4 Aralık 2012 Salı

iyikiherseyboyle.blogspot.com



Yayımlanmış yazılarımı biriktirmeye iyikiherseyboyle.blogspot.com'da devam ediyorum. Niye? Hem soyadım değişti diye hem de gerçekten iyi ki her şey böyle.. :)

24 Ekim 2012 Çarşamba

Anadolu Kasabalarının Uzun Hikâyeleri



Bulgaryalı Ali ile lepiska saçlı Münire’nin sevdasını anlatan Uzun Hikâye, 12 Ekim itibariyle vizyonda. Mustafa Kutlu’nun aynı isimli eserinden uyarlanan ve Osman Sınav tarafından yönetilen filmin başrollerinde Kenan İmirzalıoğlu ile Tuğçe Kazaz var.



Filmin kahramanları o kasaba senin bu kasaba benim dolaşırken bir yandan da Anadolu’dan hayatların fotoğrafını çekiyor. Hepimizin bir kasabası, bir köyü var ve Osman Bey, sizinki Burdur Yeşilova mesela. Görüntü, daha doğrusu hayat nasıldı orada?

Osman Sınav: Hangi birini anlatayım? Harman yerinde uyudun mu hiç? Harmanın içine yatıp yıldızları sayarsın gece. Aniden çok uzaktan, yıldızların arasından bir şey geçer. Ben onu yıldız kayması zannetmiştim yıllarca. Uçak olduğunu çok sonra anladım. Uçak diye bir kavram yok ki! Torosların tepesinde tam dokuz ay kar altında kalan bir köy.

Kenan İmirzalıoğlu: Ben de köyde büyüdüm. Ankara’nın Üçem Köyü. Harman yeri baharda yemyeşil olurdu. Yeni doğmuş yüzlerce kuzu böyle kartopu gibi salınırdı. Bir tanesi bir tarafa koşunca öbürleri de kırlangıç gibi peşinden… Çocukluğumun en güzel resmidir bu. Sonra kendi bahçemizde yetişen elma ve kayısıdan yemek...

Osman Sınav: Sen hiç erik çaldın mı?

Kenan İmirzalıoğlu: Erik çalmadım da bir keresinde ayva çaldım. Onda da istemiştim sahibinden, vermemişti. Bizim köyün muhtarının çok güzel ayvası vardı. Bir gün hanımı bahçedeydi “Nazmiye Hala, Nazmiye Hala bana bir tane ayva verir misin” diye seslendim. Kovaladı beni. Annem de hep “Oğlum bir şeyi ya evde ye ya da dışarı çıktığında gören herkese ikram et. Göz hakkıdır.” derdi. Ben de mantık yürüttüm: Bahçedeki ayvayı gözüm görüyor. İstedim. Nazmiye Hala vermedi. O zaman gözümün hakkı gereği o ayva bana vacip.

Tuğçe Hanım… Sizin oralarda neler olurdu?

Tuğçe Kazaz: Benim de yedi-sekiz yılım Ayvalık ve Edremit’te geçti. Kasaba hayatını düşününce aklıma hep özgürlük gelir. Okuldan çıkıp oyun oynamaya gitmek, denize girmek, çam ormanları, çay bahçeleri…

Uzun Hikâye’ye dönelim… Bu hikâyeyi film yapmak neden bu kadar uzun sürdü?

Osman Sınav: Uzun Hikâye 11 yıldır aklımızdaydı aslında. Hatta kitabı okuması için taa o zamanlar vermiştim Kenan’a. Yıllarca kitaptaki ruhu yakalayamadık senaryoda. Bazı filmler böyledir, 8-10 yılda bir çıkar. Bu benim 10 yılda bir yapabileceğim bir film. Bu durum oyuncular için de geçerli. Bazı roller hayatta karşılarına bir kere çıkar. 11 yıl önce çekecektik diyoruz ya. Şimdi düşününce her şerde bir hayır var. İyi ki şimdi çektik. Çünkü şimdi her şey yerli yerine oturdu, nasıl denir, oldu!

Siz ikiniz anlaşmışsınız da, ya Münire?

Kenan İmirzalıoğlu: Münire kim olacak; bu bizim 11 yıllık sorumuz. Böyle büyülü bir kız olması lazım, lepiska saçlı, renkli gözlü…

Osman Sınav: Ali başından beri belli ama Münire yok.

Peki, nasıl bulundu?

Kenan İmirzalıoğlu: Osman Abi bir gün “Tuğçe Kazaz’la deneme çekimi yaptım” dedi. Ben tabii şaşırdım. Ama… Osman Abi, acele etme önce izle deyince… İzledik birlikte, gerçekten de Münire orada duruyor. Üzerinden bir gece geçti. Ertesi gün gazetede bir fotoğrafını gördüm Tuğçe’nin. Baktım, Münire orada da duruyor.

Tuğçe Hanım, işler sizin cephenizde nasıl ilerledi?

Tuğçe Kazaz: Ben en son 2007’de bir televizyon filmi yaptım. Sonrasında sadece modelliğe odaklandım. 2007-2012 yılları arasında elime yedi tane senaryo geçti ama hem ben çok kararlıydım hem de gönlümü çelen bir şey çıkmadı. Derken bir gün bir ajanstan telefon geldi, Uzun Hikâye için sizi düşünüyoruz diye. Senaryoyu okudum, heyecanlandım. Görüştük, deneme çekimi yaptık. Bir ay ses çıkmadı. Ben “Herhalde olmayacak, kısmet değilmiş” dedim. Filme iki hafta vardı, Osman Bey’in mesajı geldi: “Tebrik ederim, Münire sizin. İnşallah hepimiz için hayırlısı olur.”

 ***


UZUN HİKÂYE’NİN SENARYOSU VE MÜZİĞİ

Mustafa Kutlu’nun aynı isimli eserinden Yiğit Güralp’ın senaryolaştırdığı Uzun Hikâye’de Altan Erkekli, Güven Kıraç, Zafer Algöz, Cihat Tamer, Mahir Günşıray ve Mustafa Alabora gibi pek çok önemli oyuncu yer alıyor. Filmin müzikleri ise Ulaş Özdemir’e ait.
JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE EKİM 2012 

...

23 Ekim 2012 Salı

TÜRK DİZİLERİ; HIZLI VE EMİN ADIMLARLA…



TÜRKİYE’NİN İHRAÇ ETTİĞİ ÜRÜNLER ARASINDA ARTIK DİZİLER DE VAR. ÜSTELİK DURUM; DİLİMİZE DİZİ TAKİPÇİSİ, DİZİ TURİZMİ VE DİZİ DİPLOMASİSİ GİBİ KAVRAMLAR YERLEŞTİĞİNE GÖRE HAYLİ CİDDİ. 


Türkiye’nin Ortadoğu ve Balkan ülkelerine yaptığı dizi ihracatı yılda 60 milyon doları geçmiş durumda. Üstelik iş, televizyonda birkaç bölüm izlemekle bitmiyor. Dizinin takipçileri; merak ettikleri şehri, evi ve karakterleri görebilme umuduyla yollara düşüyor. Türk dizileri yayınlanmaya başladıktan sonra Ortadoğu’dan gelen turist sayısının yüzde 350 artmış olması başka türlü nasıl açıklanabilir ki? Ya da Gümüş dizisinin çekildiği yalıyı birden bire 300 binden fazla turistin ziyaret etmesi…

Bir de işin ticari, diplomatik hatta stratejik tarafı var. Örneğin Cumhurbaşkanı, Başbakan ya da Dışişleri Bakanımız Ortadoğu ve Balkan ülkelerine adım atar atmaz sohbet hemen dizilerden açılıyor. Hatta rivayete göre işadamları toplantılarda önce dizileri konuşuyor, sonra anlaşmaları imzalıyor.

KÜLTÜREL BENZERLİK ETKİSİ

Ortadoğu, Türkî Cumhuriyetler ve Balkan ülkelerinin Türk dizilerini bu denli sevmesinin en önemli nedeni kültürel benzerlik. Türk dizilerini dünyaya pazarlayan Calinos Holding Yönetim Kurulu Başkanı Fırat Gülgen, “Biz aslında kültür ihracatı yapıyoruz.” diyor ve ekliyor: “Bizim dizilerimiz insan hikâyesi anlatıyor. İzleyen bir yerinde mutlaka, işte bu benim hikâyem diyor.” Global Agency’nin sahibi İzzet Pinto da aynı görüşte: “İzleyici diziyle, öyküyle bir yakınlık kuruyor; oyuncuları ve karakterleri kendine benzetiyor.”

Hikâyenin geçmişi öyle çok eskilere de gitmiyor. Televizyon yapımı ihracatına 1997 yılında başlayan Calinos, ilk dizi ihracatını 2001-2002 yıllarında Kazakistan’a yapmış; Deli Yürek dizisiyle… O zamanlar bölüm başına 30-50 dolar civarında paralar söz konusuyken dizilerin pazarlandığı coğrafya genişlemiş ve fiyatlar artmış. Calinos’un ihraç ettiği diziler arasında; Adını Feriha Koydum, Aliye, Dudaktan Kalbe, Yaprak Dökümü ve Yol Arkadaşım gibi yapımlar var. Şu anda ortak projeler hazırlama aşamasında olan Calinos, 68 bölümlük bir Fatih Sultan Mehmet ve İstanbul’un Fethi dizisi için Katarlı bir firma ile anlaşmış. Yayın tarihi 2013 başları olarak düşünülen dizi için çok yüksek bir bütçe söz konusu.

Global Agency ise 2006 yılında Gelinim Olur musun? isimli yarışma programının hemen ardından Gümüş ve Binbir Gece dizilerini ihraç etmiş. Binbir Gece deyim yerindeyse ortalığı kasıp kavurduktan sonra da Aşk-ı Memnu’nun senaryo haklarını dünyaya pazarlamaya başlamış. Yakın zaman önce Muhteşem Yüzyıl’ın dünya satış haklarını alan şirket, diziyi –şimdilik- 40 ülkeye satmış. Bölüm başı satış fiyatı ve toplam getirisiyle rekor kıran ve ortalama bir diziden 3 kat pahalıya satılan Muhteşem Yüzyıl’ın gittiği ülkeler arasında Afganistan, Bosna Hersek, Hırvatistan, İran ve Arnavutluk var. Şu anda yayında olan Suskunlar’ı henüz çekim aşamasında pazarlayan Global Agency, Star TV dizilerinin dünyadaki tek dağıtıcısı durumunda. Hedefi ise Asya ülkeleri.

BU BİR FIRSAT!

Türk dizilerine olan ilginin sadece Ortadoğu ülkeleriyle sınırlanamayacağını vurgulayan TRT Genel Müdür Yardımcısı Zeynel Koç da coğrafyayı genişletme taraftarı: “Balkan ve Kafkaslar yanı sıra Orta Asya ülkeleri de Türk dizilerini tercih ediyor. Çünkü Türkiye’de gerçekten çok kaliteli diziler çekiliyor. Evrensel değerleri olan, teknik açıdan gayet yeterli yapımlar. Yakın zamanda çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmamız işten bile değil.” Yapımcı Osman Sınav da aynı fikirde: “Türk dizilerinin yurtdışına açılması uzun zamandır hayal ettiğimiz bir şeydi ve üzerinde çok çalışıldı. Bir de bizim Asya, Afrika ve Ortadoğu ülkeleriyle ortak hikâyelerimiz var. Paylaşımımızı genişletmeliyiz. Uzakdoğu’ya ve Latin Amerika ülkelerine uzanmalıyız.”

TRT Genel Müdürü İbrahim Şahin ise “Yakın zaman öne Bir Zamanlar Osmanlı-Kıyam’ı çok yüksek fiyatlara sattıklarını ama bunun bir başarı olarak değerlendirilmemesi gerektiğini söylüyor ve ekliyor: “Önemli olan dizileri uzun vadede ve sürdürülebilir şekilde pazarlamak. Ortadoğu’da Türk dizileri hakkında doktora tezleri yazılıyor. Bizim de ciddi anlamda kafa yormamızın ve uzun vadeli planlar yapmamızın zamanı geldi.” Televizyon Eleştirmeni Ali Eyüboğlu da Şahin’le aynı görüşte: “Yıllık kazancın 60 milyon dolar olduğu bir pazardan bahsediyoruz. Bu rakam yakında 100 milyon dolara ulaşır. Önemli olan pazarın kendini yok etmeyecek şekilde büyümesi. Dizilerin yüksek fiyatlara satılmasındansa satışın sürekli olması hedeflenmeli. Yalnız sadece özel sektörün desteği yetmez. Kültür ve Turizm Bakanlığı da planlama noktasında sektöre destek vermeli çünkü bu konu beraberinde ciddi bir turizm hareketi de getiriyor. Örneğin bakanlık Türkiye’de tanıtmak istediği yerlerde yapılacak dizi çekimlerini teşvik edebilir. Bu büyük bir fırsat fakat sürdürülebilir planlama şart!”

…....


DİZİLERİN PAZARLANMA YOLCULUĞU

Her kanal kendi dizisini pazarlayabiliyor. Bunun yanı sıra Türk dizilerini yurtdışına pazarlayan iki üç profesyonel firma var. Kanal ya da dizinin satış hakkını alan firma, yurtdışında - genellikle fuarlarda - pazarlamayı gerçekleştiriyor ve dizinin diyalog listeleri, müzikleri ve dublajları izleneceği ülkeye göre düzenleniyor. Bir dizinin bölüm başı fiyatı en aşağı 30 bin dolar. Şimdiye kadarki en pahalı dizilerden biri Ezel, diğerleri ise Muhteşem Yüzyıl ve Bir Zamanlar Osmanlı – Kıyam. En çok izlenenler arasında yine Binbir Gece, Muhteşem Yüzyıl, Ezel, Gümüş ve Kurtlar Vadisi var. En popüler oyuncular ise Kıvanç Tatlıtuğ, Kenan İmirzalıoğlu, Tuba Büyüküstün, Songül Öden, Murat Yıldırım, Beren Saat ve Halit Ergenç.


JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE EKİM 2012 

 


17 Ekim 2012 Çarşamba

İşin Sırrı Efektlerde

Yazar Turgut Özakman’ın “Diriliş-Çanakkale 1915” isimli romanından uyarlanan “Çanakkale 1915”, 18 Ekim’den itibaren vizyonda.

“Çanakkale 1915”, Balkan Savaşı’ndan yenik ayrılan bir milletin silkinerek ayağa kalkışının, bir nevi yeniden dirilişinin hikâyesini Bigalı Mehmet Çavuş, Seyit Onbaşı ve daha birçok isimsiz kahramanın yaşadıkları üzerinden anlatıyor. Rusya’ya yardım etmek ve İstanbul’u işgal etmek amacıyla Çanakkale’ye tarihin gördüğü en büyük donanmalardan biriyle saldıran Müttefik Kuvvetler’in türlü olanaksızlık içinde bile nasıl püskürtüldüğünü belgeleyen filmde, bilhassa dijital efektler dikkat çekiyor.

“Çanakkale 1915” in özel efekt ekibi adına konuşan Serkan Bayındır, “Çanakkale 1915’in yeri çok ayrı” diyor ve ekliyor: “Bir savaşı, üstelik Türk tarihinin en önemli savaşını konu alan böyle önemli bir filme efekt yapmak, eminim dünyadaki tüm şirketleri heyecanlandırırdı. Endüstriyel tasarımcı, heykeltıraş ve kimyagerlerden oluşan atölye ekibimiz de heyecan içinde çalıştı ve filmdeki silahlı çarpışma, patlama, yangın, sualtı çarpışma görüntüleri ve daha pek çok sahne için gereken özel mekanizmaları hazırladı.”

ÇEKİMLER GERÇEK MEKÂNLARDA


Yapımcılığını Fida Film’in üstlendiği “Çanakkale 1915”in tamamı, Çanakkale’nin Ayvacık ilçesine bağlı Gürpınar beldesinde, savaşın gerçekten geçtiği topraklarda çekildi. Girilmesi ve çekim yapılması yasak olan bu arazilerde ve anıtsal yapılarda gerçekleşen çekimler Genelkurmay Başkanlığı’nın özel izinleriyle mümkün olabildi.


Çekimleri yaz boyunca devam eden filmin oyuncuları arasında; “Anadolu Kartalları”, “Anlat İstanbul” ve “Çakallarla Dans” gibi filmlerdeki performansıyla övgü toplayan Şevket Çoruh (Bigalı Mehmet Çavuş) ile Hanım’ın Çiftliği dizisinde Selim rolünde izlediğimiz Barış Çakmak (Binbaşı Ali) başı çekti. Onları “Nefes” filminden bildiğimiz İlker Kızmaz (Mustafa Kemal Paşa), pek çok diziden tanıdığımız Bülent Alkış (Binbaşı Mahmut Sabri) ve “Gişe Memuru” isimli filmde başrolde izlediğimiz Serkan Ercan (Yüzbaşı Mehmet Hilmi Şanlıtop) izledi. “Yumurta” ve “İklimler”den tanıdığımız Ufuk Bayraktar ise Seyit Onbaşı’yı canlandırdı.

 

EFEKT SIRLARI

Serkan Bayındır: “Savaşta kullanılan silahların orijinallerinden kalıplar alarak replikalarını yaptık. Filmde kullanılan 500 Türk mavzeri, 250 İngiliz tüfeği, 250 Anzak tüfeği ve 10 makineli tüfeğin en önemli özelliği kısmen çalışabilir olmalarıydı. Çekim mekânları, Çanakkale savaşının geçtiği tarihi değeri yüksek alanlar olduğundan çevreye zarar vermemek adına patlama sahnelerinde kullanmak üzere yüksek basınçla çalışan mekanizmalar ürettik. Görkemli patlama sahnelerine rağmen kimyasal madde kullanımını minimum düzeyde tuttuk. Kara savaşı sahneleri de yine gerçek mekânlarda çekildi. Ama sualtı sahneleri için durum biraz farklıydı. Plato ortamında hazırlanan özel cam havuz, bu görüntülerin çekim mekânı oldu.”

SON BAYRAM NAMAZI

Filmin en önemli sahnelerinden biri Çanakkale Savaşı’ndaki kahramanlıklarıyla bilinen 57. Alay’ın bayram namazıydı. Civar üniversitelerin tiyatro ve iletişim fakültesi öğrencileri, bölgenin amatör tiyatrocuları ve köylerden gelen gönüllü gençler namaz sahnesi için güneşin altında saatlerce bekledi. Genel görüntüyü alacak kamera bir vinç yardımıyla metrelerce yükseğe çıktı. Mevcut figüran görüntüsü, gelişmiş sinema teknikleri sayesinde on binlere ulaştı. Hikâyeye göre Çanakkale harbinin en çetin günlerinde bütün alay, cephede bayram namazı için saf tuttu ve hutbeyi dinledi. Namaz kılındı ve herkes huşu içinde birbiriyle bayramlaştı.

FİLM NOTLARI


• Film için 2 binden fazla  Türk, Anzak ve İngiliz  kostümü dikildi.
• Film çekimleri için tarihi dokular da kullanılarak 3 bin metrekare alana dekor  inşa edildi.
• 5 Mart 1915 günü Gelibolu Yarımadası’nı bombardımana tutan İngiliz savaş zırhlısı Kraliçe Elizabeth’in iç odaları, orijinaline uygun şekilde  inşa edildi.
• Beş İngiliz Vickers makineli tüfek, beş Türk mitralyoz makineli tüfek orijinalinden kalıp alınarak yapıldı.
• Üçü sahra topu olmak üzere döneme ait değişik modellerde toplar yapılarak kullanıldı.
• 500 mühimmat sandığı ve 10 bin kum çuvalı yapıldı.
• Aslına sadık kalınarak yaklaşık 2 bin 750 metre uzunluğunda Türk siper alanları ve mevziler oluşturuldu. Siper bölgeleri hazırlanırken günde 40 kişi  iki ay çalıştı.


JÜLİDE KARAHAN 

ANADOLUJET EKİM 2012 

...

15 Ekim 2012 Pazartesi

İSTANBUL’UN YENİ TELAŞI: TASARIM BİENALİ



İstanbul’un nur topu gibi bir telaşı daha oldu: Bu yıl ilki gerçekleşecek İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali. Tasarım dünyasından pek çok önemli ismi ağırlayacak bu tatlı telaş 13 Ekim’de başlıyor. Uzak kalmayın!



İstanbul Uluslararası Tasarım Bienali küratörlerinden mimar Emre Arolat, geçtiğimiz yılki Dünya Mimarlık Festivali’nde kendisini epey irkilten bir soruyla karşılaşmış: “İstanbul bir tasarım bienali için hazır mı gerçekten? Yani o kadar oldu mu?”

Soruyu soran kim ve konuşma nasıl sonuçlandı bilmiyoruz ama düşündüklerini bize şöyle aktarıyor Arolat: “O kadar olmamak… Ne kadar olmamak? Sıkı bir tasarım bienali düzenleyebilmek için daha ne kadar olmalı? Hazır olmak için ne yapmalı? Evet, İstanbul bir âlem. … Evet; ilham verici, enerji dolu, evet bugünlerde herkesin gözü buralarda. Ama o çok şaşaalı, parıltılı Anglo-Sakson kentlerle ya da Latin kökenli alımlı çalımlı öncülleriyle onu aynı kefede tartmıyor tasarım guruları. Hala biraz ötekilik çekiyor öyle değilmiş gibi yapsa da son on yılda. Bu bağlamda hayli dertli, bir o kadar da karmaşık bir ruh halinden, bir kavrayıştan söz edilebilir bu coğrafyada. Tıpkı şehrin kendi karmaşıklığı gibi. Çok katmanlı, capcanlı, ele avuca gelmez bir şehir İstanbul. … Nev’i şahsına münhasır. Bir Toronto değil ya da bir Milano. Ne de şu anlı şanlı mimarlık festivaline ev sahipliği yapan Barcelona’ya benziyor dikkatle bakıldığında. İşte tam da bu nedenle, tam da damardan bir tasarım bienali yapılır İstanbul’da.”

DAMARDAN TASARIM

Biraz da böyle düşüncelerle ve İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın düzenlemesiyle yola çıkan Uluslararası İstanbul Tasarım Bienali; kentsel tasarım, mimarlık, endüstri ürünleri tasarımı, grafik tasarım, moda tasarımı ve yeni medya tasarımı gibi alanları kapsayarak 12 Aralık’a dek devam edecek. Temelde iki ana mekânda - İstanbul Modern ile Galata Özel Rum İlköğretim Okulu - ama aslında tüm şehirde… Çünkü bienalin etkinliklerinden biri Tasarım Yürüyüşleri.

İstanbul'un farklı bölgelerinden seçilen tasarım odaklı 90’ın üzerinde dükkân, atölye, imalathane ve mimari yapıyı gezme imkânı sunacak bu yürüyüşler; Kuzguncuk'taki önemli dini yapılardan Nişantaşı'ndaki ayakkabı atölyelerine, Kapalıçarşı'daki bakır dövme ustalarından Çukurcuma'daki takı tasarım dükkânlarına uzanacak. Kuzguncuk, Beyoğlu-Cihangir-Galatasaray, Şişhane-Galata, Nişantaşı-Teşvikiye, Sultanahmet, Fener-Balat ve Karaköy olmak üzere 7 ayrı rotadan oluşacak yürüyüşler; tasarımla birlikte İstanbul’un pek çok kapısını da ziyaretçilere açacak.

Bunun yanı sıra… Bienal, 46 ülkeden 200’ün üstünde tasarımcı ve mimarın; objelerden video yerleştirmelerine, maketlerden açık alan düzenlemelerine, fotoğraflardan interaktif araçlara uzanan yaklaşık 100 projesine ev sahipliği yapacak. Teması Londra Tasarım Müzesi Direktörü ve İstanbul Tasarım Bienali Danışma Kurulu Üyesi Deyan Sudjic tarafından Kusurluluk olarak belirlenen bienalin bir diğer küratörü ise Joseph Grima.


 ,,,,,,,

Küratör Joseph Grima / Sergisi Adhokrasi

Galata Özel Rum İlköğretim Okulu’nun tüm katlarında yaklaşık 2.300 metrekarelik alana yayılacak Adhokrasi’de (Bürokrasinin tam karşıtı demek) 120’ye yakın tasarımcı ve mimarın, mevcut ürün ve objeleri yanı sıra bienale özel hazırladığı projeler sergilenecek. “Tasarım artık her zaman her yerde ve bu haliyle neredeyse görünmezliğe bürünmüş durumda. Bulunduğu noktada gündelik hayatın içine öylesine işlemiş ki tasarımın aslında geniş bir etki alanı olan, kaçınılmaz surette politik bir aktivite olduğunu unutuyoruz.” diyen Grima’ya göre tasarım bugün, kısa ve çelişkilerle dolu tarihinin en önemli kavşaklarından birinde.

Küratör Emre Arolat/ Sergisi Musibet

Bugünün İstanbul’unu mimari tasarım ve kentsel dönüşüm çalışmaları açışından sorgulayan 95 tasarımcı ve mimarın 30’un üzerinde projesini bir araya getirecek Musibet isimli sergide; sorunlara çözüm üretmek yerine yeni soruların sorulması hedefleniyor. İstanbul Modern’de 1.400 metrekarelik bir alana kurulacak sergi; maket, video, fotoğraf ve interaktif oyun gibi çalışmalardan destek alıyor. İstanbul’da son dönemde gündemde olan kentsel dönüşüm yasası ve mutenalaştırma projelerini masaya yatıracak sergiyle yapılmak istenen, Arolat’ın deyişiyle şöyle: “Tasarımın gündelik hayattan uzak, değdiği her şeyi meşrulaştıran bir gücü olmadığı fikrinin altını çizmek.”

TASARIM YÜRÜYÜŞLERİ İÇİN

Kasım ayında başlayacak Tasarım Yürüyüşleri, bieanlin sonuna kadar Cuma ve Cumartesi günleri özel bir rehber eşliğinde 20 kişilik gruplar halinde yapılacak. Ayrıntılı bilgi, bilet fiyatları ve katılım için: designwalk@istanbuldesignbiennial.org

JÜLİDE KARAHAN 

SKYLIFE BUSINESS EKİM 2012 

...

10 Ekim 2012 Çarşamba

MONET’NİN PİPOSU, GÖZLÜĞÜ VE PALETİ



Açıldığı günden bu yana Picasso, Rodin, Dali ve Rembrandt gibi isimleri ağırlayan Sakıp Sabancı Müzesi’nin yeni konuğu Fransız Ressam Claude Monet.



Nasıl ki… Londra’ya giden ve sanatla biraz ilgilenen her turist Tate Modern’i ziyaret ediyorsa; İstanbul’a gelenler de Sabancı Müzesi’ni görmeden dönmüyor geriye. 2002’de açılan ve geçtiğimiz aylarda 10. yaşını kutlayan müze, biraz da bu vesileyle, çok konuşulacak bir sergi daha hediye ediyor sanatsevere. 9 Ekim – 6 Ocak tarihleri arasında ziyaret edilebilecek serginin ismi ‘Giverny Bahçesi’. Claude Monet'nin (1840 – 1926), yaşamının son 30 yılını adadığı bahçe resimlerinin çoğunlukta olduğu sergide; Monet ve eşi Camille'in Auguste Renoir imzalı portreleri ile kişisel eşya ve fotoğrafları yer alıyor. Üstelik kişisel eşyalar arasında onun için pek kıymetli olan piposu, gözlüğü ve paleti de bulunuyor.

Paris Marmottan Monet Müzesi işbirliğiyle İstanbul'a gelen serginin en önemli tarafı, ressamın sadece 40 kadar tablosu ve birkaç kişisel eşyasıyla değil; tüm yaşamı, sanat tarihindeki yeri ve dönemiyle anılması. Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer'in bizzat dikkat çektiği üzere, müzeleri galerilerden ayıran en mühim ayrıntı da bu zaten: “Ziyaretçinin eserleri görmesinin ötesinde onlarla, onların yapıldığı dönemle ilgili pek çok şey öğrenmesi.”

İZLENİMCİ SIFATI TUTAR VE…

Öyleyse… Biraz geçmişe dönelim önce. Fransız ressam Claude Oscar Monet, 1840 sonbaharında Paris'te doğdu ama yakınlardaki Le Havre'de büyüdü. Ressam Boudin'le tanışana dek kendi halinde karikatürler çizse de bu dostlukla birlikte en birinci meşgalesi; suları, gökyüzünü, ağaçları ve insanları açık havada izleyip resmetmek oldu. Paris'te Troyon, Pissaro, Renoir, Sisley ve Manet ile bir araya gelmesi ise tam anlamıyla kaderin bir cilvesi... 

Çünkü tarihsel ve dinsel resimlere hiç yüz vermeyen bu ressam dostlar, Akademi'nin resmi sergisi Salon'dan dışlanıp da kendi sergileri ‘Reddedilenler'i açtığında ki tarih 1874…  Sergideki bir yapıt -‘İzlenim/Gündoğumu'- bir eleştirmen tarafından tamamen küçümseme niyetiyle ‘izlenimci' sıfatıyla nitelendirildi. Ve evet, sıfat tuttu, onlar artık ‘İzlenimciler'di.

Yıllarca sürecek izlenimci-sanat eleştirmeni gerginliği de böylece başladı. İzlenimcilerin anlaşılabilmeleri, birilerinin resimlere uzaktan bakmayı akıl etmesiyle mümkün olduğunda aradan neredeyse 30 sene geçmişti. Bu zaman zarfında pek çok şehri dolaşıp resimleyen Monet, 1891'de Paris yakınlarındaki Giverny'de bir bahçe ve ev satın alarak kendini çiçek yetiştirmeye adadı. Yıllar içinde genişlettiği bahçesine yapay bir gölet yaparak içine nilüferler yerleştirdi ve galiba dünyanın tüm çiçeklerini bir araya getirdi. Bir servet ve 12 koca yıl pahasına… Ama “Belki de ressam olmayı çiçeklere borçluyum.” dediğine bakılırsa buna değdi.

1926'daki ölümüne dek sadece ve seriler halinde bahçesini, nilüferleri, kavakları, salkım söğütleri ve Japon köprüsünü resmeden Monet’nin dünyasını daha yakından keşfetmek için 6 Ocak’a dek Sabancı Müzesi’ni ziyaret etmeniz gerekli. Bir de resimlere biraz uzaktan bakmanız…


....

MUTLAKA!

Müzeye gitmişken… 200'den fazla İslam sanatı eserinin interaktif sistemler ve i-padlerle gezilebildiği ‘Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonu’ isimli sergi de görülmeli. Başta Kuran-ı Kerim nüshaları olmak üzere nadir elyazması kitaplar, kıta ve murakkalar, levha ve hilyeler, tuğralı ferman ve beratlar ile hattatların yazı yazmada kullandığı araçların bulunduğu sergide; artırılmış gerçeklik teknolojisi ile hazırlanmış pek çok animasyon var. Koleksiyonun sunumu Ahmet Oran'ın yazı alıştırmalarına gönderme yapan 2005 - 2006 tarihli kaligrafik kompozisyonuyla başlıyor ve Kutluğ Ataman'ın hüsnühat sanatının 'müsenna' veya 'aynalı' ismi verilen simetrik yazı kompozisyonlarını hatırlatan 2009 yapımı videosuyla bitiyor.


MÜZEDEN ÖNCE

Bahçesindeki at heykelinden dolayı Atlı Köşk diye bilinen Sakıp Sabancı Müzesi binası Mısırlı Hıdiv ailesi mensubu Prens Mehmed Ali Hasan tarafından İtalyan Mimar Edouard de Nari’ye 1925’te yaptırıldı. Köşkü, işadamı Hacı Ömer Sabancı, içindeki bazı değerli eşya ve mobilyalarla birlikte 1951'de satın aldı. Babasının ölümünün ardından ailesiyle birlikte Atlı Köşk’e yerleşen Sakıp Sabancı, 1970’lerden itibaren Osmanlı el yazmaları ve hat eserleri ile Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerine ait yağlıboya tabloları toplayarak önemli bir koleksiyon oluşturdu. Atlı Köşk, içindeki koleksiyon ve eşyalarla birlikte müzeye dönüştürülmek üzere 1998 yılında Sabancı Üniversitesi’ne tahsis edildi ve 2002’den itibaren özel müze olarak hizmet vermeye başladı.


4 AYDA 254 BİN KİŞİ

24 Kasım 2005 ile 26 Mart 2006 tarihleri arasında gerçekleşen ‘Picasso İstanbul’da’ sergisi, 4 ay gibi kısa bir sürede 254 bin kişi tarafından ziyaret edildi. Sergi boyunca müzenin kapısından kuyruk eksik olmadığı gibi sahil trafiği kilitlendi. Ayrıca Erzurum ve Ankara gibi uzak şehirlerden otobüsler kiralanarak toplu ziyaretler yapıldı. 


JÜLİDE KARAHAN 

TELGRAF EKİM 2012 

...


8 Ekim 2012 Pazartesi

GELECEĞİN TA KENDİSİ: SEYDİ MURAT KOÇ



Türkiye’nin başarılı genç sanatçılarından Seydi Murat Koç, bundan 5 sene önce gelecek vaat ediyordu; şimdiyse geleceğin ta kendisi.


Seydi Murat Koç, 2 Ekim – 2 Kasım tarihleri arasında ‘Vertigo’ isimli kişisel sergisiyle Çağla Cabaoğlu Gallery’de olacak. Akrilik ve yağlı boya kullanarak ürettiği son resimlerinde tuvalin dört kenarlı yapısının dışına çıkan sanatçı; bir yandan mimari yapılar ve kent siluetlerini yeniden yorumluyor, diğer yandan da bir sonraki serisinin ipuçlarını veriyor. İlgilisine…

Sıçramalar serinizde figür, daha doğrusu insan ve onun duygusu ön plandayken şimdi şehir ve mimari, yani mekân problemi birinci. Neden?

Sıçramalar serisi; yaşadığımız dünyanın bir rönesansa, bir sıçramaya ihtiyaç duyduğu fikrine dayanıyordu. O seride insan ön planda görünüyordu ama aslında onun bireysel ivmesi ve atağı ile toplumun geneline bir gönderme yapıyordum. ‘Vertigo’ sergimde yer alan ‘Yerden Yüksek’ serisinde ise, yine insanın toplumsal boyuttaki paylaşımını ve bireysel olarak günlük hayattaki çelişkilerini kent hayatının temelini oluşturan mimari yapılar ve kent siluetleri üzerinden aktarıyorum.

Peki insan… Şimdi sadece bir destek olarak mı var resminizde? Yani merkezden çıktı mı?

Aksine, insan olgusu her zaman işlerimin merkezinde. Mimari anlamda dünyayı yeniden kurgulayan insan, hem kentin baş döndürücü döngüsü içinde yaşayan hem metropolün çelişkileriyle yüzleşen hem de toplumsal düzenleri oluşturan faktörler olarak karşımıza çıkıyor. İnsanın iktidar ve güçle geliştirdiği gergin ilişkiyi ve bunun insan üzerindeki etkilerini, kentlerin tarihsel dokusu ve çağdaş mimarinin karşıtlığı üzerinden anlatıyorum.

Kent siluetleri ve mimari yapılarla uğraşmanız kentsel dönüşümle ilgili birtakım ciddi duyarlılıklarınız olduğunu da düşündürüyor. Öyle mi? Örneğin… Şu anda içinde yaşadığınız kent İstanbul ve yeni bir kentsel dönüşüm yasası söz konusu. Size ve sanatınıza nasıl yansıyor bu?

Yeni serideki resimler İstanbul’la birlikte dünyadaki önemli ekonomi merkezlerinin siluetlerini içeriyor. Bununla birlikte çalışmalarımda, dünyanın önde gelen mimarlarının yaptığı ve kendileri sanat eseri niteliğindeki mimari yapıları kullandım. Türkiye’de böyle tasarımlar yok, çünkü her şey ekonomiye ve para düzenine hizmet ediyor. Dünyanın gelişmiş ülkelerindeki mimari yapılaşma, sanata ve kültürel gelişime hizmet etmekte aslında. Kentsel dönüşümün en ideal hali alt yapısal dönüşüm. Eğer alt yapı sağlam değilse, üstüne ne koyarsanız koyun, durmaz! Bu dönüşüm ancak doğayı hiçe saymadan, onunla bütünleşerek ve insan faktörünü merkeze koyarak gerçekleşebilir. Öyle de olmalı. 

ON YIL ÖNCE HER ŞEY DAHA ZORDU

Sizin için dönüm noktası neydi? Tanınırlık adına… Mesela Milliyet Sanat’ın kapağına taşınmak ya da RH+Sanat Dergisi’nin düzenlediği yarışmada ‘2005 Yılı Genç Ressamı’ seçilmek… 

Bu saydıklarınız kendi ilerleyişim içinde bana çok iyi basamak oldular. Yılın Genç Ressamı seçilmek o dönem için önemliydi, basında yer almak ve bilinirliğimin artması adına da çok iyi bir gelişmeydi. Genç bir sanatçı olarak gözde sanat dergilerinden birinin kapağında yer almaksa, hedeflerim doğrultusunda attığım adımların doğruluğunu onaylamış oldu.

Yarışmaları epey iyi değerlendiren bir sanatçısınız. Önemli ve gerekli mi bu? Şimdi yarışmalara nasıl yaklaşıyorsunuz? Devam mı?

Türkiye’de genç bir sanatçı olarak çalışmalarımı çeşitli platformlarda sergileme imkânı on yıl öncesinde daha zordu. Bu yarışmalara katılmak hem sanat ortamındaki görünürlüğümü arttırdı, hem de sonraki çalışmalarım için finansal kaynak yarattı. Şimdi ise, profesyonel bir galeriyle çalışıyorum; böylelikle çalışmalarım hem yurt içinde hem de yurt dışında temsil ediliyor.

Neredeyse her yıl yeni bir kavram/seri deniyorsunuz. Nasıl karşılanıyor bu?

Şu ana kadar yaptığım tüm seriler, gündemde ve çevremde olup bitenlere verdiğim yanıtlar olarak okunabilir. Kavramsal olarak hepsi zincirin parçaları gibi birbirini takip ediyor.

Üretim sürecinizde bilgisayardan ne kadar destek alıyorsunuz?

Çalışmalarımın eskiz aşamalarında tasarım programlarını yoğunlukla kullanıyorum. Özellikle son çalışmalarımda mimari yapılanmanın sosyal ve toplumsal karşılıklarına değinirken, mimari manipülasyonun foto-kolaj tekniğiyle yeniden manipülasyonunu sağladım. Bu yöntemle var olan gerçekliği yeniden kurgulayarak kendi gerçekliğimi oluşturdum.

Eylül’de bir işinizle Kore’deydiniz. Ekim’de İstanbul’da kişisel serginiz var. Sonrası için ne planlıyorsunu?

Evet bir önceki serim ‘Teğet’ten bir çalışmamla Kore’deki ‘Encounters’ sergisinde yer aldım. Haziran 2012’de de Art Basel The Solo Project’te ‘Yerden Yüksek’ serisinden birkaç çalışmam sergilendi. Ekim 2012’de açılacak ‘Vertigo’ sergimden sonra ise daha çok yurt dışı projelerinde yer alacağım.

........

SEYDİ MURAT KOÇ

Seydi Murat Koç 1981 yılında Akşehir'de doğdu. 1998 yılında girdiği Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi Resim Anasanat  dalından 2002’de mezun oldu. 2006 yılında aynı üniversitede yüksek lisans eğitimini tamamladı. RH+Sanat Dergisi’nin düzenlediği yarışmada ‘2005 Yılı Genç Ressamı’ seçilen sanatçı, resim ve özgün baskı resim çalışmalarını İstanbul Moda'da bulunan özel atölyesinde sürdürürken bir yandan da Doğuş Üniversitesi’nde öğretim görevlisi olarak çalışıyor.


JÜLİDE KARAHAN

TELGRAF EKİM 2012 

...

17 Eylül 2012 Pazartesi

Monet'nin bahçesi İstanbul'a geliyor

Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi (SSM); Fransız Ressam Claude Monet'nin eserlerini Paris Marmottan Monet Müzesi işbirliğiyle İstanbul'a getiriyor. 9 Ekim-6 Ocak tarihleri arasında ziyaret edilebilecek 'Giverny Bahçesi' adlı sergi; ressamın sadece tablolarına değil; yaşamına, sanat tarihindeki yerine ve dönemine ışık tutuyor.
 
Fransız ressam Claude Oscar Monet'nin İstanbul'da açılacak 'Giverny Bahçesi' isimli sergisine sayılı gün kala onun evini, bahçesini ve eserlerinin bulunduğu Paris müzelerini SSM Müdürü Nazan Ölçer eşliğinde ziyaret ettik. Gezimize Paris'in merkezindeki L'Orangerie Müzesi ile başladık. Burada Monet'nin Fransız Hükümeti'ne hediye ettiği ve bizzat bina için yaptığı nilüferler vardı.

İkinci durak SSM'ye gelecek eserlerin de bulunduğu Marmottan Monet Müzesi'ydi. Ressamın 100 kadar eserinin bulunduğu müzeden İstanbul'a 40 parça gelecek. Bunlar arasında Monet'nin yaşamının son 30 yılındaki sanatsal üretiminin ana temasını oluşturan bahçe resimleri çoğunlukta. Sergide ayrıca, Monet ve eşi Camille'in, Auguste Renoir imzalı portreleri, kişisel eşya ve fotoğrafları yer alacak. Kişisel eşyaları arasında piposu, gözlüğü ve paleti de var. Şu anda dünyadaki en geniş Monet koleksiyonuna sahip olan müze bunu Monet'nin ikinci oğlu Michael Monet'ye borçlu. Michael Monet 1966'da ressamın Giverny'deki evini Fransız Güzel Sanatlar Akademisi'ne, babasından kalan resimleri ise buraya bağışlamış. Bağışın sebebi müzenin elinde bulunan ve izlenimcilik akımına ismini veren 'İzlenim/Gündoğumu' isimli eser.

KADERİN CİLVESİ

Biraz baştan başlayacak olursak; Fransız ressam Claude Oscar Monet, 14 Kasım 1840'ta Paris'te doğmuş, Le Havre'de büyümüş. 1858'de ressam Boudin'le tanışana dek kendi çapında karikatürler çizse de o tanışıklıktan itibaren açık havada resim yapmaya yönelmiş. Ama bu tanışıklıktan sonra en birinci meşgalesi; suları, gökyüzünü, ağaçları ve insanları açık havada izlemek olmuş. Paris'te atölyeler, çalışmalar ve tanışmalar birbirini izlerken Monet'nin Troyon, Pissaro, Renoir, Sisley ve Manet ile bir araya gelmesi bir anlamda kaderin cilvesi. Tarihsel ve dinsel resimlere hiç yüz vermeyen ekip, Akademi'nin resmi sergisi Salon'dan dışlanınca kendi sergilerini 'Reddedilenler' başlığı altında açmış. 1874'te bir fotoğrafçı atölyesinde açılan sergide yer alan bir yapıt -'İzlenim/Gündoğumu'- bir eleştirmen tarafından tamamen küçümseme amacıyla 'izlenimci' sıfatıyla nitelendirilince ekip, 'İzlenimciler' olarak anılmaya başlamış. Ve böylece 30 yıl kadar sürecek bir eleştirmen-sanatçı savaşı da başlamış.

Bu savaşı anlamak için 1976'da haftalık bir gazetede çıkan eleştiriye bakmalı: "...La Rue le Peletier bir felaketler sokağıdır. Opera'nın yanmasından sonra, işte size ikinci bir felaket daha! Durand Ruel'de içindekilerin resim olduğu ileri sürülen yeni bir sergi daha açıldı. ... Aralarında bir de kadın bulunan beş veya altı deli, yapıtlarını sergilemek için bir araya gelmişler. ... Bu sözde sanatçılar kendilerini devrimci, izlenimci olarak tanımlıyor. Bir tuval fırçası alıyorlar, bir de boya ve fırça; tuvale rastgele birkaç fırça lekesi konduruyor, ortaya çıkan şeye de imzalarını basıyorlar. Bu insanların, yolda buldukları taşları elmas sanarak toplayan tımarhane delilerinden pek bir farkı yok."

Monet'yi daha yakından tanımaya yönelik gezimizin Orsay Müzesi'nden sonraki durağı ise ressamın Giverny'deki bahçesi. Monet, Paris yakınlarındaki Giverny'deki evini ve bahçesini 1891'de almış ve tam 12 yılını çiçeklere adamış ve galiba dünyanın tüm çiçeklerini bir araya getirmiş. 1926'daki ölümüne dek de bahçesini, nilüferleri, kavakları, salkım söğütleri ve Japon köprüsünü resmetmiş. Bunların bir bölümünü İstanbul'da açılacak Monet'nin Bahçesi isimli sergide göreceğiz.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 17 EYLÜL 2012

...

 

8 Eylül 2012 Cumartesi

Kore'de kültürel Davos hazırlığı

Güney Kore, nicedir kültürünü dünyaya tanıtmanın peşinde. Bu amaçla pek çok uluslararası toplantı ve sanatsal etkinliğe ev sahipliği yapan başkent Seul'ün Türkiye'den bir konuğu var: "Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore'de" başlıklı sergi. Contemporary İstanbul Çağdaş Sanat Fuarı işbirliğiyle düzenlenen sergideki eserlerin toplam değeri 1.7 milyon dolar.
 
Güney Korelilerin en çok kullandığı kelime, söylenen haliyle 'Bali'... Sürekli 'Bali Bali' diyorlar... Hadi, çabuk, davran manasında. Çok soru sorduklarından mıdır nedir, üzerlerinde bir yavaşlık var gibi ama sonuçta 50 yıllık bir sürede koskoca ülkeyi yeni baştan yapmışlar. Hem de ne yapmak! Siyasetti, orduydu, ekonomiydi, teknolojiydi... Her boyayı boyadıklarından şimdi sıra sanatta. 

Gerçekten de ülke, sanatsal açıdan epey hareketli günler geçirmekte. Bir kere Kore sanatının kalbi sayılan Gwangju Bienali dün itibarıyla başladı. 11 Kasım'a kadar sürecek bienalin teması Türkçeye 'yuvarlak masa toplantısı' şeklinde çevirebileceğimiz 'Roundtable'. Bu tema epey manidar çünkü şu sıralar ülkede bir sürü yuvarlak masa toplantısı var. Biri, G20'nin kültürel muadili sayılabilecek bir girişim. G20 ülkelerinde kültür sanat alanında hizmet veren önemli isimlerin katıldığı ve üç gün süren toplantılarda –dün bitti- sorulan temel soru şu: Kore kültürünü dünyaya nasıl tanıtırız? Başkent Seul'de gerçekleşen toplantıya katılanlardan İKSV Genel Müdürü Görgün Taner'e göre Güney Kore, 2015 itibarıyla kültürel Davos yapma peşinde. 

Ülkenin yine bu günlerde ağırladığı diğer önemli kültürel etkinlikler arasında 13 Eylül'de başlayacak KIAF Uluslararası Sanat Fuarı ile 11 Eylül'de açılacak Uluslararası Medya Sanatları Bienali var. Kısacası şu anda Seul aynı İstanbul'un bienal zamanlarında yaşadığı gibi bir sanatsal hareketlilik ve görünürlük içinde. Hani şu, bir günde 5-10 serginin birden açıldığı... 

Ama açılan o sergilerden biri bizim için bilhassa önemli: "Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore'de". Türk çağdaş sanatını ilk defa kapsamlı şekilde Kore'de görücüye çıkaran sergi, 5 Eylül akşamı Türkiye'nin Seul Büyükelçisi Mustafa Naci Sarıbaş'ın da katılımıyla açıldı. Kentin kültür birikim ve üretiminin merkezi sayılan Insadong bölgesindeki yepyeni bir binadaki Ara Square'da gerçekleşen sergide 50 kadar sanatçının 100 eseri yer alıyor. Serginin Türk çağdaş sanatına bakışı, küratör Hasan Bülent Kahraman'ın 'bu sergiyle iftihar ediyorum' dediği kadar var. Modernden çağdaşa uzanan yoldan Erol Akyavaş, Hüsamettin Koçan, Burhan Doğançay ve Komet'le geçerek Ekrem Yalçındağ, Haluk Akakçe, Kezban Arca Batıbeki gibi rüştünü ispatlamış sanatçılara yer veren sergi; Can Kurucu, Can Ertaş ve Elif Boyner gibi genç isimlere uzanıyor. 

Böyle kapsamlı bir serginin Türkiye'den kalkıp Seul'e uzanma sürecini ise Kore ve Almanya'da hizmet veren AB Galeri'nin sahibi Chris H. Cheon anlatıyor: "Koreli galeriler 7 yıldır Contemporary İstanbul'a katılıyor ve Türkiye'de satış yapıyor. Geçen yılki fuara Koreli gazeteciler de geldi ve dönüşlerinde Türk sanatıyla ilgili epey yazı yazdı. Şu anda buradaki koleksiyonerin Türkiye'deki üretime karşı bir kulak aşinalığı var. Yani artık Türk çağdaş sanatını Kore'de sergilemenin tam vakti! İlk derdimiz Türk sanatını enine boyuna tanıtmak... Bu niyetle sergi süresince pek çok koleksiyoner ve gazeteci buluşması ve özel tur tertipleyeceğiz. İyi sonuçlar alacağımıza eminim." 

Cheon'un eminliği biraz da kültürel geçmişimizden kaynaklı. Her ne kadar şu anda Kore'de az sayıda Türk yaşasa da; yıllar önce Türkiye'yi kardeş ülke bellemişler bir kere. Bilhassa 30 yaş üstü herkes zamanında Kore Savaşı'na asker gönderdiğimizin farkında. Ama asıl soru: Bu farkındalık toplam değeri 1,7 milyon dolar olan eserlerin satışına yansıyacak mı? Contemporary İstanbul Yönetim Kurulu Başkanı Ali Güreli'ye göre evet: "Fert başına düşen milli gelirin 30 bin doların üzerinde olduğu ve ülkede dünya çapında üretim yapan bütün firmaların kendi müze ve galerileri olduğu düşünülürse..." 

Gerçekten öyle. Neredeyse her büyük şirketin bir galerisi, bir sanat merkezi ya da bir müzesi var. Hatta Seul'e ilk defa giden birine verilen iki öğütten biri Leeum Samsung Sanat Müzesi'ni mutlaka gör! Kore kültürünü korumak, geliştirmek ve dünya sanat üretimiyle bir araya getirmek için Ekim 2004'te açılan müzede; geleneksel, modern ve çağdaş Kore sanatı A'dan Z'ye bir arada. Bir de buna dünya çağdaş sanatından kapsamlı bir seçki eklenmiş. Kimler yok ki; Mark Rothko, Gerhard Richter, Damien Hirst, Frank Stella, Andy Warhol, Andreas Gursky, Zeng Fanzhi... Müzenin bir bölümüyse tamamen eğitime ve genç sanatçıların keşfine ayrılmış. Dileğimiz, Koreli sanatseverin Türk çağdaş sanatını da bir an önce keşfetmesi. Yani 'Bali, bali...' 

***
 
Tek bir bölge, 600 galeri
Seul'un kültür birikim ve üretiminin merkezi sayılan Insadong, adeta bir galeriler cenneti. İstiklal Caddesi'nin muadili sayılabilecek bölgede küçüklü büyüklü 600'den fazla galeri yer alıyor. Bunların çoğunda Kore'ye özgü kâğıt işler sergileniyor. 

JÜLİDE KARAHAN 

ZAMAN KÜLTÜR 8 EYLÜL 2012 

..

1 Eylül 2012 Cumartesi

Çocukluk hastalıklarımızdan kurtulduğumuzun resmidir

Türk çağdaş sanatı Kore yolcusu. Contemporary İstanbul'un 6-26 Eylül arasında Kore'nin başkenti Seul'de açacağı "Karşılaşmalar: Türk Çağdaş Sanatı Kore'de" başlıklı sergide; 50'den fazla sanatçının 100 kadar eseri yer alıyor. Sergiyi ve Türk sanatının çocukluk hastalıklarından kurtuluşunu küratör Hasan Bülent Kahraman'dan dinledik.

Kore'ye gidecek eserleri nasıl belirlediniz? 

Yapıtları bize galeriler gönderdi. Doğrudan doğruya bir sanatçıya gidip bize şu yapıtını ver demedik. Galeriler isim önerdi; elimizde şu var, bu var şeklinde. Biz de, yani ben de; şu sanatçı olsun, bu sanatçı olsun diyerek isimleri belirledim. Keşke Kore'ye daha fazla sanatçı, daha fazla yapıt götürebilseydim ama her şeyin bir sınırı var. Bir de aslında galerilerin imkânsızlıkları söz konusu. Mesela ben X sanatçıyı da istiyorum dediğimde bana 'şu anda elimizde hiç yapıtı yok, hepsi satıldı' dediler. Bu durum bir açıdan sevindirici olsa da sergide göstermek istediğim bazı sanatçılardan bırakın Kore'yi ben de mahrum kaldım. 

Sergi tamamen satışa açık mı? 

Evet... Eserlerin tamamı satışta ve umarım hepsi satılır. Çünkü Kore bizim için çok önemli. Bir kere ciddi tarihsel ilişkilerimiz var; 60 sene evvel Batı'yla ilk defa yüz yüze gelişimiz Kore üzerinden oldu. Kore savaşına asker gönderdik, o sayede NATO'ya girdik vesaire... Bir diğer husus da bu kadar yenilikçi ve teknolojiyle iç içe bir ülkeye, göğsümüzü gere gere Türkiye'de çağdaş sanat budur dediğimiz bir sergi götürüyor olmamız. Hem Kore ve Türkiye karşılaşması hem de Türk sanatındaki modernle çağdaşın karşılaşması söz konusu. Sergide Türk sanatının modernden çağdaşa geçişini temsil eden sanatçılarımızın eserleri de bulunuyor; Erol Akyavaş, Burhan Doğançay, Komet ve Hüsamettin Koçan gibi... Sergiye ismini veren 'Karşılaşmalar' sözcüğünün altında biraz da bu yatıyor zaten. Ayrıca sergi, Türk sanatının çocukluk hastalıklarını geride bıraktığını göstermesi bakımından da önemli. 

Türk sanatının geride bıraktığı o çocukluk hastalıkları neler? 

Çocukluk hastalıkları Lenin'in kullandığı bir kavram; ben ondan ödünç aldım. Şimdi... Bunlar bizim Türkiye olarak kendi modernitemizi kurarken geçirdiğimiz hastalıklar. Birincisi Türkiye'de modernite görselliği değil, görsellik moderniteyi inşa etmiştir. Nasıl? Osmanlı'da da Cumhuriyet'te de böyledir bu. Kılık kıyafeti değiştirerek modern olduğumuzu, olacağımızı düşünmüşüzdür. Yani modernite bizde Batı'da olduğu gibi 16. yüzyıldan itibaren bir yere kadar gelip kendi görsel dilini inşa etmemiştir. Aksine... Türkiye, Batı'daki bir görsel dili almış ve bunun modern bir zihniyet inşa etmesini ummuştur. İkincisi... Osmanlı İmparatorluğu ve Cumhuriyet 1850'lerden itibaren yurtdışına resim öğrencisi göndermiştir. Taa 1971'e kadar. Gidenlerin hiçbiri, 71 kuşağı dâhil, Batı'da o gün üretilen sanata bakmamıştır. Daima bir önceki dönemin sanatına bakmıştır. Hele 70 kuşağı figürle gidip figürle dönmüştür ki 1970-75 arası görsel alanda dünyanın yıkılıp yeniden kurulduğu bir dönemdir. İşte bunlar bizim çocukluk hastalıklarımızdır. 

Bu hastalıkları nasıl atlattık peki? Yani bizim ilacımız neydi? 

1990 ve 2000'lerden itibaren Türkiye yörüngesini değiştirdi. Bizim çağdaşımız da o zaman başladı. Öncelikle Fransa'ya gidişler durdu. Yönümüz Amerika'ya çevrildi. Sonra Türkiye'de okul sistemi değişti. Sanat artık sadece Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde değil, birtakım üniversitelerde yapılmaya başladı. Üniversitelerde sanat okuyan çocuklar aynı zamanda sosyal bilimler ve fen bilimleri okudu. Bunun çok büyük etkisi oldu. Bir de internet ve görsel medyaların yardımıyla dünyayla entegre olmuş bir Türkiye çıktı karşımıza. Batı'da üretileni, artık ne ifade ediyorsa Batı, günü gününe hatta zenginleştirerek karşılayan sanatçılarımız var. Bu öyle az buz, yabana atılır bir şey değil. Ben diyorum ki Türkiye'de bugün herhangi bir galeride üretilen sanatla New York'ta herhangi bir galeride üretilen sanat arasında hiçbir hiyerarşi farkı yok. Hatta bizim galerilerimizdeki sergiler New York'takilerden çok daha iyi. 

İlacımız Amerika ve internet mi bu durumda? 

Beni iki kelimeye mahkûm ederseniz evet... Zihniyet değişikliği ve dünyayla farklı düzeylerde entegrasyon diyelim... 

150 sene sonra bugünün sanatı ele alınıp incelenirse yine hasta bulunabilir mi? 

Muhtemelen bulunmayacak. Yanlış olduğunu düşündüğüm şeyi söyler miyim ben? Diyorum ki bu hastalık bitmiştir. Bugün İstanbul'da girin herhangi bir galeriye, bakın bir sergiye. Beğenirsiniz beğenmezsiniz o ayrı; ama serginin düzeyi, sorunsalları ve zihniyeti; Batı'daki sergilerden çok daha ileri. Bugün Türkiye'de üretilen çağdaş sanat dünyada üretilenden çok daha heyecan verici. 

Bu durum satışlarda da kendini gösterecek mi? Örneğin Kore'deki koleksiyonerlerin Türk çağdaş sanatına bakışı nasıl? Bu konuda bir öngörünüz var mı? 

Kore yedi yıldır 'Contemporary İstanbul'a katılıyor. Üstelik 5-6 galeriyle birden. Ve ilginç bir şey söyleyeyim: Türkiye'de çok satış yaptılar. Türkiye'de Kore sanatına yatırım yapan pek çok koleksiyoner var. Demek ki bir dil, bir kültür, bir ifade beraberliği söz konusu. Sorunuzun cevabına gelirsek; öncelikle böyle bir sergi talebi bizden gitmedi, onlardan geldi. Dediler ki; biz buraya geliyor ve Türk sanatçıların eserlerini görüp beğeniyoruz. Bu eserleri Kore'de sergileyelim; Koreli koleksiyonerlerin çağdaş Türk sanatıyla ciddi bir yakınlık kuracağına eminiz. Yani talep onlardan geldi. Dolayısıyla işin satış kısmında ve oradaki koleksiyoner davranışı üzerinde oradaki galerilerin öngörüleri rol oynayacak. Biz çok güzel bir sergi ve çok nitelikli bir katalog hazırladık. Ben küratörü olarak bu sergiyle iftihar ediyorum. Sanatçılarımızın başarısı tabii bu. Ve şimdiden söyleyeyim bu büyük birikimi Kore'nin ardından Avrupa ve Ortadoğu ülkelerine de taşıyacağız. 


Kore'ye gidecek sanatçılar
 
Ardan Özmenoğlu, Aslımay Altay Göney, Arslan Sükan, Ayça Telgeren, Bahar Oganer, Bedri Baykam, Burçak Bingöl, Burcu Aksoy, Burcu Perçin, Burhan Doğançay, Can Kurucu, Can Ertaş, Cevdet Erek, Çınar Eslek, Deniz Üster, Ebru Uygun, Ekrem Yalçındağ, Elif Uras, Elif Boyner, Erol Akyavaş, Ferhat Özgür, Filiz Azak, Gökçe Erhan, Haluk Akakçe, Hüsamettin Koçan, Ilgın Seymen, İrem Tok, Jale Çelik, Kemal Seyhan, Kezban Arca Batıbeki, Komet, Maide Bulak, Murat Germen, Nazif Topçuoğlu, Nejat Satı, Nermin Er, Nezaket Ekici, Orhan Cem Çetin, Osman Dinç, Seçkin Pirim, Sevim Sancaktar, Seydi Murat Koç, Seza Paker, Sıtkı Kösemen, Sümer Sayın, Tuğberk Selçuk, Yaşam Şaşmazer, Yağız Özgen, Yeşim Akdeniz, Yıldız Şermet, Zeynep Kayan.

JÜLİDE KARAHAN 

ZAMAN KÜLTÜR 1 EYLÜL 2012 

29 Ağustos 2012 Çarşamba

Fikri olan çocuklar gelsin!

 
 
Bu yıl ikincisi düzenlenen İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali, 6 Kasım'da başlayacak ama başvurular için son tarih 24 Eylül. 39 ilçenin özel ve kamu okullarında öğrenim görenlerin yanı sıra sokakta çalışan, cezaevinde bulunan ve cezaevinde doğmak zorunda kalan çocuklara da kapılarını açan bienalin detaylarını Gazi Selçuk'tan dinledik. 
 
 
İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali Direktörü Gazi Selçuk, buluştuğumuz sabahın gecesinde gördüğü rüyayı anlatıyor önce: "Bir olaylar olmuş, çatışmalar çıkmış, biz evi ailecek terk etmişiz. Sonra ben artık ne içinse geri dönmüşüm. Binada asansörler çalışmıyor. Merdivenlerden çıkıyorum. Her yer duman içinde. Yerlerdeki ahşaplar sökülmüş, dolaplar parçalanmış. Evimiz adeta 2. Dünya Savaşı'ndan kalmış. Nasıl desem; böyle evsizlerin yaşadığı metruk bir yere dönüşmüş... Uyandığından beri neden böyle bir rüya gördüm diye düşünüyorum. Sebebi açık aslında: Her gün bir patlama, bir çatışma, bir kaza... Tüm bunlar bir şekilde kaydediliyor bilinçaltımıza. Normalleşmek hayati bir ihtiyaç. Sanat da bunun için var; hayatımızı normalleştirip bizi inceltmek için..." 

İstanbul Çocuk ve Gençlik Bienali'nin hiç bilmediğimiz niyetleri mi var? 

Tabii. Sadece sanat eserleri sergilensin diye yapmıyoruz. Öncelikli isteğimiz hayatın normalleşmesine katkı sağlamak. Sanat hayatı normalleştirir, insanı inceltir çünkü. Çocukları da inceltir, onların hayatla bağlarını güçlendirir, bakış açılarını genişletir. İlla sanatçı olacaklar diye bir şey yok. Ama insanın sanatla küçük yaşlarda tanışması çok önemli. İlköğretimin birinci kademesine kadar çocuklarımızı sanatla buluşturduk, buluşturduk. Sonrasında aynı etkiyi yapmaz. 

Bienalin birincisi İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı'nın desteğiyle gerçekleşmişti. İkincisi nasıl yapılacak? 

20 yıldır kültür sanat ve çocuk eğitimi üzerinde çalışan biri olarak en büyük hayalim bir çocuk bienali düzenlemekti. Olur mu, olmaz mı derken 2010 sonunda yaptık gerçekten. Üstelik 5.000 öğrencinin katılımı ve 65 bin kişinin ziyaretiyle. Bu senenin başından beri de herkes sormaya başladı; ikincisi ne zaman diye. Nasıl yapalım, nasıl edelim derken önce bir danışma kurulu oluşturduk ve herkesin kendi olanakları çerçevesinde destek olmasını istedik. Milli Eğitim Bakanlığı, valilik, özel girişimler... Yürütme için de bir dernek kurduk: Palet Kültür Sanat Derneği. Böylece yola koyulduk. 

Süreç nasıl işliyor? Çocuklar kendi iradeleriyle başvurabiliyorlar mı? 

Bienal, 1-18 yaş aralığındaki herkesin; öğretmen, veli veya sanatçı eşliğindeki sanatsal üretimine açık. Bir kavramsal çerçevemiz var tabii ki. Geçen seneki "Değişiyorum Farkında mısın?" idi. Bu seneki "Düş Çocuk, Gerçek Çocuk". Biz okullara duyurduk; öğretmenler öğrencilere anlatıyor. Öğrenciler de fikirlerini veli ya da öğretmenleri aracılığıyla bize iletiyor. Son aşamada; küratörlerimizce onaylanan fikirler, yani projeler iş olarak bize ulaştırılacak ve sergilenecek. 

Başvurular ne zamana kadar? Bir de gerçekten İstanbul'daki bütün okullarda duyuru yapabildiniz mi? 

Bütün okullara yazı gitti. Tek tek hepsine. Üstelik şartname ve başvuru formuyla birlikte. Şimdi okullar açılınca öğretmenler çocuklara duyuracak. Çocuklar bir iki hafta düşünüp taşınacak; sonra da fikirler bize gelmeye başlayacak. Başvuru için son tarih 24 Eylül ama bunu bir iki hafta daha uzatabiliriz. 

Cezaevindeki çocuklar için nasıl bir süreç işleyecek? 

Cezaevleriyle ilgili bir dernek var: CİSST (Ceza İnfaz Sisteminde Sivil Toplum Derneği). Onların desteğiyle duyurularımızı yaptık ve cezaevlerindeki çocuklar için atölye çalışmaları yapılmasını talep ettik. Çocukların kendileri değilse de eserleri dışarı çıkabilecek. Hatta belki kendilerini de özel izinlerle çıkarabiliriz; bienal kapsamında ve birkaç saatliğine... İstanbul'da şu anda, suçsuz olduğu halde anne bakımına muhtaç olduğu için cezaevinde yaşayan 300 kadar çocuk var. 

'Uçurtmayı Vurmasınlar'daki Barış gibi mi? 

Aynen öyle. Hiç dışarıyı görmemiş çocuklar. Çok dramatik tabii... Zaten Türkiye'de nereye dokunsak dramatik bir hikâye çıkıyor karşımıza. 

Sergi ve etkinlikler bu yıl hangi mekânlarda yapılacak? 
 
Türkiye Deniz İşletmeleri ile yaptığımız işbirliği neticesinde 10 Şehir Hatları vapuru ve Kadıköy'deki Karaköy iskelesinde olacağız. Ayrıca Şirketi Hayriye Sanat Galerisi ve Taksim Meydanı'nda... Bir de Hasköy İplik Fabrikası'yla görüşüyoruz ama daha neticelenmedi. Bakalım... 

JÜLİDE KARAHAN 

ZAMAN KÜLTÜR 29 AĞUSTOS 2012

...

27 Ağustos 2012 Pazartesi

Sinop'un üzerindeki gölge

4. Uluslararası Sinop Bienali Sinopale'nin açılışı, balkonunda çamaşır asarken keşfedilen Zehra teyzenin mini konseriyle 24 Ağustos Cuma akşamı tarihî Sinop Cezaevi'nde yapıldı. Bienale katılan sanatçılar, "Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat" başlıklı temadan hareketle şehrin üzerine çöken gölgeleri tartıştı.

Ortada daha ne halley var, ne çokoprens... O zamanlar Sinop'ta çocuklar akşamüstüleri prenses yiyorlar. Yerini hiçbir şey tutmuyor. Kalınca iki bisküvi arasına sürülen kremadan oluşan prensesin üzeri çikolata kaplı, kenarları fıstıklı. Tavsiye üzerine girdiğimiz Dolunay Pastanesi'nde (Arkeoloji Müzesi'nin karşısındaki) hem 'prenses'i hem Sinopale'yi konuşuyoruz. Önce bir muhabbet girizgâhı olarak "Ne işe yarayacak bu bienal?" sorusu. Elbette şaka yollu. Çünkü bu yıl 4.sü gerçekleşen uluslararası Sinop Bienali Sinopale'nin her bir şeyi topluca Sinopça yapılıyor. 1 Ağustos'tan bu yana atölye çalışmaları, film gösterimleri, çekimler ve röportaj yağmurları altındaki şehirde; o bunun ucundan, bu şunun ucundan tutuyor. Bu imece hâli 24 Ağustos Cuma akşamı tarihî Sinop Cezaevi'nde gerçekleşen bienal açılışında kendini gösterdi: Sayısız teşekkür konuşmasını balkonunda çamaşır asarken keşfedilen Zehra teyzenin mini konseri izledi. 

12 kişilik bir küratör ekibin yön verdiği 4. Sinopale'nin kavramsal çerçevesi yine Sinop'tan. Çünkü küratörlerden Işın Önol'un belirlediği "Gölgenin Bilgeliği: Bozulmuş Bilgi Çağında Sanat" başlıklı temanın ilham vereni Sinoplu felsefeci Diyojen. En meşhur hikâyesi şöyle: Günün birinde Diyojen güneşe karşı oturmuş dinlenirken Büyük İskender yanına gelir ve ona ne isterse yerine getirebileceğini söyler. Diyojen'in Büyük İskender'e cevabı, "Gölge etme başka ihsan istemem." olur. 

Küratör Önol, Diyojen'in otoriteye karşı çıkışını; "Senden hiçbir şey istemiyorum, yeter ki bana engel olma yerine; güneşle ve doğayla bağlantımı kesip bana gündelik hayata dair arzulamadığım ve ihtiyaç duymadığım lüksü boşu boşuna önerme." biçiminde yorumluyor ve çorabı Japon edebiyatının önemli yazarlarından Jun'ichiro Tanizaki'nin "Gölgeye Övgü" kitabından bir alıntı yaparak söküyor: "Biz Doğulular tatminimizi çevremizi oluşturan etmenlerde ararız ve şeylerin oldukları haliyle mutlu oluruz. Böylece karanlık bizim için bir mutsuzluk nedeni olmaz, biz kaçınılmaz olarak kendimizi ona bırakırız. Eğer ışık azsa azdır; biz karanlığın içine dalar ve orada onun kendine has güzelliğini keşfederiz."
Yine Önol'un hatırlatmasıyla; Tanizaki'nin 1933 yılında yazdığı "Gölgeye Övgü" 1977'de İngilizceye çevrildiğinde elektrik enerjisi çoktan nükleer enerji ile elde edilmeye başlamış, atom hızlandırıldıkça hızlandırılmış, Japonya, Hiroşima ve Nagazaki'de ışığın en parlağını çoktan deneyimlemişti. Bu noktada Sinop'a, günümüze, hatta Dolunay Pastanesi'ndeki sohbete dönersek; 4000 yıllık bir geçmiş üzerinde yükselen Sinop, bir şeylerin gölgesi altında. Ama bu gölge.. Hani biri görünmeyen bir yerden eliyle tavşan ya da kuş yapar da o şekiller duvarda büyüdükçe büyür ya... Aynen öyle. Gerçekten büyükler mi yoksa el kadarlar mı belli değil. Bir de o elin sahibi... Kimsenin bir fikri yok. Pastanede ve her bir köşede konuşulanlara göre; Radar Tepesi'nde bir Rus füze rampası var ve 4 deneme atışı yaptı. Termik santral durdu galiba ama nükleer santrale devam. Bir de bir kanal projesi var.
Sanatçılar kentle birlikte tüm bunları tartışıyor da tartışıyor; estetikten asla ödün vermeden elbette. Küratörlerden Elke Falat; hapishane, nükleer enerji santrali ve füzelerle ilgili bir video seçkisi sunuyor izleyiciye. Tam da nükleer enerjinin halihazırda tarih olduğunu ve geleceğin teknolojisi olarak sunulmasının büyük bir hata olacağını örnekleyen... 100 kadar Sinopluyla birlikte "Deniz artık uyanıyor" isimli bir belgesel hazırlayan mimar Bahanur Nasya, bizzat denize dikkat çekme derdinde. Yine pastanedeki o ilk soru: "Ne işe yarayacak bu bienal?" Galiba artık geçerli bir cevabımız var: "Hangimiz kendi kentimizi bu kadar tartıştık; bunca sanatçı, profesör, kültür yöneticisi ve gazeteci..." 


Sinop Cezaevi, kültür merkezi oluyor 
 
Sinopale kapsamında önceki gün gerçekleşen forumda Sinop Cezaevi'nin akıbeti tartışıldı. Önce tersane, sonra hapishane olarak kullanılan ve yıllardır boş duran cezaevi, önümüzdeki 4 yıl içinde uluslararası bir kültür sanat merkezine dönüşecek. Bu niyetle büyük bölümü Avrupa Birliği Komisyonu'ndan olmak üzere 9,2 milyon Euro'luk bir bütçe çıkarıldı. 20 Temmuz'da açılan ihale Aralık 2012'de sonuçlanacak ve restorasyon süreci başlayacak.

JÜLİDE KARAHAN

ZAMAN KÜLTÜR 27 AĞUSTOS 2012 

...

20 Ağustos 2012 Pazartesi

Itrî Yılı'nda sempozyumlar çakıştı

 
 
Ölümünün 300. yılı sebebiyle 2012, UNESCO tarafından Itrî Yılı ilan edildi. Yapılanları ve yapılması planlananları, Medeniyetler İttifakı Enstitüsü Itrî Türk Mûsikîsi Araştırmaları Merkezi sorumlusu Yalçın Çetinkaya'yla konuştuk ve Itrî'yle ilgili aynı bakış açısına sahip iki ayrı sempozyumun yapılacağını öğrendik. 
 
Itrî Türk Mûsikîsi Araştırmaları Merkezi olarak 2012 Itrî yılı için neler yaptınız? 
 
Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü (MEDİT) Itrî Türk Mûsikîsi Araştırmaları Merkezi olarak 25-30 proje geliştirdik. Bunların 10 kadarını UNESCO Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı'na ve Yönetim Kurulu'na sunduk. Başkanlık 5 proje seçti.

Neler onlar? 
 
Birincisi İstanbul'da gerçekleşecek ve Paris'te tekrarlanacak uluslararası bir Itrî Sempozyumu ve ona bağlı bir konser. Bu projeye tebliğlerin yer aldığı ve İngilizce, Fransızca ve Arapça gibi dillere çevrilecek bir kitap da dâhil. İkincisi Itrî'nin hocası Hafız Post'un güfte mecmuasının hem tıpkıbasımı hem de günümüz Türkçesine çevrilmiş halinin yayımlanması. Bir nüshası Topkapı Sarayı'nda bulunan mecmuada Itrî'nin de güfteleri var. İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı Müzikoloji Bölümü'nden bir arkadaşımız mecmua üzerinde çalıştı ve Itrî'nin güftelerini tespit etti. Üçüncüsü bugünkü tarihçi, müzikolog ve siyasetçilerin yazılarından oluşacak bir Itrî armağanı. Dördüncüsü bir Itrî belgeseli, beşincisi ise Türkiye ve dünyadaki önemli konservatuarların bestecilik bölümü son sınıf öğrencilerinin katılacağı Itrî atölyeleri. UNESCO Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı bu projeleri destekleyici firmaya sundu. Onlar sempozyumu kabul ettiler. 

Bu durumda sadece sempozyum mu hayata geçecek? 
 
Evet. UNESCO Türkiye Milli Komitesi Başkanlığı'yla birlikte sempozyum, konser ve tebliği kitabı hayata geçecek. Bir de İTÜ Türk Mûsikîsi Devlet Konservatuarı ve Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Medeniyetler İttifakı Enstitüsü işbirliğiyle Hafız Post güfte mecmuasının yayımlanması var. 

Sempozyum ne zaman ve ne çapta olacak? 
 
Sempozyum, 23, 24 ve 25 Kasım tarihlerinde 30 yerli ve yabancı bilim adamının katılımıyla Cumhurbaşkanlığı himayesinde İstanbul'da yapılacak. 

Itrî'yle ilgili bilgilerimiz hem az hem de muğlâk... Bu anlamda sempozyumda yeni bilgi, belge ya da bulgular yer alacak mı? 
 
Bizim isteğimiz de bu. Itrî ile ilgili muğlaklığı azaltıp ortaya net bir profil koyabilmek. Bunun için elimizden geleni yapıyoruz ve konuyla ilgili kişi, kurum ve kuruluşları işbirliğine davet ediyoruz. Ortak ve doğru bir Itrî profilinin oluşması için dayanışma şart. 

İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) da bir sempozyum düzenliyor; 3 Aralık'ta. Neden birleşmediniz? 
 
Biz İKSV ile görüştük ve onlara birlikte çalışmayı teklif ettik aslında. Ama İKSV kendi başına ve daha küçük boyutta bir şeyler yapmayı tercih etti. Yapabilirler tabii ki ve bu memnuniyet verici. Ama biz Itrî'yi disiplinlerarası bir bakış açısıyla, döneminin tüm dinamikleriyle anlatıp doğru bir profil ortaya koymayı planlıyoruz. 

Tesadüfe bakın... İKSV'nin düzenlediği sempozyumun başlığı da 'Itrî'ye Döneminde Disiplinlerarası Bakış'. Yakın tarihlerde, aynı konuda ve hatta aynı başlıkta iki ayrı sempozyum mu olacak bu durumda? 
 
Yanlış anlaşılmasın. Bir anlaşmazlık kesinlikle söz konusu değil. Yalnız fikri temelin Medeniyetler İttifakı Enstitüsü tarafından atıldığını söylemeliyim. 

Konuşmacıları paylaşamama gibi bir şey söz konusu olur mu? Ya da bir konuşmacı iki ayrı sempozyuma da katılabilir mi? 
 
Eğer konuşmacı için bir sakıncası yoksa bizim için de yok. Yalnız bir tebliğin iki tarafta da sunulması gibi bir şey tabii ki söz konusu olamaz. Zaten mevcut bilgi üzerine yeni bir şey koymayacak bir tebliğin kıymeti de yok. 

Itrî Yılı bitmeden yapılacaklar arasında başka neler var? 
 
Bir kere Itrî Yılı 1 Ocak 2012'de başladı, 31 Aralık 2012'de bitecek diye bir şey yok. Itrî'nin besteleri 300 yıldır söyleniyor. Ama bu yıl tabii ki bir dönüm noktası olmalı; en azından 300 yılık birikim geleceğe doğru şekilde aktarılmalı. Amacımız Itrî'yi önce Türkiye'de doğru tanıtmak sonra yurtdışına açmak. Itrî'yle ilgili çalışmalarımız Yunus Emre Enstitüsü'nün yurtdışındaki merkezlerinde devam edecek. Yine Fatih Sultan Mehmed Üniversitesi ve Zeytinburnu Belediye Başkanlığı'nın Itrî için temsîlî bir mezar taşı yapma projesi var. Bir de Itrî'nin bazı melodilerini caz müziğine uyarlamak gibi bir fikrimiz var. Bakalım... 


JÜLİDE KARAHAN 

ZAMAN KÜLTÜR 20 AĞUSTOS 2012 

14 Ağustos 2012 Salı

HAT SANATINI KEŞFEDİYORUZ


BÜYÜK BİR KEŞİF SÜRECİNDEYİZ: GENEL ANLAMDA İSLAM SANATLARINI, ÖZEL ANLAMDA İSE HAT SANATINI YENİDEN KEŞFEDİYORUZ. DURUMUN EN GÖSTERİŞLİ GÖSTERGESİ BEŞ YIL ÖNCE 50 MİLYON LİRA OLAN HAT SANATININ YILLIK SATIŞ HACMİNİN BU YIL 200 MİLYON LİRAYA YÜKSELMESİ. 


Çağdaş sanatçı Haluk Akakçe ile son resimlerini yaptığı günlerden birinde sohbetteyiz. Geçmişle geleceğin bizim kontrolümüzde olmayan bağlantısından, geçmişin şimdimizi ve geleceğimizi etkilemesinden ama geleceğin de boş durmayarak geçmişimizi yönlendirmesinden bahsederken birden, “Batı'da zaman neden düz bir çizgide akar? Hiç düşündünüz mü?” diye soruyor ve ekliyor Akakçe: “Hâlbuki Doğu'da, İslami sanat anlayışında, zaman çok yönlüdür…” Elbette düşündük. Hat sanatının geniş zamanlılığını ve verdiği sonsuzluk hissini… Bunun üzerine, “Ben artık sanatıma bir his vermek istiyorum. Yani sadece bir çerçeve içinde kısıtlı kalsın istemiyorum. Aynı hat gibi...” diyor ve ekliyor Akakçe: “Ama insan unutamıyor tabii; 1.70'lik bir boyla evrene bakıyor ve ihtişamın içindeki minikliğini... Unutamıyor.”

Bu sohbetin tadı damağımızdan silinmeden Rembrandt ve Çağdaşları-Hollanda Sanatının Altın Çağı isimli serginin detaylarını konuşmak üzere Sakıp Sabancı Müzesi Müdürü Dr. Nazan Ölçer'in yanına gidiyoruz. Rembrandt, İnci Küpeli Kız ve Türk-Hollanda İlişkileri derken konu, müzenin 10. yılının nasıl ve ne şekilde kutlayacağına geliyor. Ölçer, Sabancı Ailesi’nin Osmanlı hat sanatı koleksiyonunu hiç yapılmamış bir biçimde sergileyeceklerini anlatıyor: “Müthiş bir interaktif sistem… Gezenler artırılmış gerçeklik teknolojisi ve hazırlanan animasyonlar sayesinde eski harflerle oynayacak, değişik yazı tekniklerini ve kitap sanatının inceliklerini izleyip ayrıntıları i-pad yardımıyla takip edecek.”

Koleksiyonun ve sergileme tekniklerinin detaylarını dinlerken elbette heyecanlanıyoruz ama asıl; Ölçer, "Hattın nasıl çağdaş, sonsuz ve ilham verici bir sanat olduğunu göstereceğiz herkese.” dediğinde salıncakta sallanır gibi bir hisle kaplanıyoruz. Bu mutlu hissin bir de ürpertili tarafı var tabii; hani salıncağın arkaya doğru gittiği zamandaki gibi… Yanaklarımızı kızartan itiraf şu ki: Ne kadar uzun uzun baksak ve anlamaya çalışsak da vaad edilen derinliği yakalayamıyoruz! Ölçer su serpiyor içimize: "Anlamını bilseniz de bilmeseniz de; o harfler, çizgiler, kıvrımlar sonsuzluğa doğru bir ufuk açıyor zihninizde.”

İşte… Sakıp Sabancı Müzesi, o ufku ve hissi sonsuza dek yaşatmaya niyetlenerek 9 Mayıs itibarıyla Kitap Sanatları ve Hat Koleksiyonunu ziyarete açtı. İslam sanatının 14. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar uzanan dönemine ait 200’den fazla eser var karşımızda: Başta Kuran-ı Kerim nüshaları olmak üzere kıta ve murakkalar, levha ve hilyeler, tuğralı ferman ve beratlar, nadir elyazması kitaplar ve hattatların yazı yazmada kullandığı araçlar... Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’yle birlikte hazırlanan Kitap Sanatları konulu belgeselde ise kâğıdın aharlanması, mürekkebin hazırlanması, farklı hat üsluplarıyla yazılan sayfaların tezhiplenmesi, altın varakların ezilerek kullanıma hazır hale getirilmesi, metinlerin resimlenmesi ve sayfaların dikilerek kitap haline getirilip ciltlenmesi; yani kitap üretiminin tüm aşamaları… Yazının anlamını bilsek de bilmesek de derinliklere dalıp gitsek de gitmesek de çok şey öğreneceğimiz/hissedeceğimiz bir sergi bu!

Ama tek değil! Çünkü bir büyük müze daha var yolda: Türkiye'nin önemli hat koleksiyonerlerinden Demet-Cengiz Çetindoğan çifti önümüzdeki yıl Haliç'te büyük bir müze açarak koleksiyonunu sergileme hazırlığında. Bir gelişme de Fransa’dan… Paris’teki Louvre Müzesi, 18 bin parçalık İslam eserleri koleksiyonunu 2012 sonbaharında Visconti avlusunda yükselen modern yapısı içinde sergileyecek. Müzenin genişleyen İslam eserleri koleksiyonunu sığdırabilmek için hazırladığı 3 bin metrekarelik yeni binada 7. yüzyıldan 19. yüzyıla İslam uygarlığının tüm kültürel gelişimi izlenebilecek.

Uzatmayalım! Bir keşif sürecindeyiz: Genel anlamda İslam Sanatlarını, özel anlamda ise hat sanatını yeniden keşfediyoruz. Geçen yıl Vatikan ve Londra'da açılan iki büyük hat sergisi ve 2011 Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri'nden birinin hattat Hasan Çelebi’ye verilmesi de durumun iki önemli göstergesi. Bir de göz kamaştıran ekonomik göstergeler var tabii: Beş yıl önce 50 milyon lira olan hat sanatının yıllık satış hacmi bu yıl 200 milyon lira. Yine beş yıl önce 10 bin liraya satılan bir hat eseri bu yıl 30 bin liraya gidiyor. Milat, Kazasker Mustafa İzzet'in bir hilye-i şerifinin 2010 yılında 1 milyon 150 bin liraya satılması.

Klasik İslam sanatları konusunda Türkiye’nin sayılı koleksiyonerlerinden Mehmet Çebi şöyle değerlendiriyor bu durumu: “Hat sanatı yıllarca hak ettiği ilgiyi göremedi ama artık dengeler değişti; hat koleksiyonu bir prestij simgesi. Yakın bir gelecekte fiyatlar epey yükselecek.Osmanlı sanatı uzmanlarından Serdar Gülgün de aynı fikirde: “İleriki yıllarda çok daha yüksek fiyatlar telaffuz edilecek. Çünkü piyasadaki Osmanlı dönemi klasik hatları gün geçtikçe azalıyor.” Hattat Hasan Çelebi de epey umutlu: “Biz yıllarca dergide, radyoda, yani medyada bu sanattan konuşulsun diye bekledik. Sanat denince kulak kesilirdik; belki hattan bahsederler diye. Tiyatroyu, müziği, resmi ve karikatürü sayarlardı da hattın adı geçmezdi. Ama şimdi her şey değişti. Yetişen ustalar ve halkın iltifatı sayesinde hat sanatı artık geriye gitmez.”

***
17. YÜZYILDA ZİRVEDE
Resme uzak duran sanatkârların maharetlerini yazıya görsel bir zenginlik kazandırarak göstermek istemelerinden doğan hat sanatı, 17. yüzyılda yaşayan Hafız Osman'dan itibaren Osmanlı'da zirveye çıktı.
***
HİLYE-İ ŞERİF
Hz. Muhammed'i konu edinen hat eserlerine hilye-i şerif deniyor. Hilye metni ağırlıklı olarak Hz. Ali’nin Hz. Muhammed’le ilgili rivayetlerinden oluşuyor.
***
HAT ALIRKEN
Geleneksel Türk sanatları uzmanı Nilgün Şensoy’a göre hat alırken dikkat edilecekler:  
1.    Kamışla çekilen hat daha değerlidir. Altınla çekilenden bile…
2.    Doldurularak yapılan hat daha gösterişli görünür ama değerlisi kalemle çekilendir.
3.    Hat tek başına çıplaktır. Kenarındaki tezhip çok önemlidir. Tezhibin sonradan yapılması fiyatı 3’te bir oranında düşürür.

JÜLİDE KARAHAN

SKYLIFE, AĞUSTOS 2012