlamadı sizin hayatlarınız nar gibi? Tanelerinizi nasıl sakladınız içinizde de böyle nazlı nazenin kalabildiniz bu asude hayat içinde?” demek istiyoruz; dut ikram ediyorlar, susuyoruz. Azıcık suskunluk, bir tas dut; akşam kendi başına olmuş.



VE DAHASI…

Osmanlı mimarisi, mahalle havası, ahşap dokusu ve fesleğen kokusuna teslim nice sokak daha var İstanbul’da. Şehrin tarihi havasının teneffüs edilebildiği yerlerin başında Fatih çevresi geliyor. Özellikle de Kadınlar Pazarı/At Pazarı Meydanı. Uzun yıllar at pazarlığının yapıldığı bu küçük meydan şimdilerde sevimli kafeteryaları ve ayakta kalmış cumbalı evleriyle ünlü. Eskiyle yeninin harmanlandığı bir diğer yer Divan Yolu’ndaki Bileyiciler Sokağı. Geçmişte bileyici esnafı iş görürmüş burada, şimdi zaman yolculuğuna çıkmak isteyenlerin favorisi kendisi. Osmanlı'nın en eski yıllarına tanıklık eden Eyüp, kısmen de olsa tarihi dokusunu muhafaza etmiş bölgelerden. İlla bir sokak ismi gerekliyse, ismini eski bir mescidin haziresinde yatan Arpacı Hayrettin’den alan Arpacı Hayrettin Sokağı. Köhnemiş evlerini her şeye rağmen muhafaza eden bir sokak da Tophane’de: Sanatkârlar Sokağı. Bir diğeri ise Cibali’de: Tepedelen Çeşmesi Sokağı.


EVLİYA ÇELEBİ’NİN EVİ FİL YOKUŞU’NDA

Tarihin ünlü simalarından birkaçının çocukluğu Fil Yokuşu kıyısındaki evlerde geçmiş. Bunların başında Kasımpaşalı olduğu da söylenen fakat Unkapanı’nda doğmuş olması muhtemel, Saray kuyumcubaşılarından Derviş Mehmet Zılli Efendi’nin oğlu Evliya Çelebi var. İlköğrenimini sıbyan mektebinde tamamlayan Evliya Çelebi, Fil Yokuşu üzerindeki Hamit Efendi Medresesi’nde yedi yıl eğitim görmüş.


AYRANCI SOKAĞI’NDAKİ KONAKLAR

Eski İstanbul evleri denince illa ki Süleymaniye çevresi… Onarılmış eski ahşap evler, dokunulmamış ve epeski kalmış eski ahşap evler, Arnavut kaldırımları, yüzyıllık ağaçlar… Semtin en nostaljik ve hoş görünümlü sokağı Ayrancı. Sokaktaki kimi konaklar 16. yüzyıldan kalma. Soluklanmak için bir de güzel cafe var yukarıda.

TAZE KAVRULMUŞ ÇİĞ KAHVE

Eminönü, Mısır Çarşısı, Tahtakale… Şimdi neyse eskiden de öyle. Tarih boyunca herkes, aradığı her şeyi buradaki el kadar dükkânlarda bulmuş. Sokaklardan biri var ki taa uzaktan kendine doğru çekiyor insanı. Görüntüsünden önce kokusuyla… İsmi Tahmis; anlamı, kahve yapılan ve satılan yer. Sokağın ucunda başlayan kuyruğun sebebi anlaşıldı: Taze kavrulmuş kahve...

SANKİ BİR FİLM DEKORU

Zaman biraz acımasız. Karşısına çıkan her şeyi eskitip yıpratıyor. En çok da insanları ve evleri… Ona direnenlerin hallerini bir görmeli. Balat’ta, bilhassa Merdivenli Yokuş’ta. Yok, yok… Gerçek olamaz bu. Olsa olsa bir film dekoru! İki üç katlı mini mini kâgir evler birbirlerinden aldıkları destekle sıra sıra dizilmişler. Cumbalılar, çevrelerinde sardunyalar, pencerelerinde kediler, içlerinde – pek muhtemel - nur yüzlü teyzeler…


EN ŞANSLI ESKİ

Sultanahmet’teki Soğukçeşme Sokak şanslı bir eski; epey çentikli, yine de adını anmadan geçmeyelim şimdi. Çünkü – artık - eski değilse de tıpa tıp eskiymiş gibi, biblo gibi. Bir yanında Ayasofya, diğer yanında Topkapı Sarayı; trafiğe kapalı, tüm ahşap evleri birinci kalite restoreli. Sokağın ikişer üçer katlı evleri cumbalı ve kafesli. Asudelik mi? Yok, fazlaca süslendi ve birer pansiyona dönüştü her biri.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / AĞUSTOS 2011

..

HER ŞEY ALTÜST OLACAK

SİNEMA DÜNYASININ NEV-İ ŞAHSINA MÜNHASIR YÖNETMENLERİNDEN THEO ANGELOPOULOS, 20. YÜZYIL ÜÇLEMESİNİN SON FİLMİ ANOTHER SEA’DE (BAŞKA DENİZ) HER ŞEYİ ALTÜST ETMEYE HAZIRLANIYOR.

Theo Angelopoulos, geçtiğimiz Eylül ayında 17. Altın Koza Film Festivali vesilesiyle -festivalin onur konuğu olarak- Adana'ya gelmişti. Ağlayan Çayır (2003) ve Zamanın Tozu’nu (2008) izleyenlerin merakını cebimize koyarak yönetmene 20. yüzyıl üçlemesinin sonunu sormaya niyetlendik. Ama önce Türk - Yunan dostluğu ve bu dostluğun sinemayla ilişkisine değindik. Çok da iyi ettik.

Gerek festival, gerek konferans sebebiyle pek çok kez Türkiye’ye geldiniz. İstanbul, İzmir, Adana… Türk sinemasını takip etme fırsatınız oldu mu?

İlk İstanbul ziyaretimden bu yana pek çok Türk filmi görme şansım oldu. Özellikle 8. Uluslararası İstanbul Film Festivali jüri başkanı olarak geldiğim sene.

Kendinizi yakın gördüğünüz ya da görmeseniz de ilginizi çeken Türk yönetmenler kimler?

Nuri Bilge Ceylan en çok ilgimi çeken Türk yönetmen. Onun yolunu ve film dilini kendiminkine epey yakın buluyorum.

Türk – Yunan ortak yapımı bir film söz konusu olabilir mi?

Elbette. Ayrıca gerekli. Bu, sinemanın rollerinden/görevlerinden biri: Özel işbirliklerine olanak sağlamak. İki ülkede de genç bir sinemacı kuşağı yetişiyor. Birbirine pek çok açıdan benzeyen bir kuşak bu. Öncelikli konularından biri aile. Aileyi anlamaya çalışan, sorgulayan bir eğilim içindeler. Nuri Bilge Ceylan’ın Üç Maymun'unda bölünen bir aileyi izledik. Yunan yönetmen Dog Tooth da benzer bir konuyu işlemişti. Ortak geçmiş ortak sorular sorduruyor insana.

Bireysel öykülere yoğunlaşmış filmler, varoluş nedenlerinden biri tarihin izini sürmek olan bir yönetmeni tatmin ediyor mu?

Ben tarihten etkilendim çünkü sarsıntıların, sivil savaşların ve diktatörlüklerin olduğu bir dönemde yaşadım. Hayatınız bir sürü olayın ortasında geçince üzerinizde pek çok iz kalıyor. Çoğunlukla da travmatik izler... Ama bunlar bir yandan da özgürleştirip dünyayı okuma yolunda pencereler açıyor insana. Bireysel bir hikâye en az tarihi olaylar kadar etkili. Çünkü insanın serüvenini takip ederken bambaşka yollara sapıp pek çok şey söyleyebiliyorsunuz. Dünya büyük ütopyalardan çok, küçük ütopyalarla dönüyor artık. Sinemada bireysel yolculukların öne çıkması doğal.

Tarihi unutmaya engel olmak için epey çaba verdiniz. Tarihe duyduğunuz öfke biraz olsun dindi mi?

Tarihin hatalarını tekrarlamaya mahkûm olmuş bir nesiliz biz. Unutmanın bedelini çok defa ödedik. Benim tarihe bakışım çok açık: Geçmişi öğrenmeden geleceği anlayamayız. Geçmişi bilmezsek günümüzü bile anlayamayız. Ama bu öfkeyle ve keskin bir bakış açısıyla olmamalı.

Üçlemenin devamı da olsa yeni bir filme başlamak nasıl?

Her zamanki gibi, ilk defa âşık olmak gibi... Hâlâ aynı heyecan, aynı coşku, aynı istek…


Son film nasıl olacak? Neyi, nasıl anlatacak?


Elimde bitmiş bir metin var. İlk başta filmin ismi Yarın’dı. Değiştirdim, şimdi Başka Deniz. Filmi siyah beyaz çekmek gibi bir düşüncem vardı ama sonra vazgeçtim. Değişmeyen bir şey var: Başrolde ilk iki filmdeki gibi Eleni adlı bir kadın. Bu kez öykü Pire’de Arnavut, Afgan, Pakistanlı, Somalili ve Cezayirli sığınmacıların yaşadığı bir barakada geçiyor. Kahramanlar kafalarındaki simgesel evi bulmanın peşinde. Ev kavramı üzerinde duruyorum çünkü insanlar devamlı seyahat etme ihtiyacında. Yer değiştirdikçe zihinlerindeki ev kavramına bir anlığına da olsa varacaklarını sanıyorlar. Aradıkları kendileriyle dünya arasında dengelerin kurulduğu bir yer alında. Bu dengenin bulunması epey zor. Dahası çok nadir. Mesele; savaşta kaybedilen şeyler değil, bozulan o denge. Ben şahsen evimi, yani kendimle ve dünyayla uyum içinde yaşayacağım o yeri bulabilmiş değilim henüz. Üçlemenin ilk iki filminde de bu yitik ve kaybedilmiş duygular var aslında. Zamanın Tozu’nda büyük dede Eleni’ye elini uzatıyor; eski dengeleri, eskiyle olan dengeleri yeniden kurmak için... Üçüncü filmde ise her şey yeniden altüst olacak.

THEO ANGELOPOULOS

1935 yılında Atina'da doğan Theo Angelopoulos, Atina Üniversitesi'nde hukuk öğrenimi gördükten sonra sinema eğitimi almak için Fransa'ya gider. Ünlü Fransız sinema okulu L'IDHEC’i bitirerek 1964'te Atina'ya dönen Angelopoulos, 1967’ye kadar günlük bir gazeteye film eleştirileri yazar. 1965 yılında film denemelerine başlayan yönetmen ilk filmi Forminx Story’yi yarım bırakır ve hiç tamamlayamaz. The Broadcast isimli kısa metrajlı bir film yapan Angelopoulos’un ilk uzun metrajlı çalışması 1970’te çektiği Reconstruction.

ANGELOPOULOS FİLMLERİ

FORMINX STORY
THE BROADCAST
RECONSTRUCTION
DAYS OF '36
THE TRAVELLING PLAYERS
THE HUNTERS
MEGALEXANDROS
ONE VILLAGE, ONE VILLAGER
ATHENS, RETURN TO THE ACROPOLIS
VOYAGE TO CYTHERA
THE BEE-KEEPER
LANDSCAPE IN THE MIST
THE SUSPENDED STEP OF THE STORK
ULYSSE'S GAZE
ETERNITY AND A DAY
TRILOGY 1: THE WEEPING MEADOW
TRILOGY 2: DUST OF TIME

MÜZİKLER KARAINDROU’DAN

Theo Angelopoulos’un neredeyse tüm filmlerinin müzikleri Elendri Karaindrou’ya ait. Yolları 1982'de kesişen ikili, o tarihten itibaren hep birlikte çalıştı.

ÖLMEK İSTEMİYORUM!

Theo Angelopoulos’un sinemayla ilişkisi kötü bir rüya gibi başlamış. Savaş sonrası birçok insanın sinemalara akın ettiği yıllarda henüz küçük bir çocuk olan Angelopoulos’un hatırladığı ilk film, Michael Curtiz’in oynadığı Kirli Yüzlü Melekler. Filmde kahramanın iki muhafızın kolları arasında elektrikli sandalyeye götürülürken “Ölmek istemiyorum!” diye bağırması uzun süre Angelopoulos’un rüyalarından çıkmamış.


ÜÇLEMENİN SERÜVENİ

1999'da herkes yeni yüzyılın kutlamalarına hazırlanırken Theo Angelopoulos bir dönemin daha bitiyor olduğunu düşünmüş. Bu, her şeyiyle onun ve ailesinin yüzyılı. Bir kadının yaşamı üzerinden bu yüzyılla ilgili tanıklıklarını anlatmak isteyen yönetmen, Ağlayan Çayır’la başlayan üçlemeyi yapmaya böyle karar vermiş.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE AĞUSTOS 2011

ZAGOR’U NASIL BİLİRSİNİZ?


Zagor güçlüdür, kuvvetlidir, vurdu mu devirir, bir sürü dostu vardır; herkes ona hayrandır. Mutluluk, gelecek kaygısı, eş ve aile… Zagor bunların hepsine boş vermiştir.



Geçtiğimiz sonbaharda, hatta tam olarak İstanbul Kitap Fuarı zamanında Türkiye’nin ağırladığı birbirinden değerli konuklardan biri Zagor’un çizeri Gallieno Ferri idi. Ferri hem imza verdi hem söyleşilere katıldı hem de sorularımızı cevapladı.

Çizgi roman maceranız nasıl başladı?

Bir çizer olacağım hiç aklıma gelmezdi aslında. Arazi projelendirme konusunda diploma aldım ve inşaat projeleri hazırlayan bir şirkette işe başladım. Bir ilan gördüm; ufak bir yayınevi çizgi roman yazarları arıyordu. Bir resim hayranı ve özellikle Amerikan çizgi romanlarının sıkı takipçisi olarak kimi denemelerim vardı. Onları yayınevine gönderdim. İlk çizgi romanım 1949’da Yeşil Hayalet ismiyle yayınlandı.

Peki Zagor?

Fransa’da bulduğum bir çizgi roman işi sayesinde 10 yılımı yurtdışında geçirdim. 1960’ta Milano’lu yayınevi Sergio Bonelli Editore ile tanıştım. Çizgilerim olgunlaşmış, önemli işler yapma zamanım gelmişti. Zagor, Sergio Bonelli’nin bir fikrinden doğdu. O yazdı, ben çizdim.

Zagor'un esinlendiği birileri var mı?

Başlangıçta Amerikalı aktör Robert Taylor’den esinlenmiş olabilirim ama zamanla karakter bana benzemeye başladı açıkçası.

Hâlâ çiziyor musunuz?

Zagor hayatımla bütünleştiği için çizmeye devam ediyorum ama daha az. Eskiden ayda 40 veya 50 sayfa çizerdim şimdi bu sayı 15’i geçmiyor. Onların da çoğu seriler için kapaklar ve özel sayılar.

Zagor’u bir kenara koyalım. En sevdiğiniz diğer çizgi roman kahramanları kimler?

Ben daha çok klasik Amerikan çizgi roman kahramanlarını seviyorum. Maskeli Adam, Flash Gordon, Brick Bradford, Phantom, Mandrake, Terry ve Korsanlar… İtalyan olarak ise Tex ve Corto Maltese.


GALLIENO FERRİ


1929’da bir jandarma memurunun üçüncü oğlu olarak dünyaya gelen Ferri’nin çocukluğu İkinci Dünya Savaşı yıllarında geçti. Arazi projelendirme konusunda diploma alan ve inşaat projeleri hazırlayan bir şirkette işe başlayan Ferri’nin hayatı bir gazete ilanıyla değişti. Yayımlanan ilk işi Yeşil Hayalet (1949). 10 yıllık bir yurtdışı deneyiminden sonra 1960’ta Milano’da Sergio Bonelli ile tanışan Ferri için o tarihten itibaren Zagor’lu yıllar başladı.


ZAGOR’UN ÇIĞLIĞI

1961’de doğan Zagor’un en önemli özelliklerden biri kendine özgü çığlığı. Çizgi roman karelerinde Ahyaaaak şeklinde geçen bu çığlık, Zagor’un telif hakları yüzünden değiştirilen ismi Ajax’tan gelen bir ünlem.

ÇİKO’NUN YETENEKLERİ

Yuvarlak yüzü ve komiklikleriyle tanınan Çiko aslında çok yetenekli bir ikinci adam. Acil durumları halletmekte üstüne yok.

ANTİ KAHRAMAN MISTER NO

Tam bir anti – kahraman olan Mister No, her türlü ahlaki anlayıştan uzak olmasına rağmen epey karizmatik ve etkileyici biri.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE / AĞUSTOS 2011

MÜZİĞİN GELECEĞİ VENEZÜELLA’DA

ŞEF GUSTAVO DUDAMEL YÖNETİMİNDEKİ VENEZÜELLA SIMON BOLIVAR SENFONİ ORKESTRASI 8 VE 9 AĞUSTOS’TA HALİÇ KONGRE MERKEZİ’NDE İKİ ÖZEL KONSER VERECEK.

Hikâyenin başlangıç tarihi 1975. Jose Antonio Abreu isimli bir ekonomist - iyi bir piyanist ve besteci aynı zamanda - Venezüella'nın başkenti Caracas'ın kenar mahallelerinde ikamet eden çocukları – sadece 11 kişi - bir otoparkta topluyor. Niyeti; çocukların yoksulluk ve suçla çevrili hayatlarına, yüksek kültür denerek onlardan esirgenen klasik müziği dâhil etmek... Çok uzak bir ihtimal ama işliyor. Çocuklar bir süre sonra koşarak gidiyor garaja. Hayata potansiyel suçlu olarak başlamalarına rağmen müzisyen oluyor pek çoğu.

Çoğundan kasıt 350 bin çocuk. Şimdi her biri 280 müzik merkezinde 15 bin eğitmen eşliğinde. Ülkede 150'yi aşkın gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni orkestrası mevcut. Önümüzdeki beş yıl içinde Venezüella’da 1 milyon çocuğun müzisyen olması bekleniyor. Müziğin geleceği Venezüella’da; tüm otoriteler bu kanıda.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE/ AĞUSTOS 2011

YAŞANABİLİR BİR DÜNYA İÇİN..


2010, Uluslararası Biyolojik Çeşitlilik Yılı’ydı, 2011 ise Uluslararası Orman Yılı. Yapmamız gerekenleri konuşmak için nam-diğer Toprak Dede Hayrettin Karaca’nın kapısını çaldık.


Yalova’nın Samanlı Köyü’ndeki Karaca Arboretumu’na gittik, tahta kapının mandalını açıp içeri girdik. 12 binden fazla tür, 40 binden fazla bitki karşıladı bizi. Gezmek için 6 saat lazımmış, vazgeçtik. Yıllardır üzerindeki kırmızı süveteri çıkarmayan TEMA Onursal Başkanı Hayrettin Karaca; önce pantolonlarımızın markalarını kontrol etti, sonra anlatmaya başladı.

TEMA bu güne kadar neler yaptı? Hâlâ bilmeyenler olabilir…

Mera kanununu çıkardı. 9 sene çalışıp toprak kanununu çıkardı. Şimdi sırada su kanunu var. Ama bence TEMA’nın yaptığı en, en, en büyük iş Minik TEMA’yı kurması. 1978’den beri köy köy, okul okul geziyorum. Derdim toprağı, doğayı anlatmak. Mutluluğumdan ağlayacağım. Ne cevherler var, pırlanta gibi çocuklar. Bana soru soruyorlar mesela, bildiklerini değil, bilmediklerini soruyorlar; öğrenmek istiyorlar. Sonra öğrendiklerini birbirleriyle paylaşıyorlar. Öğretmenleri de çok kıymetli. İstanbul’da bir okula gittim geçenlerde. İçeride 6. sınıf öğrencileri… Önce oyunlar oynadık sonra soru sorma yarışmasına geçtik. Üç kız, üç erkek seçtik. İlk soruyu oğlanlardan biri sordu: Dünyanın en önemli sorunu nedir? Araya girdim ben; bu olmaz, herkesin cevabı kendine göredir dedim. Kız cevap verdi yine de: En büyük sorun; dünya barışını kuramamış, doğanın dengesini sağlayamamış olmamızdır. Dondum kaldım, doğru değil mi? Nasıl kurulacak bu, dedim kıza. Cevaba bakın: Öncelikle gelir dağılımında adalet sağlanmalı. Daha 6. sınıf öğrencisi, düşünebiliyor musunuz?

Dünya barışı, doğa dengesi… Nasıl olacak bunlar?

Yaşanabilir bir dünya için bunları gerçekleştirmeye mecburuz. Yeni bir yaşam ve tüketim ahlakına kavuşmazsak hiç şansımız yok. İnsanlar ihtiyaçlarından fazlasını tüketmemeyi öğrenmeli. 2005 yılında reklama 460 milyar dolar ödedi dünya, geçen sene 1 trilyon 100 milyar dolar. Gazetelerde koca koca reklamlar; daha fazla alınsın, daha fazla tüketilsin diye… Bunlara karşı durmalıyız. Senin, benim, herkesin yapması lazım bunu; dünyayı kurtarmak için. Yaşamak için yaşatmak zorundayız. Neyi? Bize hayat veren doğal varlıkları. Onlar yok olursa biz de yok oluruz. Ben onları öldürmek pahasına ihtiyacım olandan fazlasını tüketemem. Param olsa da hakkım yok. Bir yerden başlamak lazım. Bizim kültürümüzde tüketmek değil, paylaşmak vardı aslında. Ben kasaba çocuğuyum, ailem de varlıklı sayılırdı ama herkes eşit şartlarda oynardı sokakta. Bütün çocuklar gibi ben de yalınayak gezerdim. Komşu anneye gizlice yemek götürülürdü, göstere göstere değil. Zenginlik gösterilmezdi, sadece verilirdi. Ben bu ülkenin imkânlarıyla bu noktaya geldim. O halde borçluyum. Bunu nasıl ödeyeceğim? Servetim varsa okul yapar, çocuk okuturum. Elimde ne varsa veririm. Burası benim değil, Türkiye’nin; vakfa devrettim. Ama borcum bitmedi daha. Kalanı daha fazla okuyup, bilgi sahibi olup onu paylaşarak ödüyorum. Şimdi siz de bana yardım edeceksiniz.

Nasıl?

Bakın kapakta ne yazıyor: Dünyada Gıda ve İlaç Terörü. Kaynak göstererek yazmışlar. Başlıyorum: “Falanca şirket, kozmetikler ve içerdikleri kimyasal maddelerle ilgili bir araştırma yaptırır. Araştırma sonuçları 19 Kasım 2009’da basına yansır. Araştırmaya göre çeşitli kozmetikler kullanan kadınlar, birçoğu tehlike arz eden 515 çeşit kimyasal kozmetiğin etkisine maruz kalır. Günlük kullanılan nemlendirici kremlerde 30 değişik çeşit kimyasal bulunması muhtemelken bazı parfümlerde 400 çeşit kimyasal bulunur. Mümkün olduğu kadar çok kimyasal konulması üründen daha iyi sonuç alınmasını amaçlar. Şampuan 15, far 26, ruj 33, oje 31, parfüm 250, saç spreyi 11, allık 16, fondöten 24, deodorant 15 çeşit tehlikeli madde içerir. Olası yan etkiler; alerji, kanser ve hormonal bozukluklardır. İngiltere’de yapılan başka bir araştırma ise kadınların yüzde 70’inin kullandıkları kozmetiklerin içinde ne gibi kimyasallar olduğuyla ilgilenmediklerini göstermiş. Aslında bu araştırmada ortaya çıkan en büyük tehlike bu tip konularda toplumun büyük kısmının fazla bilgisi olmadığı gibi kullandıkları malzemelerin içeriğiyle ilgilenmemeleridir. Vücut pudraları içinde en tehlikelisi içinde talk bulunan talk pudrasıdır. Talk kanser yapıcıdır.”

Bunu bebeklere sürerler ama…

Bilmiyorlar işte. Devam ediyorum: “Özellikle koyu renk saç boyaları tehlike arz etmektedir. 1 Aralık 2007’de Avrupa Birliği Komisyonu, saç boyalarında kullanılan 22 tane kimyasalı sağlığa zararlı bularak yasakladı. Amerika’da yapılan araştırmada saç boyalarında kullanılan 456 kimyasaldan 400’ünde kanser yapan, üreme ve bağışıklık sistemini etkileyen, nörolojik rahatsızlıklara sebep olan maddeler bulundu. Doğal kına, güvenli saç boyamak için en ideal alternatiftir. Diğer boya veren bitkilerle karıştırılarak da daha değişik renkler elde edilmesi artık mümkündür.” Böyle devam ediyor bu; alın, sizde kalsın. Ben şimdi bunu sizinle paylaşarak borcumun birazını ödedim. Şimdi sıra sizde. Siz de borçlusunuz, bunları paylaşmanız lazım.

KARACA ARBORETUMU

4 Nisan 1922’de Bandırma’da doğan Hayrettin Karaca, uzun yıllar ticaretle uğraştıktan sonra 1980’de Türkiye'nin ilk özel arboretumunu kurdu. Yalova'daki Karaca Arboretumu dünyanın her yerindeki botanikçiler tarafından bilinmekte ve ziyaret edilmekte.

TEMA VAKFI

Yeni türler ve doğal hayatı incelemek için yaptığı geziler sırasında Türkiye'nin en önemli sorunlarından birinin erozyon olduğunu gören Hayrettin Karaca, toplumu bu konuda bilinçlendirmek niyetiyle yakın arkadaşı Nihat Gökyiğit'le birlikte 1992’de TEMA Vakfı’nı kurdu.

ORMANLARDA ALARM!

Birleşmiş Milletler Tarım ve Gıda Örgütü (FAO) Küresel Orman Kaynakları Değerlendirme Ana Raporu’na (2010) göre; ormanlardaki biyolojik çeşitlilik kaybı alarm veriyor: Tropikal ormanlardan her gün 100’e yakın bitki ve hayvan türü yok oluyor!

ORMAN DÜŞMANLARI

Ormansızlaşma ve orman bozulmasının dünya genelindeki en önemli nedeni ormanlık alanların tarım alanlarına dönüştürülmesi. Diğer etkenler arasında ise orman yangınları, böcek zararları, hastalıklar, doğal felaketler ve istilacı türler var.

JÜLİDE KARAHAN

ANADOLUJET AĞUSTOS 2011

...

İNSANOĞLUNUN ÖTEKİYLE İMTİHANI

İtalyan asıllı Avustralyalı sanatçı Patricia Piccinini, 20 kadar işiyle önce şaşırtıp irkiltiyor; sonra düşündürüp şefkatlendiriyor izleyeni. Sergi, İstiklal Caddesi’ndeki Arter’de. İnsanı, geyik gibi davranan iki motosiklet karşılıyor girişte; birbirlerine âşıklar. İşin ismi de Âşıklar. Az ötede, hemen sola dönünce plastik ve ekoloji kelimelerinden türetilmiş Plastikoloji isimli bahçe. Oradan oraya koşarken kendi hayatımızın içinde yaşamıyor, akşam olduğunda öylesine bir film daha izlemiş gibi hissediyoruz ya kendimizi... Televizyon ekranlarında gördüğümüz yapay ağaç yapraklarından ibaret bahçe, işte bu sebeple pek bir yakın bize. Üst katlarda hayali melez türler, soyu tükenen canlılar, garip yaratıklar… İlk iş Davetli Misafir, Goethe'nin bir sözünden ilhamlı: "Güzellik her yerde davetli misafirdir." Ah güzellik! Birine yeterince yaklaşırsak -fiziksel ve duygusal olarak- çirkinlikten bahsedebilir miyiz ki artık? Sanatçının yaptığı çirkinliğe değil ötekine övgü. Pek gerekli bu övgü. Çünkü doğadan, gerçeklikten ve hatta kendimizden koptukça sezgilerimiz köreldi, ayıplarımız kayboldu; herkes ve her şey gözümüzde öteki oldu. Bu yüzden gitmeli sergiye; ötekine karşı törpülemek için içimizi…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/ AĞUSTOS 2011

MUTFAKTA BİLE BİR PİYANO!


Jamie Cullum için piyano; yorgun argın eve geldiğinde kendini bırakıverdiği rahat koltuk, sabah uyandığında kana kana içtiği bir bardak soğuk su… Cullum’un evinin her köşesinde bir piyano var, mutfak dâhil.


Temmuz'un 6. akşamında santralistanbul Kıyı Anfi'de bir animasyon filmin içindeyiz. Gökyüzünde çeyrek ay, arkada kutu kutu evler, sahnede filmin kahramanı Jamie Cullum. Bu kadarı ancak filmlerde olur!

Film, 10 Ağustos 1979’da İngiltere'nin Romford kasabasında başlıyor. Henüz sekiz yaşındayken gitar ve piyano çalmayı öğrenen Cullum, aile arşivindeki Miles Davis plaklarını dinleyerek caza ısınıyor. Dave Brubeck ve Oscar Peterson’ı keşfetmesiyle de iyice bağlanıyor; sadece duygusal olarak… Çünkü Cullum, İngiltere Reading Üniversitesi’nde İngiliz Edebiyatı ve Sineması okuyor; bir ayağı piyanonun mandalında…

SADECE 48 PAUND’A

Bir yandan okula gidip gelen bir yandan da otel ve yolcu gemilerinde piyano çalıp şarkı söyleyerek para kazanan Cullum, Heard It All Before’u biriktirdiği paralarla -48 Pound- henüz 20 yaşındayken kendi kendine çıkarıyor. 500 kopya basılan albümün bir tanesi e-bay üzerinden 600 pound’a satılıyor bugün.

Okulu bitirir bitirmez Pointless Nostalgic’le büyük sahneye adım atan Cullum, şiddetli bir teklif yağmuruna tutuluyor önce. Universal ve Sony arasında geçen sıkı rekabeti, rekor denecek bir ramakla Universal kazanıyor ve Twentysomething geliyor. Yıl daha 2003, o henüz 24 yaşında. Aynı yıl, British Jazz Ödülleri’nde Genç Yetenek seçilerek ününe ün katan Cullum, Prens Charles’ın annesi kraliçe Elizabeth’in doğum günü kutlamalarında şarkı söylemesi için davet alıyor.

Twentysomething’in ardında gelen Catching Tales 4 milyon gibi olağanüstü bir satış rakamı yakalayınca Tokyo’dan Sao Paolo’ya, New York’tan Londra’ya 40 farklı şehri kapsayan büyük bir turneye çıkıyor Cullum. Ve Herbie Hancock, Pharrell Williams, Kylie Minogue ve Stevie Wonder gibi isimlerle aynı sahneyi paylaşıyor.

BU KEZ İSTANBUL ONU ŞAŞIRTTI

Cullum’un son albümü The Pursuit’in kapağında parçalanan bir piyano var. Boşuna değil bu. Çünkü konserlerde piyanosunun üzerine çıkıp dans ediyor Cullum. O kadarla da kalmayıp her seferinde hayranlarını şaşırtacak bir şeyler buluyor. Tıpkı 6 Temmuz’daki İstanbul konserinde yaptığı gibi…

Ama bu kez farklı… Bu defa İstanbul Cullum’u şaşırttı. 18. İstanbul Caz Festivali kapsamında Raymond Weil sponsorluğunda gerçekleşen konserinde piyanonun üzerine çıkıp atlıyor, dans ediyor, espriler yapıyordu Cullum. Sıra, gecenin beklenen şarkılarından 'High and Dry'a geldiğinde kocaman bir ses duyuldu; yatsı ezanı. Ekibini susturan Cullum önce şaşırdı, ardından olayı kavradı ve piyanosuyla çok çok düşük bir tonda eşlik etmeye çalıştı ezana. Başardı da…

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE BUSINESS/AĞUSTOS 2011

21 Ağustos 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Açıldı sanıp yola düşmeyin!

Açılacak diye ballandıra ballandıra anlattığımız yerlerin çoğu aslında hiç açılmadı. Yani henüz ve hâlâ... Biz bir grup basın mensubu; gidiyoruz, geliyoruz, fotoğraflayıp anlatıyoruz. Haberleri görenler merak edip gitse, mesela Zeugma Müzesi'ne, mesela Galata Mevleviha-nesi'ne... Kapı duvar.

Aylardan nisandı. Hepimizde bir heyecan, bir heyecan. Haberler çok güzeldi ve birbiri arkasına geldi. Mesela bir yer vardı İstanbul'da. Kapısından her gün kim bilir kaç kişiyi hayal kırıklığıyla geri döndüren. Hatta bir vatandaşımız dayanamayarak kapısına not bile bırakmıştı: "Kaç yıl oldu... Bir restorasyon bu kadar mı sürer? ... Vatandaş olarak sizi kınıyorum." Orası, 2007'den beri kapalı olan Galata Mevlevihanesi Müzesi'ydi. Nisan sonunda müjdeyi verdik: Restorasyon bitti, kapılar açılıyor. Ne zaman diye sorduk elbette: "Yakında. Seçimler bir geçsin hele, Başbakanımız açacak da..." İyi, olur, peki dedik; bekledik. Ama taa nisan ortalarında; her şey bitti, açılış çok yakında dediğimiz o kapılar 5 ay geçti, hâlâ açılmadı.

Galata Mevlevihanesi Müzesi Müdürü Yavuz Özdemir'e bir daha soruyoruz zamanı. Pek heyecanlı. "Şöyle olacak, böyle olacak, yeni bir dönem başlayacak..." diye anlatıyor. İyi de ne zaman? "Her şeyi, her ayrıntıyı sorun ama ne zaman demeyin." oluyor cevabı.

Cevap, Kültür ve Turizm Bakanlığı'nda galiba. Hatta pek muhtemel ki aynı gün Topkapı Sarayı Silah Seksiyonu da açılacak. Çünkü tam şu günlerde orada da bir telaş, bir telaş. Çorbada tuzu olanlar seksiyonun yenilenen yüzünü yere göğe anlatma derdinde. Proje yönetmeni Dündar Hızal merak edilenleri cevaplamak için haber salıyor tüm gazetecilere. Haklı. Yaptığı; yeni, farklı ve hatta önemli. Bizim de ilk sorumuz belli: "Ne zaman gezebilecek ziyaretçi?" "Ah, bakın onu bilemiyorum."

Evet ama bir haberin zaman vermeden yazılması - şu aşamada, yani her şey tam takır kuru bakırken - kabul edilebilir mi? Biz akşama kadar anlatalım ballandıra ballandıra. Diyelim ki, teknolojinin nimetlerinden sonuna kadar yararlanan projede, silahları ve dönemin kıyafetlerini sanal yeniçeriler tanıtacak. Osmanlı'nın üç kıtaya yayılışı minyatürlerle izlenecek, böyle hem eğlenceli hem bilgilendirici.

Sonra merak edecek ilgilisi. Ziyaret etmek için vakit kollayacak. Ondan inip buna, bundan inip ona binecek ve Topkapı Sarayı Müzesi'ne varacak. Onu, kocaman bir hayal kırıklığı bekliyor olacak kapıda: Kapalı. Soracak haklı olarak: "Peki ne vakit gelmeli?" Cevabını alacak: "Bilmiyoruz."

Geciken açılışların sebebini hak etten bilmiyoruz. Pek çok restorasyon haziran başı itibariyle alel acele bitti, her birini gazeteciler günlerce gezdi ama neredeyse hiçbiri halka açılmadı. Hâlâ. Sadece İstanbul'da değil, Türkiye'nin pek çok yerinde ilgilisiyle buluşmak için gün sayıyor pek çok mekân. Biri, gündemi neredeyse 10 gün meşgul eden Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi. Bir ara herkes müzeyi anlatıyordu birbirine. Dünyada tek diyorlardı, en büyüğü bu diyorlardı, ötekini solladı diyorlardı. Öteki dedikleri, mozaikleriyle ünlü Tunus'taki Bardo Müzesi. Anlatıldı da anlatıldı. Müze, herkesin gözünde canlandı. Biri merak edip gitse kapı duvar. Neyse ki onun açılışı belli: 9 Eylül. Darısı diğerlerinin başına...

Liste var ama açıklama yok

Tamamlandığı halde bir türlü açılmayan yerlerin akıbetini bakanlığa sorduk. İki isim listesi gönderdiler. Birinin başlığı, 2011 yılında açılışı yapılan ve açılışa hazır hale getirilen müzelerimiz. İçinde; Gaziantep Zeugma Mozaik Müzesi'nden Topkapı Sarayı Silah Seksiyonu'na, İstanbul Galata Mevlevihanesi Müzesi'nden Çorum Alacahöyük Müzesi'ne 15 kadar mekân var. Diğer listenin başlığı, 2011 yılında düzenlemeleri yapılarak açılışa hazır hale getirilmesi planlanan müzelerimiz. Onda da 10 kadar mekân. Tarihle ilgili hiçbir açıklama yok. Bu açıklamanın neden yapılmadıyla ilgili de...

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 21.08.11

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Burgazada'da bir yılan hikayesi

Burgazada'daki Sait Faik Müzesi birkaç ay değil, iki yıldan fazla zamandır kapalı. Sebebi tadilat ama bir o kadar zamandır binada tadilat olduğuna dair herhangi bir işaret yok. Adalılar; gelen ziyaretçiye müzenin kapalı olduğunu, tadilatın neden görünmediğini, evin içinde dolaşıp duran teyzelerin kim olduğunu anlatmaktan yorgun.

Bir blog yazarı, 1 Ağustos 2011 tarihli yazısında pek güzel anlatmış derdini: "Ah Sait abi ah... Gülsem mi, ağlasam mı bilemedim... Buruk bir gülümseyişle yazıyorum bu satırları... Burgazada'daki evine gelip, seninle; senden kalan eşyalarınla, geride bıraktığın izlerinle buluşabilmeyi ne kadar çok istediğimi biliyorsun... Sonunda bir deli cesareti geldi bana Sait abi... Bir İstanbul bileti aldım kendime. Tek kişilik! Otobüsle... On saat... Cam kenarı kalmamış, koridor kenarına düştük... Olsun... Geldiğimin ertesi günü sabah erkenden kalktım... Güzel bir kahvaltı... Yüzümde kocaman bir gülümseme... Tramvayla doğru Kabataş'a... Oradan da vapurla Burgazada'ya... Sana! Ve... Evinin önüne vardım... Siyah demir parmaklıklı kapının önünde durdum... Durdum... Öylece kalakaldım... Tam kapının yanında asılı duran tabelada yazanları algılamaya çalıştım. "SAYIN ZİYARETÇİLERİMİZİN DİKKATİNE! Sait Faik Müzesi tadilat çalışmalarının uzaması nedeniyle Mayıs 2012'ye kadar ziyarete kapalıdır. Anlayışınız için teşekkür ederiz." Nasıl anlatılır ki bu duygu?.. Tam ısırmak üzereyken çocuğun elinden al bakalım çikolatasını... Ne yapar?"

İki yıldan fazla zamandır bu böyle ve nice edebiyatsever, nice Sait Faik dostu; elinden çikolatası alınmış çocuk gibi. Bin bir hevesle yola çıkıyor, Burgazadası Çayır Sokak 15 numaradaki evin hemen giriş kapısında müzenin tadilatının 2012 Mayıs'ına kadar süreceğini okuyor; açık olan bahçe kapısından içeri girip Sait Faik heykeline, tarihi köşkün kenarına köşesine, pencerelerden içeriye bakıyor, bir iki fotoğraf çekiyor ve boynunu büküp yokuş aşağı iniyor.

Köşkte herhangi bir tadilat görünmüyor. Ama bazen bahçede çamaşırlara, içeride birtakım kadınlara rastlanıyor. Onlar ziyaretçileri hemen paylıyor: "Bina tadilatta, başınıza kiremit düşecek, hadi bakiim, hadi..." Ahşap binada kiremit tehlikesi, olmayan bir tadilat meselesi, kendi haline oto çöpe terk edilmiş bir bahçe.

Burgazada muhtarı Mustafa Biçer'e başvuruyoruz. Bildiklerini ve duyduklarını anlatıyor: "2008 sonbaharından beri kapalı galiba. Çünkü ben 2009'da göreve başladım, müzeyi açık göremedim. Tadilat var, tehlike altında diyorlar. Yıkık dökük de değil, sonuçta ahşap bina. Ne yapacaklar ki? Darüşşafaka Cemiyeti'ne bir dilekçe yazdım geçtiğimiz aylarda. Ne zaman bitecek bu tadilat diye... İzinler uzadı, 2012 Mayıs dediler. Bakalım. Acaba paraları mı yok, bilmiyorum ki... Yalnız bu müze, adamız için çok önemli. Görseniz, kapalı dediğimizde nasıl yıkılıyor insanlar."

'2012 MAYIS'INA YETİŞECEĞİNE İNANIYORUZ'

Anlatılanlara göre fi tarihinde Adalar Belediyesi'nden, "restorasyon projesi için sponsor olan iki kurum maalesef aralarındaki sorunu çözemedikleri için hâlâ bekletiliyor" şeklinde bir açıklama yapılmış. Olayın tek yetkilisi Darüşşafaka Cemiyeti'nin 21 Haziran 2010 tarihli ve 'Sait Faik Abasıyanık Müzesi Restorasyon Çalışmaları' başlıklı açıklamasında müzenin kuruluşu, tarihçesi ve içindeki eşyanın dökümü anlatıldıktan sonra özetle şöyle deniliyor: "Uzun yıllar boyunca pek çok ziyaretçiyi ağırlayan bu müze evde Ocak 2010 tarihinden itibaren restorasyon çalışmaları başlamıştır. Sait Faik Abasıyanık Müzesi 2011 yılında uluslararası müze standartlarına uygun, çağdaş ve pek çok etkinliğe ev sahipliği yapacak biçimde yeniden ziyarete açılacaktır."

Cemiyet, ısrarlı sorular üzerine 12 Kasım 2010'da müzenin 2009 yılından beri kapalı olduğunu, içerideki tüm eşyaların Haziran 2010'da Maslak Kampüsü'ne taşındığını ve Mayıs 2011'de tekrar ziyarete açılacağını bildirmişti. Şimdi verilen tüm tarihler geçti. Darüşşafaka Cemiyeti Yönetim Kurulu Başkanı Zekeriya Yıldırım'a soruyoruz: "Sait Faik Müzesi'nin giriş kapısında tadilatın 2012 Mayıs ayına kadar süreceği, o yüzden kapalı olduğu yazıyor. Fakat hiçbir tadilat söz konusu değil. Muhtarla konuştuk, o da hiçbir tadilata şahit olmadığını söyledi. Durum nedir? Tadilat olacak mı gerçekten? Ne zaman başlayıp ne zaman bitecek? Tam olarak neler yapılacak?" Cevap: "Orası eski eser ve aynı zamanda deprem bölgesinde. Bu yüzden yapılacak işler çeşitlendi. Anıtlar Kurulu'na sunduk. Onay bekliyoruz. Yenilenme diye yola çıktık ama binanın güçlenme ihtiyacı da var. Her şeyin 2012 Mayıs'ına kadar yetişeceğini umuyoruz. Hesapları yapıldı. Müzenin içi için de yeni konseptler araştırıyoruz."

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 20.08.11

16 Ağustos 2011 Salı

Sanki Avrupa sanat başkenti!

12. İstanbul Bienali'nin başlayacağı tarihten, yani 17 Eylül'den itibaren İstanbul, tam anlamıyla bir sanat kentine dönüşecek. Şu sıralar herkeste ve her yerde bir telaş, bir telaş. Görüşmeler, planlamalar, inşaat ve yazışmalar son sürat. Sanatseveri bekleyen tek şey, 13 Kasım'a kadar sürecek bienal değil. Diğerlerine yetişmek için şimdiden planlama yapmakta fayda var.

Bienalin peşi sıra pek çok sergi açılacak İstanbul'da. Başlarına 'paralel' ya da 'yan etkinlik' ibareleri eklenen nicesi çıkacak meydana. Bunlardan biri, dünyanın en büyük elektronik sanat festivallerinden ISEA. Bu yıl Sabancı Üniversitesi'nin ev sahipliğinde İstanbul'da gerçekleşecek sempozyum, 14 Eylül'de başlayacak. Çeşitli konferans ve sergi programlarından oluşacak ISEA2011 İstanbul'un ana temaları arasında; güncel elektronik, yeni medya, çok kültürlülük, kültürel etkileşimlerin tarihi ve dünya kültürünün hayalinde bir üretim yeri olarak canlanan İstanbul şehrinin kendisi var. Sempozyum 21 Eylül, sergiler ise kasım sonuna kadar sürecek.

ISEA2011'de 450 bildiri, 70 panel, 50 atölye çalışması ve 4 de forum olması planlanıyor. Bildiri oturumları, paneller ve forumlar Levent'te Sabancı Center'da; atölyeler ise Sabancı Üniversitesi Karaköy İletişim Merkezi ve Robert Koleji'nde yapılacak. Dev ekranlardan takip edilebilecek elektronik sanat sergileri ise Taksim Cumhuriyet Sanat Galerisi, Şirket-i Hayriye Sanat Galerisi, Sabancı Üniversitesi Kasa Galeri ve Zagreb Güncel Sanat Galerisi'nde.

Bir diğer konferans da Contemporary Istanbul'un düzenlediği 'Kent ve Kültür'. 19 Eylül'de gerçekleşecek konferansta; çağımızın sanat ve mimari alanındaki fikir önderleri İstanbul'un kültür ve sanat merkezi olarak değişmekte olan altyapısını tartışacak.

Bir de fuar: Art Beat Istanbul... Şehrin çağdaş sanat galerilerini ve profesyonel sanat dünyasını 14-18 Eylül tarihleri arasında Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı'nda buluşturacak etkinliğin bir niyeti de İstanbul sanat dünyasını, sanatçılarını ve galerilerini dünyaya tanıtmak. Önümüzdeki dönemde; Ortadoğu, Asya, Avrupa ve Amerika'daki önemli sanat organizasyonlarını içine alarak büyümeyi ve 'Art Week' başlığı altında bir sanat platformuna dönüşmeyi planlayan etkinlik, bu yıl 27 yerli ve yabancı galeri ağırlayacak.

İSTANBUL'U İSTANBUL YAPAN HER ŞEY

Gelelim sergilere: Sakıp Sabancı Müzesi, Fransız sanatçı Sophie Calle'in İstanbul'dan bir grup insanı mercek altına aldığı özel projesini ağırlayacak. İstanbul üzerine bir özel proje de SALT Beyoğlu'ndan. Mekân, 13 Eylül'den itibaren İstanbul'u İstanbul yapan tüm aktörlerin görünürlük kazanacağı bir sergi ağırlayacak, ismi İstanbullaşmak. Muhtevası; 1999'dan 2011'e kadar üretilen sanatçı videoları, fotoğraf sergileri, belgesel filmler, haber klipleri, karikatürler ve mimari projelerden oluşan interaktif bir veritabanı. Beyoğlu'nun gözde sanat mekânlarından Arter, 15 Eylül-16 Kasım tarihleri arasında Kutluğ Ataman'ın Mezopotamya Dramaturjileri serisinin Türkiye'deki ilk gösterimini gerçekleştirecek. Projede anlatılan, gediklisi olduğumuz bir konu: Türkiye'nin modernleşme süreci. İstanbul Modern, Hayal ve Hakikat-Türkiye'den Modern ve Çağdaş Kadın Sanatçılar isimli sergi vesilesiyle izleyiciyi günümüzden alıp 1900'lerin başına uzanan bir seyahate çıkarırken; Pera Müzesi, Osman Hamdi Bey ve Amerikalılar başlıklı sergiyle Osman Hamdi Bey'i yeniden hatırlatacak. Ama bu defa arkeoloji, diplomasi ve sanatla bağından hareketle...

***

Ve dahası; Hangi galeride hangi sergi var?


Gallery LiNART ve ALANistanbul: Pop Art Extended

Galeri Rampa: Ergin Çavuşoğlu

Galerist: Mentalklinik

Pilot: Halil Altındere

Pi Artworks Galatasaray:

Susan HEFUNA

Pi Artworks Tophane: Volkan Aslan

Akbank Sanat: Bruno Serralongue

Galeri Nev: Canan Tolon

Galeri Apel: Beraber ve

Solo Şarkılar

CDA-Projects: İsimsiz Orijinal

Ekavart Gallery: Ardan Özmenoğlu

Mac Art Gallery: Erol Eskici

Galeri Zilberman: Adel Abidin

İstanbul Fransız Kültür Merkezi:

Ultramémoıre #4

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR 16.08.11

14 Ağustos 2011 Pazar

SANAT/HAYAT: Kaçan bienal kovalanıyor

Kararımız karar. Ser verip sır vermeyen 12. İstanbul Bienali'ni ona yakışır şekilde isimsiz ve sanatçı listesiz gezeceğiz. Nasıl? Sağdaki ilk eser şöyle bir hissiyata sahip, soldan beşinci eser ise birazcık...

17 Eylül Cumartesi günü kapılarını açacak 12. İstanbul Bienali, ser verip sır vermedikçe ilgimizi daha çok çekiyor. Kaçanı kovalıyoruz. Bienalin başlığı "İsimsiz (12. İstanbul Bienali), 2011". Sanatçılar arasında kaybolup herhangi bir anlamlandırma çabasına girmiyoruz bu defa. Tek odağımız var, o da serginin kendisi. Bağlamı Felix Gonzales Torres'in "Sanat eseri isimsizdir çünkü 'anlam' zamana ve mekâna bağlı olarak değişir." sözünden temelli.

Küratörler Adriano Pedrosa ve Jens Hoffmann'a bakılırsa bu bir cömertlik aslında. Çünkü anlamın üretimi tamamen izleyicide. Ne kadar anı, tecrübe ve bilgi; o kadar ilgi. Şehrin geneline dağılmış mekânları kullanan ve İstanbul deneyimi vaat eden bir bienal değil bu defa karşımızdaki. Dikkatimiz tamamen eserlerde, ne şehrin güzel sokakları ne de sanatçılar bölebilecek bunu.

Küratörler her türlü bölünmenin önüne geçme niyetinde. Zaten biraz da bu sebeple açıklamıyorlar sanatçıları. Çünkü sergi, duyurulan isimlerden ibaret sanıldığı an bitti; tükendi gitti. İsim listelerine karşı saplantılı bir merak içinde olmak insanın ilgisini, sanat eserinden ve sanatı anlama deneyiminden uzaklaştırıyor onlara göre. Bir de şu var tabii. Bu açıklamayış sayesinde son dakikaya kadar ekleme çıkarma yapabilecekler gönüllerince. Hazırlık aşamasında kendi açıklamaları bile sınırlayamayacak onları. Tam özgürlük.

Sanatçı sayısı da belli değil. Özellikle saymıyorlar ki nicelikten ziyade niteliğe dönebilsin izleyici... Ama bir fire. İngiliz çağdaş sanat dergisi Art Review'un sitesinde "İstanbul Bienali, sanatçı listesiyle ilgili ilk ve tek açıklamayı yaptı" başlıklı bir haber çıktı geçenlerde. Habere göre Claudia Andujar, Martha Rosler, Dora Maurer, Tina Modotti, Geta Bratescu, Letizia Battaglia, Zarina Hashmi ve Teresa Burga bienale katılacak sanatçılar arasında. Neden öyle oldu? Galiba basına, bilhassa aylık dergilere dağıtılacak görsellerle ilgili haklı talepler geldi. Küratörler de yeni, genç ve yıldızı parlamakta olan isimlere duyulan merakı kursaklarda bırakmak için tecrübeli kadın sanatçılarla ilgili görselleri servis etti. Bu arada sanat eleştirmeni Evrim Altuğ'un fark ettiği kimliği meçhul bir internet kullanıcısı bienal sanatçılarını küratörler ve İKSV'nin onayını almadan blogunda açıkladı. İKSV, gülümseyerek sessiz kalıyor. Merak edenler http://untitledistanbul2011.blogspot.com/ adresine bakabilir.

***

VE DAHASI

Koç Holding sponsorluğundaki 12. İstanbul Bienali için üç yayın hazırlanıyor: Kasım 2010'da yapılan ve İstanbul Bienali'nin tarihine göz atan İstanbul'u Hatırlamak isimli konferansın kitabı, sanatçı röportajlarını içeren bir el kitabı ve sergi konuları ile kurulum sürecini anlatan bir katalog.

Bienal, başlığın yanı sıra temalarında da Felix Gonzalez-Torres'in işlerinden ilham alıyor. İsimsiz (Soyutlama), İsimsiz (Ross), İsimsiz (Pasaport), İsimsiz (Tarih), İsimsiz (Ateşli Silahla Ölüm) olarak farklı temalar altında düzenlenecek beş karma sergiye 55 kişisel sergi eşlik edecek.

Mekân, Tophane'deki 3 ve 5 numaralı antrepolar. Ryue Nishizawa'nın Mimari Tasarım Ofisi tarafından düzenlenen antrepoların içi, çelik ve alçıpan konstrüksiyonlarla tamamen değiştiriliyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR/14.08.11

...

13 Ağustos 2011 Cumartesi

Türkiye'nin 'El Sistema'sı kuruldu bile


Bir haftadır konuşup tartışıyor, iyi niyetlerimizi yarıştırıyoruz. Meramımız, Türkiye'de El Sistema benzeri bir sistem kurulup kurulamayacağı. Biz olur mu, nasıl olur, kim yapar? diyeduralım, önceki gün Venezuela basını başlığı attı bile: "Çocuk ve Gençlik Orkestraları Sistemi'nin Türkiye'deki adı Barış İçin Müzik". Yol haritası çizilen sistem, bir yıl içinde meyvesini verecek.


Baştan başlayalım: Müzisyen ve ekonomist José Antonio Abreu'nun 1975 yılında Venezuela'da başlattığı ve kendi deyimiyle "Yoksulluk ve suçla mücadele eden sosyal bir sistem" olan El Sistema, bugün 350 bin gence ulaştı. Açılımı, Venezuela Çocuk ve Gençlik Senfoni Orkestraları Sistemi... Oluşumun önemli parçası Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası, geçtiğimiz hafta başında İKSV organizasyonuyla İstanbul'a geldi ve iki konser verdi. Herkes tek yorumda birleşti: Müthişti.

Sistemin kurucusu Abreu da ekiple birlikteydi ama onun konser dışında da yapacakları vardı. En önemlisi, sistemin Türkiye'ye nasıl uyarlanacağı konusunda ilgilileriyle fikir teatisinde bulunmak... Bunun için bir panel düzenlendi. Sonuç: İyi niyet temennisi üzerine iyi niyet temennisi.

Bu arada Abreu, Galata'daki sokak etkinliklerini izlemiş ve Türkiye'deki birtakım oluşumlar hakkında fikir edinmişti. Geçtiğimiz salı günü birkaç başka yerle birlikte Edirnekapı'daki Barış İçin Müzik oluşumunu ziyaret etti. 20 kişilik bir Venezuela basını peşi sıra. İşte ne olduysa o ziyarette oldu. Çocuklardan ve öğretmenlerden çok etkilenen Abreu, onları Venezuela'ya davet etti. Bu ziyareti küçük bir toplantı izledi ve yol haritası hemen çizildi. Buna göre, Türkiye ve Venezuela ekibi 2 ay içinde tekrar bir araya gelecek ve bir komite oluşacak. Kasımda yapılacak detaylı bir programla ortak çalışmalar başlayacak. Barış İçin Müzik oluşumunun öğretmenleri Venezuela'ya gidecek, oranın öğretmenleri Türkiye'ye gelecek ve aynı sistem, aynı eğitim ve aynı repertuvar üzerinde durulacak. Türkiye'deki çocuklar bu eğitim paylaşımı sayesinde 36 yıllık tecrübenin eğitim metotlarından faydalanacak ve sıfırdan yetişecek. Sonra oradaki ve buradaki eşit sayıda çocuk bir araya gelip ortak bir Venezuela- Türkiye Çocuk Orkestrası oluşturacak. Seneye bu vakitler o orkestranın konserinin heyecanını yaşıyor olabiliriz.

'BİZİM KAPIMIZ HERKESE AÇIK'

Venezuela basınının yazdığı gibi Çocuk ve Gençlik Orkestları Sistemi'nin Türkiye'deki adı Barış İçin Müzik. Anlaşma yapıldı. Abreu, Barış İçin Müzik'in kurucusu Mehmet Selim Baki'ye sordu: "Tamam mı, hazır mısınız, var mısınız?" Baki cevapladı: "Biz her zaman hazırız." El Sistema'nın Uluslararası İlişkiler Koordinatörü'nün tespiti zaten ortadaydı: "Dünyanın bir sürü yerine gidip El Sistema'yı oralara yeni baştan uyarlamıştık. İlk defa zaten var olan bir oluşumla birleşiyoruz."

Barış İçin Müzik oluşumuyla ilgili Yeliz Yalın Baki de aynı fikirde: "Biz El Sistema'yı hiç bilmiyorduk en başta. Duyduğumuzda ne kadar benzer niyetlerimiz olduğunu fark etmiş ve mutlu olmuştuk. Hatta motivasyonumuz artmıştı. Bizimki de bir sosyal kalkınma modeli sonuçta. Sanatsal değil, toplumsal ve vicdani. Tabuları yıkan bir şey. 'Sadece IQ'su 139'un üzerinde olan çocuklar virtüöz olabilir' gibi tabuları yıkıyor, her şeyi altüst ediyoruz. Etmek zorundayız. Müzikal eğitimi devlet güvencesine almak, onu sosyal eğitimin bir parçası yapmak için..."

Tek bir soru: "Diğer oluşumlar alınmaz mı?" Baki'nin cevabı: "Sanmıyorum. Bu işlerle uğraşanlar çok vicdanlı insanlar. Bir de herkes farklı bir şey yapıyor ve hepsi çok kıymetli ve gerekli. Pek çok oluşumun niyeti yetenekli çocuklara destek olmak. Bizim kapımız sadece yetenekli, eğitimli ve seçilmiş çocuklara değil; herkese açık. Bizimki sosyal bir sistem. Bambaşka bir şey."


***
'Barış İçin Müzik' kömürlükte başladı

Altı sene önce Fatih'teki Ulubatlı Hasan İlköğretim Okulu'nda derslerden sonra çocuklara müzik öğretmeye başlayan Barış İçin Müzik ekibi, önce 10 - 15 kişiye akordeon dersi vermiş, daha sonra orada bulunan kömürlüğü atölyeye dönüştürmüş. Akordeonu flüt izlemiş ve 1,5 yıl önce şu anda 380 öğrencinin ders aldığı Kariye Müzesi'ne komşu binaları yapılmış. Yakın zaman önce yaylı çalgı derslerine de başlayan ekibin kurucusu ve finansörü mimar Mehmet Baki. Niyetleri birlikte yaşama kültürü oluşturmak. Kapıları sadece yetenekli, eğitimli ve seçilmiş çocuklara değil; herkese açık.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 13.08.11

10 Ağustos 2011 Çarşamba

El Sistema, Türkiye'deki müzisyenleri harekete geçirdi

Bir dizi etkinlik ve iki özel konser için İstanbul'a gelen El Sistema'nın kurucusu José Antonio Abreu, aynı modelin Türkiye'de nasıl uygulanabileceğinin tartışıldığı bir söyleşiye katıldı. Konuşmasının sonunda kültür bakanıyla görüşmek istediğini söyleyen Abreu, Türkiye'deki müzisyenleri de iyi niyet anlaşması yayınlamak konusunda ikna etti. Hatta dün akşam ilk toplantı gerçekleşti.


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV), şef Gustavo Dudamel yönetimindeki Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası'nı dört günlük etkinlikler serisiyle İstanbul'da ağırladı. Geçtiğimiz hafta sonu Galata Meydanı'nda başlayan etkinliklerin en mühimi, önceki gün The Marmara Taksim'de gerçekleşen söyleşiydi. El Sistema'nın kurucusu Jose Antonio Abreu'nun katıldığı söyleşinin diğer konukları, Edirnekapı Barış İçin Müzik Projesi temsilcilerinden akademisyen Yeliz Yalın Baki, keman virtüözü Cihat Aşkın ve piyano virtüözü Süher Pekinel'di. Moderatörlüğünü İstanbul Müzik Festivali Danışma Kurulu üyesi Feyzi Erçin'in yaptığı söyleşiden çıkan sonuç: El Sistema Türkiye'de bire bir kopyalanacak değil. Çünkü her ülkenin kendine göre dinamikleri var. Ama Venezuela ve Abreu ellerinden geleni yapmaya, hatta her türlü işbirliğine hazır.

KÜLTÜR BAKANIYLA GÖRÜŞMEK İSTİYORUM

Söz Abreu'da: "11 çocukla başladık. Özel sektörün bağışı ve küçük ama cömert bir devlet desteğiyle. Nasıl mı? Uzun saatler teori eğitimi gerekir ki bu sıkıcıdır, çocukları heyecanlandırmaz. Öncelikle müzik prensiplerini oyunla öğrenebilsinler istedik. Müzik eğitimini binlerce kişiye açmalıydık. Bunun için de mekân ve kaynak gerekiyordu. En çok gereken de sabırdı. Bir yıl içinde sayımız 11'den 100'e çıktı. Veliler çocuklarının eğlendiğini gördü. Bir şehre gidiyor ve gençlik orkestrası kurulacak diyorduk, yüzlerce aile başvuruyordu. İkinci adım, repertuvarları düzenlemek oldu. Çocuklar konser ve resitaller vermeye başladı. Bir yerden itibaren çocuk kendini sanatçı olarak görüyor zaten. Olay büyüdü, ülke çapında bir ağa dönüştü. Müzik artık elit kesimin değildi, topluma yayıldı. Devlet, bir müzik hareketinin anayasal bir hak olabileceğini kabul etti. Siyasi sınıfa bunu anlatmayı başardık. Biz bir komite oluşturmuş ve gelecek konusunda bir belge yayınlamıştık. Hedefimiz mümkün olmayan şeyleri gerçeğe dönüştürmekti. Şimdi de hemen bir iyi niyet anlaşması yapabilir ve bir mektup yayınlayabiliriz. Bu anlamda bir bakanın desteğine ihtiyacımız yok, toplum çok daha etkili."

Venezuela ve Türkiye'nin bir araya gelerek çok güzel bir işbirliği yapabileceğini söyleyen Abreu'ya söyleşiye katılan herkes hemen hak verdi ve dün akşam bu mektubun yazılması için çalışmalara başlandı. Bu arada devletin birazcık da olsa sorumluluk alması için de resmi girişimlerde bulunuldu ve Abreu, kültür bakanından bir görüşme talep etti.

İKSV'den Yaşam Boyu Başarı Ödülü

Venezuela Simon Bolivar Senfoni Orkestrası, dün ve önceki gün Haliç Kongre Merkezi'nde iki ayrı konser verdi. İlk konser öncesinde El Sistema'nın kurucusu José Antonio Abreu'ya İKSV Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı tarafından Yaşam Boyu Başarı Ödülü takdim edildi. Abreu, yaptığı kısa konuşmada başta Maria Teresa Castillo olmak üzere herkese teşekkür etti.

Hedef, bir milyon müzisyen çocuk

José Antonio Abreu'nun deyimiyle "yoksulluk ve suçla mücadele eden sosyal bir sistem" olan El Sistema, şu an klasik müzik adına gerçekleştirilen en önemli proje. 1975'ten bu yana, Venezuela'da farklı politik görüşlerden 10 farklı yönetimin desteğini alarak gelişen El Sistema, devlet ve bağışçıların destekleriyle yaşatılıyor. El Sistema, 280 müzik merkezinde 15 bin eğitmeni ile 350 bin gence ulaşan, bünyesinde 150'yi aşkın gençlik, 70 çocuk ve 30 senfoni orkestrası barındıran bir sosyal sistem. Önümüzdeki beş yıl içinde Venezuela'da 1 milyon çocuğa ulaşmayı hedefliyor.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR / 10.08.11

8 Ağustos 2011 Pazartesi

Evlenmeyi düşünen İskender'i okusun

Elif Şafak'la son romanı İskender için buluştuk. Önce dünyayı ve konuşulanları, sonra Elif Şafak'ın kendisini bir kenara koyduk ve kitabın kahramanlarına kulak verdik. Adem, İskender, Pembe, Cemile, Yunus, Esma... Çemberi tamamladığımızda döndüğümüz bir tek yer vardı: Dünya.


İskender gayet mert biri. Neden anti kahraman muamelesi yapıyorsunuz ona?

Ama annesini bıçakladı.

Öldürmek için değil ki...

Anlıyorum sizi. İskender bir yanıyla çok hoyrat, hırçın ve maço. Ama bir yanıyla da naif ve sırça kalpli... Ne çok iyi ne çok kötü, ne kahraman ne fena... Her şeyden önce insan, çelişkileri ve yanlış anlamalarıyla. Zaten biraz da bunlara yoğunlaşıyor roman. Biz birbirimizi nasıl bu kadar yanlış anlıyoruz, nasıl bu kadar incitiyoruz? Aile ortamında aslında çok yakın olmamız gerekirken birbirimize nasıl bu kadar uzak düşüyoruz?

Kitap söylesin: "İnsan hayatın çalkantılı sularına atılmadan evvel ailesinde sevgi, istikrar ve güven bulmalı. Bizdeyse aile ortamı hayatın kendisinden fırtınalı." Hakikaten neden içeride kapılar bu kadar kapalı?

Gazeteyi açtık, bir olay. O olayın arkasında bir hikâye var. O hikâyeye gidene kadar bir sürü aşamalar. Kadınlar şiddetle karşı karşıya. Bunun niye bu kadar arttığını anlayabilmemiz için erkekliğin nasıl inşa edildiğini görmemiz lazım. Bizim ülkemizde erkeklik nasıl inşa ediliyor, biz oğlan çocuklarımızı nasıl yetiştiriyoruz?

İskender'i İskender yapan iki olay: Birinde sünnet olacak, korkup kaçıyor, annesi "Tamam gel, merak etme, ben varım." diyor, İskender ona inanıyor ama sonra herkesin içinde bir tokat... Güven çıt diye kırıldı. İkincisinde "Kurbanlık koyunu kesmiycez, merak etme." diyor babası, ona güveniyor. Ama sonra bir çıt daha. Aileye karşı duvarların temelleri böyle böyle mi atılıyor?

Böyle böyle. Çocuklarımızı, oğullarımızı seve seve yanlış yetiştiriyoruz. İlk kavgasında birini dövdü diye annesi Pembe laf söylemiyor İskender'e, hatta oğlunun bıçkınlığıyla gurur duyuyor. Böyle böyle inşa ediliyor erkeklik. Bu durumla yüzleşmemiz lazım. Ne övgü, ne yergi; aslolan denge. Ne ifrat ne tefrit.. İdrak etmek, farkında olmak, durup düşünmek... Bir de şu çok önemli; bu dünyaya her birimiz kendi fıtratımız, kabiliyetimiz, rengimiz, elementimizle geliyoruz. O farklılıkları hiçe saymak, illa benim dediğimi yapacaksın diye dayatmak, kalıplar koymak bence en başta yaradılışın çeşitliliğine saygısızlık.

İfrat, tefrit, eyvallah, muhabbet, meyyal, nüve, tıynet... Kelimeleriniz bu kitapta kaçmışlar. Nereye gitmiş onlar?

Nasıl? Anlamadım. Benim kelimelerim Osmanlıcadan ibaret değil ki.

Hayır şu vardı: "Aman Allah'ım bu nasıl bir ifade, bu nasıl benzetme, bu nasıl bir kelime..."

Ne güzel, çok güzel ama... Anlattığım hikâyeye göre. Sadece bir tek dilim var zannederek her hikâyeye aynı üslubu giydirmeye çalışırsam olmaz. Her hikâye kendi üslubuyla gelir. O yüzden başından beri şunu diyorum. Yeni kelime de bizim, eski de... Kelime dağarcığımızı zengin tutalım.

İskender'de zenginlik yok ki. Kelimeler kendilerini gösteremiyorlar. Mesela Kürtçe ifadeler, deyimler ya da zaman ve mekânın anahtarları olabilirdi romanda...

Ama bu göçmen bir aile. Çocuklar kendi aralarında İngilizce konuşuyorlar. Anneleri Kürtçe Türkçe karışık konuşuyor. Kitabın dili belki kolay ama hikâye böyle gelişiyor. Hakikaten imtina ediyorum. Her roman ayrı bir sefer. Üslubuyla, içeriğiyle...

Kapağını, yazarını görmeden okusaydık bu kitap Elif Şafak'ın diyebilir miydik? Bize, bu onun kitabı dedirtecek ne var içinde?

Hakikaten zorlanıyorum nasıl baktığınızı anlamakta. Neden biliyor musunuz? O kadar benim iç dünyamı aydınlatan bir roman ki bu. Ele aldığım temalar, ikilemler, birbirinden çok farklı geçmişlerden gelen insanları buluşturup onlardan çıkan enerjiyi kovalamak, sorgulamak... Sürprizli, dönemeçli bir roman İskender. Kitapta düşünecek o kadar çok şey var ki insanlığa dair, kadınlığa, erkekliğe, anneliğe, Kürt köyünde yaşamaya, Londra'da yaşamaya dair...

Bütün bu saydıklarınız var evet ama olsunlar diye mi? Çünkü derinleşmiyor. Yani gözümüzün önüne bile gelmiyor. 70'lerin Londra'sı ya da Fırat kıyısında bir Kürt köyü nasıldır; görmüyoruz hiç, içine girmiyoruz, fon gibi. Neden öyle?

Aile yalıtılmış bir yaşamın içinde çünkü.

Özellikle mi? Empati kurma üzerinden ilerlediğiniz için mi?

Evet tabii. Çünkü yurtdışına çıkıp sonra minicik bir kavanozda yaşayan bir aile bu. Gittiği ülkede yaşamayan, dilini öğrenmeyen, diyalog kurmayan, merak etmeyen, araştırmayan o kadar çok insan var ki... Benim için önemli olan Londra'nın kuzeyine bu aileyi konumlandırmak ve onların o yalıtılmış hayatlarını hissettirebilmek. Bir yandan İngiltere'de yaşıyorlar, bir yandan yaşamıyorlar. Kendi kapalı kutularındalar. Özellikle Pembe. Kuaför ev, kuaför ev...

Hele kuaför... O kadar hikâyeli bir yer ki... Biraz şıngırtısını duyamaz mıydık?

400 sayfalık bir kitapta tercihler devreye giriyor. Ben bu romanda aileye, aile ilişkilerine, anne oğul ilişkisine ve ikilemlere odaklandım.

İskender diyor ki: "İnsan istiyor ki annesiyle babası birbirini çok sevmiş olsun, hiç olmazsa en başta..." Bir çocuk için çok mu önemli bu? Toplumsal sorunların kaynaklarından biri mi hatta?

Bir çocuk için çok yıpratıcı değil mi? Annesiyle babası arasında aşk, sevgi ve muhabbet yok. Sadece alışkanlık ve sürüp giden bir düzen.Çok çocuk var böyle. Çok büyük bir şey.

Ama dünya böyle: Yaşımız geldi, evlenelim. 100 kişiden belki de 80'i başka sebeplerle evleniyor. Mesela Adem etraf ne der diye, Pembe başka bir şehre gidebilmek için...

Aynen. Maalesef. Evlendikten sonra birbirini kanıksıyorsun, benimsiyorsun ve devam ediyorsun ama sevgi yok. Sonra o mutsuzluklarımızı çocuklarımıza da geçiriyoruz. Bunu ne adına yapıyoruz? Elalem ne der?..

Şu anda bile böyle kararların eşiğinde olanlar vardır mutlaka. Ne dersiniz onlara? Bir alıp okusunlar mı İskender'i?

Okusunlar. İskender de sevgisizliğe dair bir roman. Herkes evlenmeden önce bir kez daha düşünsün. Çünkü bir ömür devam ediyor. Elalem ne der diye, anne-baba gönül koymasın diye yapılıyor evlilikler... Gerçekten kalbimizin dediği insanı seçmiyor, onun yanında durmuyor, sonra bunun yükünü ömür boyu taşıyoruz. Birçok evlilik böyle. Ne yazık ki.

Sevdiğinin yanında durmanın bedeli ağır olabiliyor ama... Gerçek hayatta Hatice Fırat öldürülüyor. Romanda Fırat kıyısındaki bir köyde yaşayan Hediye kendini asıyor. Bilinçli bir özdeşleştirme mi?

Evet, bilinçli. Zikretmek istedim, unutulmasın istedim. Bütün o öldürülen kızların isimlerini unutmayalım, zikredelim, rahmet okuyalım. Yapalım yani. Gencecik kızlar kendi aileleri, kendi abileri, kendi babaları tarafından... Nasıl bir şey bu? Kendimizde nasıl böyle bir hak görüyoruz? Bu bence kibrin vardığı en son nokta. İnsanın bir başka insanın hayatı üzerinde söz sahibi olduğunu zannetmesi. İşte bütün bunları anlayabilmek için erkekliğin nasıl inşa edildiğine bakmamız lazım. İncine incine büyüyen erkek çocuk ileride incitiyor çünkü.

Kadınlık inşasının temelindeki ise suçluluk duygusu. Pembe'de çok güçlü. Nasıl atılacak bu duygu?

Pembe'yi yazarken çok üzüldüm ben. Keşke hemen çözüm bulsak ama farkındalık çok büyük bir adım. Değişim insanın kendinden başlıyor. Kendimizden, ailemizden, çevremizden... Hakkaniyetle, insana kıymet vererek, ezmeyerek, incitmeyerek... Bunlar naif şeyler gibi geliyor kulağa ama bence kainatın kâdim kuralları. Ama unutuyoruz işte. Çok unutuyoruz.

***

İçime sinmeyen 150 sayfayı çıkardım

Kahramanlardan biri, Esma mı yazdı İskender'i? Öyle düşünelim istediniz mi?

Olabilir, o kapı açık. Esma yazar olmak istiyor. Böyle çok insan var. Yazar olmak isteyen ama hayatın akışı içinde bunu unutan, vazgeçen, hayallerini terk eden çok kadın var. Esma çok yetenekli ve hırslı ama bırakıyor. İşin ilginç yanı Yunus, hiçbir hırsı ve arzusu olmadığı halde çok ünlü bir müzisyen oluyor.

Bilerek mi yaptınız bunu?

Bilerek tabii. Çünkü hırssız insanlar daha güzel yükseliyor hayatta. Çok hırs fena. Çalışkanlık tabii ki olacak ama kavgacı hırs bir yere vardırmıyor insanı.

Siz hırslı mısınız? Birazcık...

Ben kendimi çok tutkulu hissediyorum. Hırs benim sandığım şeyse tabii. Ben tutkuyla seviyorum yaptığım işi. Hakikaten yazmaya âşığım. Garip gelebilir ama ben 8 yaşımdan beri harflere, kelimelere, alfabeye âşığım. Bu hiçbir zaman azalmadı.

Daha fazla, daha fazla, daha fazla... Okura ulaşma isteği hırs olarak değerlendirilebilir mi?

Bu bir çember. Her kitapta çember genişledi, okur kitlem büyüdü. Bu benim yaptığım bir şey değil, olan bir şey. Mutluyum tabii. Sadece şunu ayırt etmek lazım: Ben yazarken oturup kaç kişi okuyacak, insanlar ne diyecek diye düşünmüyorum. Bunları düşünürsem yazamam, kilitlenir kalırım. Yazarken bir hayal alemindeyim, mümkün mertebe oradayım. İskender'i gerçek zannediyorum, Pembe'yi seviyorum, Yunus'la dolaşıyorum. Gerçekten öyle. Kitap bitince de editöre teslim ediyorum ve tabii ki düşünüyorum; kim okuyacak, kaç kişi okuyacak diye... Eğer biz bunları umursamazsak niye yayınlatıyoruz ki. Yazar biraz dürüst olmalı.

İçinize sindi mi kitap? Her şeyiyle şöyle...

Tabii ki, tabii ki. Sinmese ve sevmesem çıkarmam ki. Kendi içimde tamam diyene kadar o kadar çok uğraşıyorum ki... Bir 150 sayfa daha vardı, onu attım mesela. Yazdıklarımın çoğundan vazgeçtim. O kadar çok emek var ki... Kendi içimde; tamam şu anda oldu diyene kadar yazıyorum siliyorum, yazıyorum siliyorum... Günlerce gecelerce uğraşıyorum.

Bestseller olduğunu kabul ediyor musunuz?

Bu ayrımları sorgulamaktan yanayım. Has edebiyat... Nedir bu? Ben şöyle görüyorum: O kadar farklı yazarlık halleri var ki kimi çok ünlü, kimini çok az insan biliyor. Kimseden bir başkasına benzemesini beklemeye hakkımız yok. Herkes farklı yaşıyor, farklı yazıyor. Dünya tarihinde de böyle. Bir de bugün has edebiyat diye adlandırılan birçok yazar kendi döneminde bestseller idi. Bugün has edebiyat dediklerimiz bir zamanlar çok satanlardı yani.

O zaman gönül rahatlığıyla benim kitabım bestseller diyebiliyor musunuz yani? Şu an için...

Bu kategorileri sevmiyor ve benimsemiyorum. Ben tek bir kelime biliyorum ve bir tek onu kullanıyorum: Edebiyat. O nedir? Hikâye anlatma sanatı. Onun özünde ne var? Empati kurabilme yeteneği. Bu kadar.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN PAZAR / 07.08.2011

3 Ağustos 2011 Çarşamba

MUZİP BİR TAKLİT, HATTA TEMELLÜK

Cahit Sıtkı Taranca’nın ‘35 Yaş’ isimli şiir kitabının kapağında Mahmut Cuda’nın ‘Sara’sı vardı bir zamanlar, bir baskıda. Sara, Akademi’de model. Mahmut Cuda resmi 1929’da nü olarak yapmış. 1932’de bir Akademi Balosu’nda, sonradan eşi olacak hanımla karşılaşınca onun üzerindeki pembe ve volanlı elbiseyi Sara’ya giydirmiş. Resim uzun yıllar Cuda’nın Tepebaşı’ndaki evinde, gardolabın üzerinde unutulmuş kalmış. 1982’de Tepebaşı’ndaki ev Üsküdar’a taşınırken tesadüfen bulunmuş.

Şimdi Ahu–Can Has Koleksiyonu’nun nadide bir parçası. Aslını görmek -eğer Has ailesinin samimi bir dostu değilsek- mümkün değil. Ayrıca ne olacak görünce? Sherrie Levine’e göre o zaman da modelin, Sara’nın kendisini görmek isteyeceğiz. Onu görünce de –mümkün değil ya- sanat yok olmuş olacak.

YOLCULUK, POZ VERME ANINA

John Berger, “Geçmiş hiçbir zaman olduğu yerde durup yeniden keşfedilmeyi, aynıyla, olduğu gibi tanınmayı beklemez.” der ve ekler Görme Biçimleri’nde: Bir doğa resmi ‘gördüğümüzde’ kendimizi onun içine koyarız. Geçmişte yapılmış sanata ‘bakıyorsak’ o zaman kendimizi tarihin içine koymuş oluruz. Ancak ‘şimdi’yi gereken açıklıkla görebilirsek geçmiş üzerine sorulması gereken soruları da sorabiliriz.” Öyleyse bırakalım kendimizi geçmişe ve hikâyenin kendisine… Bakalım nasıl sorular gelecek aklımıza?

Genç sanatçı Özlem Şimşek, eski resimlerden ilham alan kocaman oto portre fotoğraflarında sıralamış aklına gelen soruları. Bunun için önce resmin yapıldığı ana gitmiş. Tarihte tek bir kez yaşanmış o poz verme anına… Modelin pozu nasıl verdiği ve ressamın modeli nasıl aktarmak istediği, ilk soru işaretlerine gebe. Sonrası çorap söküğü misali: Ressamın sanat anlayışı, toplumsal görüşü, kadını algılayışı, toplumun kadına bakışı, kadının kendisi… Hepsi hepbirlikte resimde ve karşılıklı etkileşimde. Sonuç: Resim, örneğin Halil Paşa’nın Madam X’i, bir güzel taklitte.

RESİMDEKİ KADIN CANLANSA VE…

Şimşek, önce kostümü ve aksesuarı – sarı tüllü küçük şapkayı ara ki bulasın- ayarlamış ve bir arkadaşının yardımıyla doğru ışığı ve açıyı tespit etmiş. Sonra doğru pozu ve bakışı takınmış ve şaşılacak şey; doğru poz bulununca resmin duygusu da beraberinde gelip yüzüne yerleşmiş. Muzip bir taklit, hatta temellük bu. Ama bir tuhaflık var fotoğraflarda, garip bir uzaklık… Gerçeğe ne kadar yaklaşırsa fanteziye de o kadar yaklaşmış her biri. Bu da Şimşek’e, poz veren kadının/kadınların da birer fanteziden doğduğu gerçeğini göstermiş. Bir soru daha: Bir anda, belli bir zamanda donmuş ve kendini tüm zamanlara sunmuş bir kadın canlansa ve o rolden çıkmaya çalışsa… Acaba?

Cevap videoda. Şeref Akdik’in Ayna Önünde Köpekli Kadın’ını canlandırmış Şimşek. Sıkılmış ve sıkışmış bir burjuva kadını, resimdeki pozunu terkediveriyor aniden. Önce kaçamak bir bakış, sonra hınzır bir gülüş ve beceriksizce bir dans… Bir müddet kirpik bekletme ve kendine çeki düzen vermenin ardından da hadi bana güle güle. Resimdeki kadın gerçekten canlansa ve bu yaptıklarını görse en az izleyici kadar şaşıracak elbette.

Tüm bunlara şahit olan izleyici, resmi başka bir zaman ve başka bir mekânda gördüğünde bu beceriksiz dansı hatırlayacak ve yabancılaşacak ona. Şimşek’in istediği de tam bu. İzleyiciyi çekip şaşırtıp yabancılaştırmak. Çekilme kaçınılmaz bir kere. Çünkü lacivert zemin ve parlak ışık altındaki dev fotoğraflar hem çok çok estetik, hem çok doygun. Işık, kostüm, ifade ve duruş; izleyiciyi ayartıyor anında. Serginin ismi de o zaten: ‘Epik Ayartma’.

İDEAL TÜRK KADINI İMGESİ

Taklit edilenler arasında; Hale Asaf, Mihri Müşfik ve Fahrelnisa Zeid’in oto portreleri, Osman Hamdi Bey’in Naile Hanım’ı, Halil Paşa’nın Madan X’i, Mahmut Cuda’nın Sara’sı Nuri İyem’in Çığlık Çığlığa’sı, Abdülmecid Efendi’nin Hanzade Sultan’ı, Namık İsmail’in Mediha Hanım’ı… Ortak özellikleri modern Türk resminin güzide birer örnekleri olmaları. Söyleyecekleri şey çok bu durumda.

Şimşek anlatıyor onlar yerine: “Modern Türk resim tarihi Batılılaşma hareketleriyle başlıyor, yani Tanzimat dönemiyle. Tanzimat aynı zamanda Batı'ya eğitim için öğrenci gönderilmeye başlanmasının da tarihi. Hem Osmanlı hem de Cumhuriyet'in modernleşme projesinde sanat da kadın da iktidarın önemli bir temsil alanı. … Kadın meselesine iktidarın bakışını yansıtan bir biçimde yaklaşarak üretiyor sanatçılar. Bu durumda ideal Türk kadını imgesi modernleşme ülküsünün geçirdiği değişimle koşut bir değişim içinde. Türk kadınının nasıl olması gerektiğine dair çizilen perspektif ve dönemin resminde kadın imgesinin sunumu, iktidar tarafından şekillendirilmeye çalışılan kadınlık rollerini yansıtıyor.” Hem de bire bir.

Özlem Şimşek'in 24 Haziran- 16 Temmuz tarihleri arasında Galeri Zilberman’da izlenen 'Epik Ayartma' isimli sergisi sayesinde şimdi’yi açıkça gördük ve geçmiş üzerine sorular sormakla kalmayıp cevaplarımızı da birer birer aldık. Bunda serginin küratörü Selin Turam’ın yönlendirmesinin de payı büyük.

JÜLİDE KARAHAN

FOTOĞRAF DERGİSİ/ AĞUSTOS EYLÜL 2011

..